Yavuz Soysal
İnsanın mutlu olabilmesi anı yaşamasına, şimdiki zamanda sahici bir varlık olmasına bağlıdır. İçinde bulunduğu zamanı hissederek, ruh ve beden bütünlüğü içinde, bütün zihinsel ve kalbi duyuşlarıyla burada “şimdi” var olabilmek, yönünü belirlemiş, doğa ve hayatla birleşmiş bir insanda olabilir.
Heidegger’in dediği gibi: Gerçek ana ve ölüm duygusuna dayanmayan hiçbir var oluş, gerçek bir varoluş değildir. Eğer umutlar sürekli yarına bırakılırsa insanın kendini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Şimdiki zamanı anlamlandırmak ve onu sahici işlerle doldurmak gerçek bir var oluşun önemli bir temelidir.
Hem kendi çağının insanı olmak, hem de bu sınırlı zaman içinde “gerçek anı” doğru, faydalı ve insanlığın hizmetinde yapılacak işlerle doldurmak, geçmişin hurafelerinden ve geleceğe ertelenen oyalayıcı projelerden bireyi kurtaracak ve bireye aklı ve vicdanını harekete geçirerek yaşama müdahale etme enerjisi verecektir.
İnsanın efsane üretip bu efsane hücresinde, geçmiş ya da gelecekte yaşaması, onu sürekli sahte bir zaman dilimine hapsedecek ve hızla çürütecektir. Çağımız, zamanda kayboluşun, piyasanın dizayn ettiği hızın içinde soru sormamanın ve dolayısıyla insanlık değerlerinin askıya alındığı, bireyin sürekli şehvet, şöhret, rüşvet (mülk-para) şeytan üçgeninde kendi anını ve varoluşunu gerçekleştiremeden sıkıştırıldığı korku ve endişe zamanıdır. Bu zamanın içinde ortaya çıkan tedirgin hal, bireyin doğayla ve insanla olan ilişkilerinde büyük mesafeler oluşmasına yol açmıştır. Ne bulutların ilahi dansları, ne yağmurun binlerce yıllık senfonisi, ne kuşların zikirsel cıvıltıları ve ne de insanla gerçek bir ilişki kurmanın verdiği sıcaklık, piyasa düzeninin insanında bir anlam ifade etmez. Kör, sağır ve dilsizdir. Ona göre doğa sürekli anlamsız hareketlerini yapıp durmaktadır. Yaşamı yorucu bir tekrara dönüşmüştür.
Doğayı dinlemek, izlemek ve buradan kendini inşa etmek ve şimdiki zamanda hareket etmek yerine piyasanın metalik, vahşi, hız ve hazla örülü duvarına çarpınca: İzlemek bir sıkıntıya, dinlemek bir uğultuya, konuşmak bir gürültüye dönmüştür.
Tüm ilişkilerde tek belirleyici olan piyasa, temeli mülkün ele geçirilmesi hedefine kilitlenmiş bir insan tipi ürettiği için, mülk edinme dışındaki işler anlamsızlaşır. İnsanın zihnindeki din, dil, tarih, kültür ile oluşan değerler sistemi, yerini, piyasanın tüketim düzeni içinde yer edinmeye bırakır; dolayısıyla para ve statüyle temas etmeyen unsurlar yaşamın kenarına itilir. Mülkün diğer insanlar karşısında getirdiği pozisyonun verdiği büyüleyici durum ve tüketimin keyfi kamçılayıcı şehvet hali, bireyin kendi gerçek anını yaşamasını engeller.
Piyasanın bireyi yaşamın tüm alanlarında, yaptığı tüm işlerde kapitalizmin kesin ve anlamlı gerçekler diye vaaz ettiği davranışlar üzerinden zamanını planlar. Bu planlamayı, kendi içsel kaygılarının, zihinsel ihtiyaçlarının dışında, piyasanın dayattığı bir gerçeklikle yaptığı için de robotlaşır. Piyasa, insanın kendini gerçekleştirmesini, yeteneklerini kendi zihinsel değerleri ile sergilemesini engeller.
Teknolojik gelişime, üretim artışına ve engellenemez bir tüketime koşulan ”büro insanı” diye tarif edilebilecek tip, önceden programlanmış yaşamı, imajlarla örülü kişiliği, dört duvar arasında halktan uzak mekanik ortamıyla kendine dayatılan zamana ve mekana hapsolur. Her iş mekanik bir düzlemde hallolur. Bir makine hızıyla ve aynı sırayla yaşamını sürdürür. Bu görevsel yaşam onu doğadan, insandan, anlamdan uzaklaştırır. Sanal alemin çeşitli argümanlarıyla ihtiyaçlarını giderir. Paranın belirlediği “gerçeklik” tüm ilişkilerine hakimdir. Kapitalizm emreder, o yapar.
Tüm enerjisini ne işe yaradığı belli olmayan bir kariyere harcar. Bu kariyer hangi insani ihtiyaca denk gelir bilmiyorum. Ama mutlaka o hedefe ulaşılmalıdır. Zamanını bu hedef putuna göre planlayacak, her şey onun için heba edilecektir. Tam bir çırpınış ve bilmediği yerden aşama aşama alçalma hali…
Gerçek din ise, tüm bu zamanda kayboluşa ve mekanda çürüyüşe karşı insana kendini gerçekleştirme imkanı veren; varlığın anlamlı, akıllı, planlı ve gayeli olma özelliklerini kişide içselleştiren ve yaşam biçimine dönüştüren bir kendine gelme sürecidir.
“Din, doğasında hazlara ve zevklere karşı ‘acelecilik’ (70/Meariç-19-21) bulunan insanı sabırlı olmaya, dinginliğe, durup düşünüp-taşınmaya ve müteenni (ağırbaşlı) olmaya çağırır.”(İlhami Güler)
Ama dar din anlayışı; piyasa, üretim araçları, üretim ilişkileri, sınıflar gibi yaşadığımız zamanı tarif etmemizi sağlayacak kavramlara yabancı olduğu için; tüm kötülükleri tam tarif edemediği modernizme yükleyip, savunmaya geçerek geleneğin uyuşturucu koynuna kendini bırakmıştır.
Bugünün dünyası da dünün dünyası kadar gerçektir ve en az onun kadar yaşanan bir hayattır. Geleneğin moderniteye üstünlüğüne veya modernitenin geleneğe üstünlüğüne kail olacağımız daha temelsiz ve daha az ikna edici bir kanıt yoktur ortada (Abdülkerim Suruş). “Onlar bir ümmetti geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız ise sizedir.”(Bakara-134)
Müslüman, geçmiştekilerin dini anlayışının en az bugünkülerin dini kavrayışı kadar kendi zamanlarının etkisi altında olduğunu ve kendi çağlarının varsayımlarıyla paralel bulunduğunu vurgular. İnandıkları şey, ”onlar adamsa biz de adamız”dır.
Zamanda onurlu bir şekilde varoluşumuzu sağlaması gereken din, tam aksine zamanın dışında bir bunaltıya dönüşmüştür. Afyon din; dünya ile ahireti birbirine karşıt, şimdiki zamanı cehennem diye tarif ettiği için, tüm güzel şeyleri öbür dünyaya havale ederek kendine inanan kişinin şimdiki zamanda gerçek varoluşunu engeller. Yeryüzünü anlamsız ve çile dolu bir zaman olarak görmek; hareketi, duyarak yaşamayı önler. Oysa doğrusu dünyayı yaşamın her alanında; evde, okulda, mahallede vb. cennete çevirmek olmalıdır. Burasını cennete çeviren cennete, cehenneme çeviren cehenneme gidecektir. Bu cennete çevirme bilinci, yapılan işlere anlam katacak ve birey gerçek an’a dayanan davranışlarda bulunacaktır.
Kuran’ın “hayırlarda yarışmak” diye tarif ettiği davranışlar, ertelemeciliği, yarın kaygısını bir yana bırakıp, hemen şimdi adalet, eşitlik mücadelesine girişmek olarak anlaşılmalıdır. “Yarın ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmak” bilinci bize ahiret anlayışının verdiği ahlakla, dünya işlerinde ölüm kaygısını, yarın tasasını bir kenara bırakıp şimdiki zamanda bulunmamızı sağlıyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmak söylemi, gereksiz tasalardan, bunalımlardan sıyrılıp bunun verdiği enerji ile şimdiki zamana tutunmaktır.
Yarın ölecekmiş gibi yaşamanın verdiği ”yolcu” olma bilinci, nasıl şimdiki zamanı en güzel biçimde doldurmak ise, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya işleri için çalışmanın verdiği motivasyon, insanı ertelemelerden ve zamanın dışında yaşamaktan kurtarır. İkisi arasında bir denge var. Yani ahiret, şimdiki zamanı doğru işlerle doldurarak kazanılacak bir yer olduğu için ve bu zamanın yaşandığı yer dünya olduğu için, bu ikisi arasında bir karşıtlık değil, uyum ve bütünlük vardır.
Ahireti kazanmak sonsuz bir zaferdir. Fakat bu sınavın mekanı olan yeryüzü, varlıkta olduğu gibi, durmadan değişiyor, dönüşüyor. Tarih bu yürüyüşün dışında kalan yapıları ortadan kaldırıyor ve rezil ediyor. Yani çağının sözünü işitmeyen toplumlar ve bireyler kendilerinin oluşturduğu yalancı ve masalsı bir zamanda çürüyor.
Zamanımızın ruhunu kavramak ve vaziyetimizi buradan şekillendirmek için, diğer değişim alanlarında olduğu gibi bilginin de değiştiğini kabul etmeliyiz. Bilgiyi mutlaklaştırıp tüm davranışları kontrol edecek sınırlar çizmek, niyetten bağımsız olarak sonucu hiç tahmin edemeyeceğimiz yerlere getirebilir. Hakikati bütün boşluklarını doldurarak kavramak ve buradan kesin üst-anlatılar üretmek mümkün değildir. Nice büyük kafalar yanılmıştır ya da tarih onları doğrulamamıştır. Dolayısıyla tarihteki büyük kafaları referans alarak, buradan kişi paganizmi üreterek, onlar gerekeni söyledi deyip kenarda oturmak olmaz. Her çağın bir sözü vardır ve söylenmelidir. Akıp giden zaman doğru anlaşılmazsa buradan üretilen bilgi ile dürüst ve erdemli davranışlar sergilenmezse insan ziyandadır.
Geçmişe dönme isteği ya da orada takılıp kalmanın pasif hali gelenekçilik, aktif hali de dinsel fanatizmdir. İkisi de kimlikçidir ve bir insanlık dini olan İslam’ı, dünyadaki bazı insanların dini haline getirir. Oysa Allah’ın dediğini uygulamak bazen Müslüman olmayanlara nasip olabilir. Ortak iyi(maruf), entegrizme heba edilemez.
Şu halde; dinin insana önerdiği bilgi, ortak iyi(evrensel) temelinde genel ve kapsayıcı bir bilgidir. Bu bilginin yaşanabilir hale gelmesi, yani ayrıntılandırılması için insanlık tarihinin birikimleri sonucu elde edilen veriler kullanılmalıdır.
Dinin önerdiği adaleti, eşitliği, ahlakı sağlayabilmek için araçlar farklı farklı olabilir. Burada araca takılıp kalmak gelenekçiliktir. Gelenekçilik zaman içinde kendine steril bir alan üretip düzen içi bir ahlak geliştirerek etrafına kör, sağır ve dilsiz kalır. Yani yünlü seccadelerde namazını kılar, yüzünde tebessüm camiye gider gelir, yolda çocuklara şeker verir; ama etrafında baskı, sömürü, zulüm kol gezmektedir. Sömürüyü kader olarak görüp, dini abdestli kapitalizme çevirmese ve çevresini afyonlamasa sorun yok. Ne yaparsa yapsın. Ama bu ne işe yaradığı belli olmayan sahte ve arkaik ahlak anlayışı din’i tekeline alınca, İslam’ın şimdiki zamana söyleyeceği ve insanlık için hayati olan sözü söylenemiyor.
Kapitalizmin kendisini “tarihin sonu” olarak dayattığı ve karşısında olan yapıları sözsüz bıraktığı, sömürünün kitleler tarafından içselleştiği zamanlardayız. Piyasa hızla zihinleri de alt-üst ederek her şeyi yutuyor. Piyasa tanrısının belirleyici olduğu bir düzende, Kuran’ın önerdiği toplum ve bireyin ortaya çıkması zordur. İslam, ortaya çıktığı coğrafyada önce oradaki mevcut tefeci-bezirgan düzenini hedef almıştır. Bugün de Allah’ın dolayısıyla halkın karşısında olan şirk unsurlarını, günümüzün putlarını tespit etmeli ve bunların karşılığı olan vahşi kapitalizmle mücadele edilmelidir.
Hız ve haz düzeninin zamanı içinde kaybolmayı önleyen, geçmiş zamanın avuntularında ya da gelecek zamanın “bir gün mutlaka” vesvesesi ile oluşan projelerinde ”gerçek anı” yaşayamayan parçalı kişilikten insanı kurtaran, anı anlamlandıran bireye yön ve hareket kazandıran İslam; namaz, oruç, infak, hac ibadetleriyle kişinin kendi gerçek zamanını üretmesini sağlar ve dinin temeli olan eşitlik ve adaleti sağlama mücadelesinde namazda aynı safta, infakta aynı gelirde, hacta aynı elbisede oruçta açlıkta eşitler,tevhid eder.
İslam hırsları ve arzuları dengeler, insanın ruhundaki mülkiyet tutkusunun köklerini psikolojik- metafizik argümanlarıyla kurutur. İnsanı sadece ekonomik bir varlık olarak gören düzenlere karşı; ekonomik meseleleri çözdüğü gibi insanın büyük sorularına da cevap verir. Zaman ile İslam arasında bir çelişki olmaz. Bunun kaynağı dini bilgi değil, insanların dini bilgiyi nasıl anladığıdır. Yaşadığımız çağı Allah’ın emekliye ayrıldığı bir zaman olarak göremeyiz. Allah insandan umudu kesmemiştir. Çünkü çocuklar doğmaya devam ediyor. Varlığın muhteşem döngüsü sürüyor. Dün ne kadar anlamlı ise bugün daha da anlamlıdır. Garaudy’nin ifadesiyle bunca karmaşanın içinde İslam bir kurtuluş adası olarak durmaktadır.
Tarih bize sorunlara çözüm üreteceğimiz ve faydasız, zaman dışı anlatılara takılıp kalmayacağımız geniş bir ufuk sağlar. İnsanlık farklı coğrafi bölgelerde farklı zaman ve seviyelerde olmakla beraber; köleci, feodal, kapitalist aşamaları yaşamış, burada üretilen teorileri görmüş ve bugünkü tekelci düzene gelmiştir. İnsanın aklını harekete geçirmesi bu birikimi bilmek; ama mutlaka zamanının gerçeklerini görmek ile mümkündür.
İslam’ın feodal toplumdaki sözü ile kapitalist toplumdaki sözü tevhit ve adalet temelli olmakla beraber, aynı değildir. Elektriğin olmadığı bir dönemin fıkhı ile teknolojinin akıl almaz bir noktaya geldiği internet çağında yaşayamayız. Sanayi devrimi, aydınlanma, iki dünya savaşı, küreselleşme süreçleri ile beraber yeni şirk alanları ve insan zihnini kontrol eden kavramlar çıkmıştır. Kapitalizmin doğaya, insan zihnine ve vicdanına saldırısı yeryüzünü bir kaosa doğru sürüklemektedir. Bu kaosun sebebi para hegemonyasıdır. İslam bu hegemonyaya karşı bir alternatif olmazsa, yapılacak işler zaman içinde bir kimlik gösterisi ve çeşitli dinsel ayinler olacaktır. Ama Kuran’ın hükmü kesindir: ”Zalimler nasıl bir yenilgiye uğrayacaklarını mutlaka görecektir”.
Sonuçta; orta ümmet olmakla, çağımızın teorik karmaşası karşısında insanlık tarihinden süzülüp gelen akli ve ahlaki kavramlarla bilincimizi derlemek ve vicdan kalelerimizi inşa etmek arasında doğrudan bir ilişki var.
Parçalı kişilikten, şimdiki zamanda denklik hesabını yapan, ortak iyi çerçevesinde, bize zaman içinde gerçek bir varoluş imkanı verecek bileşkeyi oluşturan gerçek bir insan olmak için, gerçek din ile zamanda beraber yürümek gereklidir.
En küçük atomdan, kozmik sisteme kadar muhteşem dönüş sürmektedir. Zaman akmaktadır: ”Nereye gidiyorsunuz?” (Kuran, 81/26)
Heidegger’in dediği gibi: Gerçek ana ve ölüm duygusuna dayanmayan hiçbir var oluş, gerçek bir varoluş değildir. Eğer umutlar sürekli yarına bırakılırsa insanın kendini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Şimdiki zamanı anlamlandırmak ve onu sahici işlerle doldurmak gerçek bir var oluşun önemli bir temelidir.
Hem kendi çağının insanı olmak, hem de bu sınırlı zaman içinde “gerçek anı” doğru, faydalı ve insanlığın hizmetinde yapılacak işlerle doldurmak, geçmişin hurafelerinden ve geleceğe ertelenen oyalayıcı projelerden bireyi kurtaracak ve bireye aklı ve vicdanını harekete geçirerek yaşama müdahale etme enerjisi verecektir.
İnsanın efsane üretip bu efsane hücresinde, geçmiş ya da gelecekte yaşaması, onu sürekli sahte bir zaman dilimine hapsedecek ve hızla çürütecektir. Çağımız, zamanda kayboluşun, piyasanın dizayn ettiği hızın içinde soru sormamanın ve dolayısıyla insanlık değerlerinin askıya alındığı, bireyin sürekli şehvet, şöhret, rüşvet (mülk-para) şeytan üçgeninde kendi anını ve varoluşunu gerçekleştiremeden sıkıştırıldığı korku ve endişe zamanıdır. Bu zamanın içinde ortaya çıkan tedirgin hal, bireyin doğayla ve insanla olan ilişkilerinde büyük mesafeler oluşmasına yol açmıştır. Ne bulutların ilahi dansları, ne yağmurun binlerce yıllık senfonisi, ne kuşların zikirsel cıvıltıları ve ne de insanla gerçek bir ilişki kurmanın verdiği sıcaklık, piyasa düzeninin insanında bir anlam ifade etmez. Kör, sağır ve dilsizdir. Ona göre doğa sürekli anlamsız hareketlerini yapıp durmaktadır. Yaşamı yorucu bir tekrara dönüşmüştür.
Doğayı dinlemek, izlemek ve buradan kendini inşa etmek ve şimdiki zamanda hareket etmek yerine piyasanın metalik, vahşi, hız ve hazla örülü duvarına çarpınca: İzlemek bir sıkıntıya, dinlemek bir uğultuya, konuşmak bir gürültüye dönmüştür.
Tüm ilişkilerde tek belirleyici olan piyasa, temeli mülkün ele geçirilmesi hedefine kilitlenmiş bir insan tipi ürettiği için, mülk edinme dışındaki işler anlamsızlaşır. İnsanın zihnindeki din, dil, tarih, kültür ile oluşan değerler sistemi, yerini, piyasanın tüketim düzeni içinde yer edinmeye bırakır; dolayısıyla para ve statüyle temas etmeyen unsurlar yaşamın kenarına itilir. Mülkün diğer insanlar karşısında getirdiği pozisyonun verdiği büyüleyici durum ve tüketimin keyfi kamçılayıcı şehvet hali, bireyin kendi gerçek anını yaşamasını engeller.
Piyasanın bireyi yaşamın tüm alanlarında, yaptığı tüm işlerde kapitalizmin kesin ve anlamlı gerçekler diye vaaz ettiği davranışlar üzerinden zamanını planlar. Bu planlamayı, kendi içsel kaygılarının, zihinsel ihtiyaçlarının dışında, piyasanın dayattığı bir gerçeklikle yaptığı için de robotlaşır. Piyasa, insanın kendini gerçekleştirmesini, yeteneklerini kendi zihinsel değerleri ile sergilemesini engeller.
Teknolojik gelişime, üretim artışına ve engellenemez bir tüketime koşulan ”büro insanı” diye tarif edilebilecek tip, önceden programlanmış yaşamı, imajlarla örülü kişiliği, dört duvar arasında halktan uzak mekanik ortamıyla kendine dayatılan zamana ve mekana hapsolur. Her iş mekanik bir düzlemde hallolur. Bir makine hızıyla ve aynı sırayla yaşamını sürdürür. Bu görevsel yaşam onu doğadan, insandan, anlamdan uzaklaştırır. Sanal alemin çeşitli argümanlarıyla ihtiyaçlarını giderir. Paranın belirlediği “gerçeklik” tüm ilişkilerine hakimdir. Kapitalizm emreder, o yapar.
Tüm enerjisini ne işe yaradığı belli olmayan bir kariyere harcar. Bu kariyer hangi insani ihtiyaca denk gelir bilmiyorum. Ama mutlaka o hedefe ulaşılmalıdır. Zamanını bu hedef putuna göre planlayacak, her şey onun için heba edilecektir. Tam bir çırpınış ve bilmediği yerden aşama aşama alçalma hali…
Gerçek din ise, tüm bu zamanda kayboluşa ve mekanda çürüyüşe karşı insana kendini gerçekleştirme imkanı veren; varlığın anlamlı, akıllı, planlı ve gayeli olma özelliklerini kişide içselleştiren ve yaşam biçimine dönüştüren bir kendine gelme sürecidir.
“Din, doğasında hazlara ve zevklere karşı ‘acelecilik’ (70/Meariç-19-21) bulunan insanı sabırlı olmaya, dinginliğe, durup düşünüp-taşınmaya ve müteenni (ağırbaşlı) olmaya çağırır.”(İlhami Güler)
Ama dar din anlayışı; piyasa, üretim araçları, üretim ilişkileri, sınıflar gibi yaşadığımız zamanı tarif etmemizi sağlayacak kavramlara yabancı olduğu için; tüm kötülükleri tam tarif edemediği modernizme yükleyip, savunmaya geçerek geleneğin uyuşturucu koynuna kendini bırakmıştır.
Bugünün dünyası da dünün dünyası kadar gerçektir ve en az onun kadar yaşanan bir hayattır. Geleneğin moderniteye üstünlüğüne veya modernitenin geleneğe üstünlüğüne kail olacağımız daha temelsiz ve daha az ikna edici bir kanıt yoktur ortada (Abdülkerim Suruş). “Onlar bir ümmetti geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız ise sizedir.”(Bakara-134)
Müslüman, geçmiştekilerin dini anlayışının en az bugünkülerin dini kavrayışı kadar kendi zamanlarının etkisi altında olduğunu ve kendi çağlarının varsayımlarıyla paralel bulunduğunu vurgular. İnandıkları şey, ”onlar adamsa biz de adamız”dır.
Zamanda onurlu bir şekilde varoluşumuzu sağlaması gereken din, tam aksine zamanın dışında bir bunaltıya dönüşmüştür. Afyon din; dünya ile ahireti birbirine karşıt, şimdiki zamanı cehennem diye tarif ettiği için, tüm güzel şeyleri öbür dünyaya havale ederek kendine inanan kişinin şimdiki zamanda gerçek varoluşunu engeller. Yeryüzünü anlamsız ve çile dolu bir zaman olarak görmek; hareketi, duyarak yaşamayı önler. Oysa doğrusu dünyayı yaşamın her alanında; evde, okulda, mahallede vb. cennete çevirmek olmalıdır. Burasını cennete çeviren cennete, cehenneme çeviren cehenneme gidecektir. Bu cennete çevirme bilinci, yapılan işlere anlam katacak ve birey gerçek an’a dayanan davranışlarda bulunacaktır.
Kuran’ın “hayırlarda yarışmak” diye tarif ettiği davranışlar, ertelemeciliği, yarın kaygısını bir yana bırakıp, hemen şimdi adalet, eşitlik mücadelesine girişmek olarak anlaşılmalıdır. “Yarın ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmak” bilinci bize ahiret anlayışının verdiği ahlakla, dünya işlerinde ölüm kaygısını, yarın tasasını bir kenara bırakıp şimdiki zamanda bulunmamızı sağlıyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmak söylemi, gereksiz tasalardan, bunalımlardan sıyrılıp bunun verdiği enerji ile şimdiki zamana tutunmaktır.
Yarın ölecekmiş gibi yaşamanın verdiği ”yolcu” olma bilinci, nasıl şimdiki zamanı en güzel biçimde doldurmak ise, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya işleri için çalışmanın verdiği motivasyon, insanı ertelemelerden ve zamanın dışında yaşamaktan kurtarır. İkisi arasında bir denge var. Yani ahiret, şimdiki zamanı doğru işlerle doldurarak kazanılacak bir yer olduğu için ve bu zamanın yaşandığı yer dünya olduğu için, bu ikisi arasında bir karşıtlık değil, uyum ve bütünlük vardır.
Ahireti kazanmak sonsuz bir zaferdir. Fakat bu sınavın mekanı olan yeryüzü, varlıkta olduğu gibi, durmadan değişiyor, dönüşüyor. Tarih bu yürüyüşün dışında kalan yapıları ortadan kaldırıyor ve rezil ediyor. Yani çağının sözünü işitmeyen toplumlar ve bireyler kendilerinin oluşturduğu yalancı ve masalsı bir zamanda çürüyor.
Zamanımızın ruhunu kavramak ve vaziyetimizi buradan şekillendirmek için, diğer değişim alanlarında olduğu gibi bilginin de değiştiğini kabul etmeliyiz. Bilgiyi mutlaklaştırıp tüm davranışları kontrol edecek sınırlar çizmek, niyetten bağımsız olarak sonucu hiç tahmin edemeyeceğimiz yerlere getirebilir. Hakikati bütün boşluklarını doldurarak kavramak ve buradan kesin üst-anlatılar üretmek mümkün değildir. Nice büyük kafalar yanılmıştır ya da tarih onları doğrulamamıştır. Dolayısıyla tarihteki büyük kafaları referans alarak, buradan kişi paganizmi üreterek, onlar gerekeni söyledi deyip kenarda oturmak olmaz. Her çağın bir sözü vardır ve söylenmelidir. Akıp giden zaman doğru anlaşılmazsa buradan üretilen bilgi ile dürüst ve erdemli davranışlar sergilenmezse insan ziyandadır.
Geçmişe dönme isteği ya da orada takılıp kalmanın pasif hali gelenekçilik, aktif hali de dinsel fanatizmdir. İkisi de kimlikçidir ve bir insanlık dini olan İslam’ı, dünyadaki bazı insanların dini haline getirir. Oysa Allah’ın dediğini uygulamak bazen Müslüman olmayanlara nasip olabilir. Ortak iyi(maruf), entegrizme heba edilemez.
Şu halde; dinin insana önerdiği bilgi, ortak iyi(evrensel) temelinde genel ve kapsayıcı bir bilgidir. Bu bilginin yaşanabilir hale gelmesi, yani ayrıntılandırılması için insanlık tarihinin birikimleri sonucu elde edilen veriler kullanılmalıdır.
Dinin önerdiği adaleti, eşitliği, ahlakı sağlayabilmek için araçlar farklı farklı olabilir. Burada araca takılıp kalmak gelenekçiliktir. Gelenekçilik zaman içinde kendine steril bir alan üretip düzen içi bir ahlak geliştirerek etrafına kör, sağır ve dilsiz kalır. Yani yünlü seccadelerde namazını kılar, yüzünde tebessüm camiye gider gelir, yolda çocuklara şeker verir; ama etrafında baskı, sömürü, zulüm kol gezmektedir. Sömürüyü kader olarak görüp, dini abdestli kapitalizme çevirmese ve çevresini afyonlamasa sorun yok. Ne yaparsa yapsın. Ama bu ne işe yaradığı belli olmayan sahte ve arkaik ahlak anlayışı din’i tekeline alınca, İslam’ın şimdiki zamana söyleyeceği ve insanlık için hayati olan sözü söylenemiyor.
Kapitalizmin kendisini “tarihin sonu” olarak dayattığı ve karşısında olan yapıları sözsüz bıraktığı, sömürünün kitleler tarafından içselleştiği zamanlardayız. Piyasa hızla zihinleri de alt-üst ederek her şeyi yutuyor. Piyasa tanrısının belirleyici olduğu bir düzende, Kuran’ın önerdiği toplum ve bireyin ortaya çıkması zordur. İslam, ortaya çıktığı coğrafyada önce oradaki mevcut tefeci-bezirgan düzenini hedef almıştır. Bugün de Allah’ın dolayısıyla halkın karşısında olan şirk unsurlarını, günümüzün putlarını tespit etmeli ve bunların karşılığı olan vahşi kapitalizmle mücadele edilmelidir.
Hız ve haz düzeninin zamanı içinde kaybolmayı önleyen, geçmiş zamanın avuntularında ya da gelecek zamanın “bir gün mutlaka” vesvesesi ile oluşan projelerinde ”gerçek anı” yaşayamayan parçalı kişilikten insanı kurtaran, anı anlamlandıran bireye yön ve hareket kazandıran İslam; namaz, oruç, infak, hac ibadetleriyle kişinin kendi gerçek zamanını üretmesini sağlar ve dinin temeli olan eşitlik ve adaleti sağlama mücadelesinde namazda aynı safta, infakta aynı gelirde, hacta aynı elbisede oruçta açlıkta eşitler,tevhid eder.
İslam hırsları ve arzuları dengeler, insanın ruhundaki mülkiyet tutkusunun köklerini psikolojik- metafizik argümanlarıyla kurutur. İnsanı sadece ekonomik bir varlık olarak gören düzenlere karşı; ekonomik meseleleri çözdüğü gibi insanın büyük sorularına da cevap verir. Zaman ile İslam arasında bir çelişki olmaz. Bunun kaynağı dini bilgi değil, insanların dini bilgiyi nasıl anladığıdır. Yaşadığımız çağı Allah’ın emekliye ayrıldığı bir zaman olarak göremeyiz. Allah insandan umudu kesmemiştir. Çünkü çocuklar doğmaya devam ediyor. Varlığın muhteşem döngüsü sürüyor. Dün ne kadar anlamlı ise bugün daha da anlamlıdır. Garaudy’nin ifadesiyle bunca karmaşanın içinde İslam bir kurtuluş adası olarak durmaktadır.
Tarih bize sorunlara çözüm üreteceğimiz ve faydasız, zaman dışı anlatılara takılıp kalmayacağımız geniş bir ufuk sağlar. İnsanlık farklı coğrafi bölgelerde farklı zaman ve seviyelerde olmakla beraber; köleci, feodal, kapitalist aşamaları yaşamış, burada üretilen teorileri görmüş ve bugünkü tekelci düzene gelmiştir. İnsanın aklını harekete geçirmesi bu birikimi bilmek; ama mutlaka zamanının gerçeklerini görmek ile mümkündür.
İslam’ın feodal toplumdaki sözü ile kapitalist toplumdaki sözü tevhit ve adalet temelli olmakla beraber, aynı değildir. Elektriğin olmadığı bir dönemin fıkhı ile teknolojinin akıl almaz bir noktaya geldiği internet çağında yaşayamayız. Sanayi devrimi, aydınlanma, iki dünya savaşı, küreselleşme süreçleri ile beraber yeni şirk alanları ve insan zihnini kontrol eden kavramlar çıkmıştır. Kapitalizmin doğaya, insan zihnine ve vicdanına saldırısı yeryüzünü bir kaosa doğru sürüklemektedir. Bu kaosun sebebi para hegemonyasıdır. İslam bu hegemonyaya karşı bir alternatif olmazsa, yapılacak işler zaman içinde bir kimlik gösterisi ve çeşitli dinsel ayinler olacaktır. Ama Kuran’ın hükmü kesindir: ”Zalimler nasıl bir yenilgiye uğrayacaklarını mutlaka görecektir”.
Sonuçta; orta ümmet olmakla, çağımızın teorik karmaşası karşısında insanlık tarihinden süzülüp gelen akli ve ahlaki kavramlarla bilincimizi derlemek ve vicdan kalelerimizi inşa etmek arasında doğrudan bir ilişki var.
Parçalı kişilikten, şimdiki zamanda denklik hesabını yapan, ortak iyi çerçevesinde, bize zaman içinde gerçek bir varoluş imkanı verecek bileşkeyi oluşturan gerçek bir insan olmak için, gerçek din ile zamanda beraber yürümek gereklidir.
En küçük atomdan, kozmik sisteme kadar muhteşem dönüş sürmektedir. Zaman akmaktadır: ”Nereye gidiyorsunuz?” (Kuran, 81/26)
muslumansol.net