Kur’ân’ın ortak insanlık değerleri olan barış (İslâm), güven (iman), eşitlik (sevâ), adâlet, kıst, paylaşım (zekât), dayanışma (salât), direniş (sabr) ve özgürlük (hurriye) dışında kalan bütün şeriat hükümleri kendi devrini bağlar. Tüm şeriatların olduğu gibi İslâm şeriatının da yerel ve tarihsel bir gerçeklik olduğunu, evrensel hükümler taşımadığını, 1400 yıl önceki Arap-Mezopotamya kültür dünyasında bir karşılığının bulunduğunu kanıtlarıyla ortaya koymamız gerekir. Kur’ân’daki şeriat hükümleri ile Peygamber pratiklerindeki şeriat uygulamaları Müslümanların tüm devirlerini kapsayamaz. Çünkü hukûkî hüküm ve uygulamaların oluşum ortamı kendi şartlarında, kendi toplum algısında ve kendi kültür evreninde gerçekleşmiştir. O nedenle konuyu antropolojik çerçevede açıklamaya çalışacağım:
- İbrâhîm Peygamber, kendi çağının anlayışına tepki olarak Mina’da[1] insan yerine hayvan kesmişti. Tevrat’ta ilk doğan bebeklerin kurban edildiğinden bahsedilir.[2] Câhiliye Araplarından bazıları Sabah Yıldızı’na insan veya deve kurban ederdi. Erkek veya kız çocukları ile esirler Uzzâ’ya[3] da kurban edilirdi. Abdü’l-Muttalip, zemzem kuyusunun kazılması sırasında gördükleri zorluklar nedeniyle kuyuyu bitirirlerse bir oğlunu kurban etmeye söz verir. Buradan da insan kurbanının normal görüldüğü anlaşılabilir. Kâbe etrafında 360 put vardı ve herbiri bir kabîleye aitti. Putların dibinde ve kabir başlarında kurban kesilirdi. Cinler için kurban kesildiği gibi cömertlik gösterisi olarak da kurban kesilirdi. Kimi Araplar canlı hayvandan et keserdi.
Araplarda şeytan yarması denilen bir kurban şekli vardı. Buna göre hayvanın damarları kesilmeden hayvan ölüme terk edilirdi. Buradaki amaç kan içen Arapların kanı boşa harcamama fikriydi. Câhiliye Arapları bebeğin ilk saç tıraşında onun için akîka[4] denilen bir kurban keserdi. Hayvanın ilk doğurduğu yavru, putlar için kesilir ve hayvanın kanı putun tepesinden akıtılırdı, bu hayvana fer’a denirdi. Araplar, recep ayında ensâb denilen boz renkli taşların/putların dibinde kestikleri kurbanlara atîre[5] derdi. Atîre kurbanı gıda ve su bolluğu umuduyla kesilirdi. Kurban kesilen yerlere el-ıtr[6] denirdi.
Câhiliye Arapları hayvan kurban kesmeyi İbrâhîm Peygamber’e dayandırır[7] ve kestikleri hayvanların kıyâmet gününde sırat köprüsünde binekleri olacağına inanırlardı. Yahûdîlerin adak kurbanı anlayışı Araplarda da vardı.[8] Câhiliye Arapları adadıkları hayvanın etini yemez, hayırlı bir durumla karşılaştıklarında akika denilen bir hayvan keserdi. Tüm bunların İslâm kültürü ve şeriatı içinde devam ettiğine tanık oluruz.[9]
- Meşhur Fil Olayı,[10] Kâbe’ye mallar getirerek Kâbe’deki putlar için kurbanların kesilmesi ve bu eylemden dolayı yardım beklentisine girilmesi,[11] Peygamber’in eşi Ayşe’ye iftira atılması,[12] Ayşe’ye zina suçlaması yapıldığında Ömer’in “Bu büyük bir iftiradır.” çıkışında bulunması,[13] Bedir ve Uhud savaşları,[14] Yahûdî ve Hristiyanlarla ilişkiler;[15] salât, oruç, hac, zekât, karz-ı hasen gibi toplumsal yardımlaşma eylemleri; zıhar meselesi,[16] Arap hacıların hacdan eve döndüklerinde evlerine evin kapısından girmemeleri âdeti,[17] boyunlara halka geçirilmesi,[18] göğün yedi kat diye tanımlanması,[19] hurma lifi benzetmesi,[20] deve iğne deliğinden geçerse deyiminin kullanılması,[21] Yahûdîliği seçen Himyeri kralı Zu-Nuvas’ın Hristiyanları Uhdûd denilen içi ateşle yanan hendeklere atmasının anlatılması,[22] aslandan kaçan yaban eşeği benzetmesi,[23] Mekke ileri gelenlerinin vicdân elçisi Muhammed’e tıpkı Şuayıp Peygamber’e söylenen “Eğer kabîlen arkanda durmasaydı seni taşa tutarak öldürürdük.” anlamındaki tehdidi,[24] özellikle Temim kabîlesinde kızları canlı biçimde gömmenin yaygın olması;[25] Kâbe’ye Lat, Uzzâ ve Menat totemlerinin konulması,[26] Medîne’ye göç edildiğinde vicdân elçisi Muhammed’in Yesrip kralı olacağı korkusu yaşayanların korkularını Belkıs-Süleyman kıssası üzerinden giderecek sözlerin aktarılması,[27] İbrâhîm’in dilinden Mekke’nin tarıma elverişsiz bir vadide olduğunun belirtilmesi,[28] Arapların inancındaki Kâbe’yi İbrâhîm ile İsmâîl’in yaptığı kabulü,[29] Mekke’nin zenginlikten şişmiş kimselerinin vicdân elçisi Muhammed’e “Ayak takımı dışında seni takip eden kimse yok.” diyerek onun sözlerini dinlemekten kaçınması ve sınıfsal bir ayrım ortaya koyması[30] gibi olay ve durumlar Mekke ve Medîne’de yaşanmış veya söylenmiş olanların Kur’ân’daki tarihsel aktarımlarıdır. Bu örnekler Kur’ân’ın toplumla doğrudan ilişkili bir metin olduğunu, Kur’ân’ı anlamak için tarihi takip etmek gerektiğini ve Kur’ân’ın tarihsel bir karakter taşıdığını gösterir.
- Mekkeli egemen güçlerin Mekke dışından gelen hacı adaylarına şehir dışından yiyecek ve giyecek getirmelerini yasaklaması, hacı adaylarının Mekke içinden alışveriş yapmalarını zorlaması ve buna dinsel sahte dayanaklar uydurarak zenginleşmeleri, ürettikleri sembolik heykellere tanrılık veya Tanrı’ya aracılık karizması verenlerin vicdân elçi Muhammed’e “Güçlü olmazsak düşmanlarımız bizi vatanımızdan sürüp atar, bu nedenle ekonomik güç tekelleri[31] oluşturmamıza neden olan Kâbe kaynaklı dinsel karizmadan vazgeçemeyiz.” biçimindeki itirazı,[32] Medîne’nin asıl adının Yesrib olduğu,[33] çöl halkının konuşma ve seslenme âdâbı bilmemesi;[34] Kâbe merkezli ticaretin güven içinde yapılması için genelde muharrem, recep, zi’l-kâde ve zi’l-hicce aylarının barış ayları kabul edilmesi,[35] Mekke ve Medînelilerin kutsadıkları putların Tanrı’ya yakınlaştırdıkları düşüncesi,[36] putların bir arada tutulduğu ve tapınma ritüellerinin yapıldığı alana tâğut denilmesi,[37] vicdân elçisi Muhammed ile Hristiyanların arasında müşrikler ile Yahûdîlere göre daha sıcak bir ilişkilerin olması,[38] öfkeyle kalkanın zararla oturacağının şeytan kelimesiyle sembolleştirilmesi,[39] Ficar Savaşları nedeniyle Mekke’ye egemen olmak isteyen ve bu amaçla kabîlelerin birbirleriyle savaşmalarında derin ve ciddi etkisi olan Sâsânîlerden hoşlanmayan vicdân elçisi Muhammed’in Bizans-Sasani savaşında Bizans’ı tutması,[40] vicdân elçisi İsa’dan önce Yahûdî zihniyetine karşı çıkarak Basra’ya yerleşmiş olan Yahya taraftarı Sâbiîler hakkında olumsuz sözler söylenmemesi;[41] Mekke’de Zerdüşt/Mazdek fikrini benimseyen Ebû Süfyân, Velid bin Muğîre, Âs bin Vâil, Ubey bin Halef, Ukbe bin Ebû Muayt, Nadr bin Hâris, Münebbih bin Haccâc ve Nubeyh bin Haccâc’ın Kureyş zındıkları diye tanınması ve bunların ölüm sonrası dirilişin olmayacağı iddiâsına karşı yanıt verilmesi[42] Kur’ân âyetlerinin belli bir coğrafya, belli bir kültür ve tarihten çıktığını göstermektedir. Çünkü bunların hiçbiri Orta Asyalı bir çoban, Avrupalı şato sahipleri, Kanada’da yaşayan yerli, Afrikalı zenci ve Latin Amerikalı İnka için bir anlam ifade etmeyen Arap kültür ve tarihidir.
- Hac, Yahûdîlerin hag dedikleri ve bir şeyin etrafında dönmeyi anlatan bir kelimedir. Yahûdîler bunu bayram günü yapılan tavaf için kullanırdı. Umrede de tavaf yapılırdı. Haccın hem uygulanma biçimi hem terimleri[43] hem de Kusay’ın[44] uydurduğu meş’ar-i haram[45] terimi Kur’ân’da kullanılmıştır. Mekkeli müşriklerin ritüelinde kullandığı Safâ ve Merve tepeleri,[46] Mina, Müzdelife[47] ve Arafat[48] İslâmî Dönem’de de hac ritüelinin içine dahil edilmiştir. Câhiliye Arapları hac mevsiminde harem[49] sınırları içinde ağaç kesmez ve ot yolmazdı.
Yahûdîlerde başrahip dikişsiz elbise giyerdi. Matem tutanlar ise yalın ayak ve başı açık olmak zorundaydı. Tevrat’ın Nasrânî adağında saç kesilmez ve baş taranmazdı.[50] Bunların İslâmî Dönem haccında da aynen uygulandığını görürüz. Câhiliye Arapları ihram giyer ve saçı tıraş ettirerek ihramını çıkarırdı.[51] Yahûdîler, Kâbe’yi soldan sağa doğru yedi kere dönmeye bir tavaf derdi. Mekkeliler de onlar gibi yapar ve tavafın ardından günahlarından temizlendiklerini düşünürlerdi. Medîneli Araplar, tavafı bitirince Merve tepesine gelir, orada sa’y[52] yapar ve Menat’ın yanı başında tıraş olup ihramını çıkarır, Mekkeli Araplar da Safâ tepesindeki İsaf adlı putun yanı başında tıraş olup ihramından çıkardı. Hacda söylenen telbiye[53] içinde Muhammedî öğretiye ters olanlar çıkarılarak devam ettirildi ve tekbirler aynen sürdürüldü. Araplar belirlenmiş yedi toteme her birine üç adet taş atmak kaydıyla yirmi bir taş atardı. Şeytan taşlama geleneği de bunun devamıdır. Câhiliye Arapları, Kâbe’nin hicr/hatim denilen kavisli yerinde yapılan duaların kabul olacağına inanırdı. Câhiliye Arapları vicdân elçisi İbrâhîm’in ayak izinin olduğuna inandıkları bir yerde tavaf bitince namaz kılardı. Zemzem, Câhiliye Dönemi Araplarınca sağlık getirmesi dileğiyle evlere götürülürdü. Zemzem suyunu hacılara dağıtma görevi Kusay’ın[54] görevlendirdiği kabîle tarafından günümüze kadar sürdürülmektedir. Tüm bunlar İslâm’ın Arap-Yahûdî geleneği arasındaki sıkı ilişkisini ve Kur’ân’ın tarihsel karakter taşıdığını gösterir.[55]
- Yahûdîler ile Câhiliye Arapları hilâle göre oruca başlar veya orucu bitirir, hilâl gözetleme görevlileri tayin ederlerdi. Kur’ân’daki beyaz ve siyah iplik benzetmesi[56] bir Yahûdî benzetmesinden alıntıydı. Mekke’nin Câhiliye Arapları 10 Muharrem’de aşure orucu tutar ve Kâbe’nin örtüsünü değiştirirdi. Vicdân elçisi Muhammed de o gün onlarla birlikte oruç tutardı. İslâm öncesinde Yahûdîlerin öncülük ettiği ve Câhiliye Araplarının da uyduğu Tanrı’ya teşekkür (şükür),[57] sessiz kalma ve recep ayı oruçları vardı. Yahûdîlerde ayın 14 ve 15. günlerinde oruç tutma yaygındı. İslâmî Dönem’de Yahûdîlerin bu geleneği eyyâm-ı biz[58] adıyla sürdürüldü ve o günler oruçlu geçirildi. Bu örnekler, İslâm’ı yakın teması olan dîn ve kültürlerin dışında düşünemeyeceğimizi gösterir.[59]
- Zerdüşt/Mecûsî kültürünün Araplar ve Mekke üzerindeki etkileri yadsınamaz.[60] Çünkü Zerdüşt inancında iyi ve kötüyü ayıran kıyâmet gününün geleceğine, âhiret âleminde bir terazi kurulacağına, bıçak gibi keskin bir köprüden geçileceğine, köprüden günahkârların geçemeyerek cehenneme düşeceğine, iyilerin kızlarla zevk âlemine dalacağına, iyiler için sütten nehirlerin olacağına inanmak şarttı. Kur’ân, Câhiliye Araplarının bildiği bu inancı aynen kullanarak cennet betimlemelerini buradan yapmasıyla kendisinin bölgesel ve tarihsel bir söylem olduğunu bir kez daha göstermiştir. Mecûsîlikten Câhiliye Araplarına geçen kimi âdetler de önemliydi. Örneğin Mecûsîler beş vakit tapınır ve tapınma öncesinde temizlik yapardı. Mekkeli Câhiliye Araplarının çok iyi tanıdığı Sâbiîlerde dua biçiminde tapınma, abdest, oruç, kutsal gün ve tapınak ile hayvan kurban etme ritüelleri vardı. Sâbiîler totemlere karşı kıyâm, rüku ve secde hareketleriyle saygısını gösterir; sarhoş eden içecekleri içmezlerdi. Çok daha ilginci dinlerini Âdem’den başlayan, kendilerine kadar devam eden bir inanç süreci kabul ederler ve âhiret denilen bir günün geleceğinden bahsederlerdi. İslâm kültürü denilen kültürün Zerdüşt ve Sâbiî kültürüyle ilişkisi neredeyse birebir kopyadır.[61]
- Haram aylar, Câhiliye Araplarının[62] Kâbe ticaretini güvene almak için uydurdukları aylardı. Bu aylarda yapıldığı için günah sayılan savaşlara da Ficâr Savaşları denirdi. Mekke’nin Câhiliye Dönemi Arapları yevmu’l-arûbe[63] dedikleri bir günde tıpkı Yahûdîler gibi bir araya gelir ve Ka’b bin Lüey’in[64] Araplar içinde başlattığı bir gelenek olarak konuşma[65] yaparlardı. Ka’b, konuşmaya gelmeden önce tertemiz yıkanır (gusül) ve temiz elbiselerini giyerek geldiği için toplantı günlerine banyo yaparak ve koku sürünerek gelme âdeti vardı. Ka’b, konuşmasını bir değneğe veya kılıcına yaslanarak ayakta yaptığı için her konuşmacının bu şekilde konuşması bir gelenek halini almıştı. İslâmî Dönem’de bu gelenek biçimselliğini de koruyarak cumâ ve bayram toplantılarında[1] aynen uygulandı. Demek ki coğrafya kaderdir ve dinler de toplumsal geleneklerin devrimci veya evrimci karakterdeki değişime uğramış devamıdır.
- Süryânîler tapınaklarına mesgeda derdi. Mekkelilerin mescid kelimesi de buradan gelmektedir. Yahûdîler cemaat halinde ritüel yaptıklarında önlerinde imam benzeri biri bulunurdu. Yahûdîler ve Câhiliye Arapları biri öldüğünde ölü yıkanır, kefenlenir ve musallâ taşı gibi bir taşın üstüne konur; sonra ölünün bir yakını ölü hakkında güzel sözler söyler, konuşmacının sözü “Rahmetu’l-lâhi aleyh”[66] diyerek sona erer, ölü kaldırılır ve gömülürdü. Câhiliye Arapları bir işe besmele ile başlardı.[67] Mekke Arapları Allah kelimesini tıpkı Yahûdîlerde olduğu gibi[68] gökte oturan, yanına mânevî bir merdivenle çıkılabilen,[69] yer ve gökleri yaratan Tanrı[70] anlamında kullanırdı.[71] Câhiliye Arap şiirlerinde Allâhumme, yâ Allah gibi ifadelerin yanında Allah-u Ekber[72] cümlesiyle bitenleri vardı. Araplar, Rahman ismini özellikle Tanrı için kullanırlardı. Câhiliye Arapları, Tanrı’nın hizmetinde olan melekler anlayışına sahipti. Bu nedenle hamele-yi arş[73] ve mele-yi âlâ[74] tanımlarını kullanırlardı. Câhiliye Dönemi Mekkelilerinin çoğunda bir âhiret fikri vardı. Kur’ân’daki yevmu’t-teğâbun[75] tamlaması vicdân elçisi Muhammed’in zevkle dinlediği Câhiliye şairi Ümeyye bin Salt’ın kullandığı bir tabirdi.[76] Bu örnekler, Câhiliye kültüründen bağımsız olmayan bir İslâm pratiğini ve kitabının içeriğini yansıtır.[77]
Devam edecek…
___________________________________________________________
[1] Mina: Toplantı yeri, kan dökülen yer. Mekke ile Müzdelife arasında Mescid-i Harâm’ın yaklaşık 7 km kuzeydoğusunda ve Harem (yasak bölge) sınırları içinde bulunur. Şeytan taşlama, kurban kesme ve bayram günlerinde konaklama gibi hac ritüellerinin yapıldığı yerdir.
[2] Tevrat, II. Krallar 3: 26-27; II. Samuel 21: 9.
[3] Uzzâ: Azîze, bereket tanrıçası. Câhiliye Araplarına göre Tanrı’nın kızlarındandır. Uzzâ Eski Mısır’ın bereket tanrıçası İsis, Eski Yunanlıların tanrıçası Afrodit, Eski Mezopotamya’nın bereket tanrıçası İştar veya Astarte, Ay kültüyle bağlantılı görülen ve İslâm öncesinde Kuzey Arabistan kabîleleri tarafından da tapınılan tanrıça Rudâ ile özdeş kabul edilmiştir. Uzzâ’nın yazıtlarda yer alan tek örneğine Nebatîlerde rastlanmıştır. Burada Uzzâ sade ve dikdörtgen bir sütun şeklinde ve biçimlendirilmiş gözlerle çizilmiştir. Bu çizim tarzı, Arabistan’ın batısında kutsal semboller ve mezar taşları için kullanılan yaygın bir tarzdı. Bu tarz ayrıca Nebatîlerin kâtip ve kâhin tanrısı olan Kutbâ (Nabatîler’in başşehri olan Petra’daydı.), İsis ve Atargatis (aşk, bereket ve hayat tanrıçası) gibi tanrı ve tanrıçalar için de kullanılmıştır. Uzzâ’ya günümüzün Irak topraklarında yer alan Hîre ve çevresinde krallık kuran Arap Lahmîler tapardı. Hatta onlar Uzzâ’ya Sabah Yıldızı diyerek kurban sunardı. Son Hîre kralı Münzir bin Nu’mân Lât ve Uzzâ adına yemin edip görevine başlar ve Uzzâ adına pek çok esir râhibeyi kurban eder. Araplar, Kâbe’de tavaf ederken “Lât, Uzzâ ve üçüncüsü olan Menât hürmetine; çünkü bu üçü yüce kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır.” diye duâ ederlerdi. Uzzâ adına ziyaretler düzenlenir, ona hediyeler ve kurbanlar sunulur, onun adına her yıl şenlik düzenlenirdi. Peygamber’in amcası Ebû Leheb’in asıl adı da Abdü’l-Uzzâ (Uzzâ’nın kölesi) idi ve Ebû Leheb bu puta aşırı bağlı biriydi. Peygamber’in dedesi Abdü’l-Muttalip, su kullanımıyla ilgili ortaya çıkan bir sorunun çözümünde Uzzâ kâhinine başvurmuştur. Mekke dışından hac için gelen Araplar “Lât, Menât ve Uzzâ’nın yüce tanrısı ve Kâbe’nin rabbi olan Allâh” diyerek yakarışlarda bulunarak Mekke’ye gelirlerdi. (İbnu’l-Kelbî, Kitâbu’l-Esnâm, yayımlayan. Ahmed Zekî Paşa, Kahire, 1924; TDV İslâm Ansiklopedisi, Uzzâ, 42. cilt, İstanbul, 2012.)
[4] Akîka: Sadece erkek çocuklarının ilk saçı kesildiğinde onun için kesilen kurbandı. Vicdân elçisi Muhammed bunu kız çocukları için de kesilmesi biçiminde genişletti.
[5] Atîre: Kuvvetli olma, titreme, ayrılıp dağılma, hayvan boğazlama. Câhiliye Arapları tanrılarına yakınlaşmak amacıyla receb ayının ilk on gününde putlarına bir koyun kurban eder ve kanını da putun başına sürerdi. Atîre veya ıtr adı verilen bu kurbana receb ayında kesilmesinden dolayı recebiyye de denirdi. (TDV, İslâm Ansiklopedisi, Atîre, 4. cilt, 1991.)
[6] Itır: Boğazlanmış, kesilmiş, sunak.
[7] Saffat, 107/Ve fedey-nâ-hu bi-zibh(in) ‘azîm(in)
[8] Tevrat, Tevratı Şerif Yahut Eski Ahit Kitabı, II. Samuel, 15: 7, Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul, 1997.
[9] İbn-i Hişâm, Sîre, I/160; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, I, 200; Ebû Dâvûd, Sünen, III, 550; Beyhâkî, Sünen, IX, 314; İbn-i Sâ’d, Tabakât, I, 133-134; Buhârî, Sahîh, VI, 217; Müslim, Sahîh, III, 1564; İbn-i Mâce, Sünen, II, 1058; Süheylî, Ravzu’l-Ulûf, IV, 307; Ezrakî, Ahbâru’l-Mekke, I, 180; İbnu’l-Kayyım, Zâdu’l-Meâd, I, 18-19; Ahmed bin Hanbel, IV, 78; Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2012; Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2014.
[10] Fil, 1-5.
[11] Yasin, 75.
[12] Nûr, 23-24.
[13] Nûr, 16/Hêzê buhtanun azîm
[14] Âl-i İmrân, 140.
[15] Bakara, 120.
[16] Mücâdile, 1-4.
[17] Bakara, 189.
[18] Yâsîn, 8.
[19] Bakara, 29.
[20] Nisa, 49.
[21] Araf, 40.
[22] Burûc, 4.
[23] Müddessir, 50.
[24] Hûd, 91.
[25] Tekvir, 8-9.
[26] Necm, 19-20. (Totem: Ongun. İlkel toplumlarda topluluğun kendisinden türediğine inandığı ve bu sebeple kutsal saydığı hayvan, ağaç ve rüzgâr gibi herhangi bir varlık türü.)
[27] Neml, 34.
[28] İbrahim, 37.
[29] Bakara, 127.
[30] Hûd, 27.
[31] Ticaret ve sanâyî burjuvazisi
[32] Kasas, 57.
[33] Ahzab, 13.
[34] Hucurât, 4.
[35] Tövbe, 36.
[36] Zümer, 3.
[37] Bakara, 256-257.
[38] Maide, 82-83.
[39] Enfal, 48.
[40] Rum, 2-3.
[41] Hac, 17; Mâide, 69; Bakara, 62.
[42] Yasin, 78-79.
[43] Bakara, 199.
[44] Hem Mekke’nin eski yöneticilerinden biri hem de Elçi Muhammed’in dedelerinden biridir.
[45] Bakara,198/Meş’ar-i Haram, Müzdelife bölgesinde buluna Kuzah Dağı’nın bir tepesine verilen addır. Ancak Müzdelifenin tamamı kastedilir.
[46] Kâbe’nin hemen yanında bulunan ve araları 400 m. olan iki tepedir.
[47] Müzdelife: Arafat ile Mina arasındaki yer.
[48] Arafat: Mekke’nin güneydoğusunda ve Mekke’ye 25 km. uzaklıktaki dağdır. Hacılar burada oturarak bekler. Âdem ile Havva’nın kavuştuğu yer kabul edilir.
[49] Harem: Savaş ve kan dökmenin yasak olduğu alan/bölge.
[50] Tevrat, Tevratı Şerif Yahut Eski Ahit Kitabı, Hakimler, 13: 5, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1997.
[51] Buhari, Hac, 126.
[52] Sa’y: Hacda Safa tepesinden başlayarak Merve tepesine doğru hızlı hızlı veya koşarak dört gidiş ve üç dönüş yapmadır.
[53] Telbiye: Emredin, emri uygulamaya hazırım anlamlarına gelen ve Allahumme lebbeyk (Tanrı’m emret…) diye başlayan sözlerdir. Hacda ihramlıyken söylenir.
[54] Vicdân elçisi Muhammed’in dedelerindendir.
[55] İbnu’l-Kelbi, Putlar Kitabı, çev. Beyza Düşüngen, AÜİF Yayınları, Ankara, 1968; Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013; Cevad Ali, Cahiliye’den İslam’a İbadet Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, çev. Muammer Bayraktutar, Ankara, 2015.
[56] Bakara, 187.
[57] Ramazan orucuna dönüştürüldü.
[58] Eyyâm-ı biz: Ak günler. Ayın en parlak olduğu geceler.
[59] Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999; Mehmet Said Toprak, Talmut ve Hadis/Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul, 2012; Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2014.
[60] Yadsımak: Var olan, gerçek olan bir şeyi yok saymak. (Yadsınmak: Kişinin yaptığı, söylediği veya tanık olduğu olay ve eylemleri yapmamış, söylememiş veya görmemiş gibi davranması, inkâr etmek.)
[61] Şinasi Gündüz, Sabiilik mad., DİA (Diyanet İslam Ansiklopedisi), Mecusilik mad., DİA (Diyanet İslam Ansiklopedisi); Cevad Ali, Cahiliye’den İslam’a İbadet Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, çev. Muammer Bayraktutar, Ankara, 2015.
[62] Muharrem, recep, zi’l-kâde, zi’l-hicce ayları
[63] Arapların günü
[64] Vicdân elçisi Muhammed’in dedelerindendir.
[65] Hitâbe, hutbe
[66] Tanrı’nın acıma ve sevgisi onun üstüne olsun.
[67] bkz. Süleyman Ateş’in açıklamaları
[68] İsra, 93.
[69] En’am, 35
[70] Mülk, 16-17.
[71] Zuhruf; 9, 87.
[72] En büyük Allah’tır. Allâh, en büyüktür.
[73] Hamele-yi arş: Tanrı’nın tahtını taşıyan hizmetçiler.
[74] Mele-i â’lâ: Göz doduran üst düzey makam ve zenginlik sahipleri, en üst yönetim makamı. (Ancak bu tamlama meleklerin yüce makamı, yüce melekler konseyi biçiminde çevrileerek rûhânî bir uydurma yapılmıştır.)
[75] Yevmu’t-teğâbun: Kazanç ve kayıpların gün yüzüne çıktığı gün.
[76] Tâbir: Anlatım biçimi, deyim, yorum.
[77] Ömer Ünal, İslam Öncesi Arap Şiirinde Bazı Dini Motifler, Nüsha/Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, 3. yıl, 9. sayı, bahar, 2003; Kürşat Demirci, Eski Mezopotamya Dinlerine Giriş, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2000; Cevad Ali, Cahiliye’den İslam’a İbadet Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, çev. Muammer Bayraktutar, Ankara, 2015.