Literatürde/lûgatta sekînet; sessizlik, sâkinlik, durgunluk, sükûnet, rahatlık, huzur, iç huzuru, yatışmak, vakarlılık, sabite… gibi anlamlara gelmektedir.
Her şeyin kapladığı bir alan vardır. O kapladığı alanın içinde ya da üzerinde bulunduğu boşluk/uzay/sessizlik olmasa hiçbir şey var olamaz. Sözün var olması için sessizliğe, eylem/oluş/hareketin ve varlıkların olabilmesi için de boşluğa gereksinim vardır. Bu boşluğa/sessizliğe sükûn/sekînet denir.
Dolayısı ile sekînet, evrenin/varoluşun her yerinde sürekli mevcuttur. Hiçbir zaman kaybolmaz, yok edilemez, eskimez, değişmez durumdur/haldir/ilkedir. Bu niteliği ile bütün öğretilerin/düşüncenin temeli, esası, kökü ve kapsayıcısıdır. Evrenin her yerinde/her yerinden her hal ve şartta erişilebilirdir. Bütün felsefî öğretiler hatta uygarlık yok olsa bile o yok olmaz. Sekînetin elden gitmesi ve bunun sonucu olarak da korunması, kurtarılması, sahip çıkılması diye bir şey yoktur, saçmadır.
Bir felsefî öğreti olarak, sekînetin yayılması (yayılmacılık), hâkim kılınması, egemen kılınması, tahakküm konusu hâline getirilmesi yanlıştır, mümkün değildir ve saçmadır.
Sekînet/sükûn, gürültü, çokluk, kalabalık mefhumlarına aykırı bir kavram olması dolayısı ile doğrudan sadelik, yalınlık, tenhâlık kavramları ile iç içedir. O nedenle karmaşık izahlara gerek bırakmayacak kadar açık temel ilkeleri vardır. Bu temel ilkeleri anlamak öğretiyi kavramak için yeterlidir. Bir öğreti olarak sükûn, erişilecek hiyerarşik dereceler öngörmez. İnsanların birbirlerine dereceler üzerinden böbürlenerek büyüklük, yöneticilik taslamaları da mümkün değildir. Sekînet bilincinde ustalaşan kişiler tecrübelerini anlatabilirler ama bu onlara bir ayrıcalık/üstünlük/yücelik/kutsallık vermez. Sekînet okyanusu içinde yer almak insan için yeterli mutluluktur. Esâsen öğretinin kendisi sâdelik ve tevâzuyu esas alır. Kimseye metafizik bir ayrıcalık/karizma vermez. İnsanlık bu tür şeylerden yeterince zarar görmüştür. Varlığın esâsındaki sükûna döndüğünüzde görürsünüz ki, oluşu koruyan ve her bir varlığın özgün varlığına, farklılıklarına değer veren bir gerçeklik vardır.
İnsanın hayatın ve oluşun karmaşasından, çatışma ve çelişki olmaksızın sükûna dönmesi önce ona kâinat örüntüsünün derininde yatan sessizliği idrâk etme olanağı verecek, gerçek bir dinlenme imkânı tanıyacak ve sonra hem kendi meseleleri hem de hayat üzerinde daha dengeli tefekkür etmesini sağlayacaktır.
Sükûn, zorlama/baskı mefhumuna temelden aykırı bir kavram olduğu için bireyin tekâmülünü “kendiliğindenlik” ilkesine dayandırır. Kendiliğindenlik, herhangi zorlama olmaksızın bireyin içtenlikle gelişime/dengeye yönelmesidir. Kendiliğindenlik; iki şekilde tezâhür eder. Eylemsizlik ve eylem. Eylemsizlik hâline “tam sekînet” eylem hâlindeki sekînete de “fiilî sekînet” denir. Tam sekînet; müşâhede, fiilî sekînet ise mücadeledir. Fiilî sekînette hayatla çatışmaya girmeden en yüksek gayeye doğrudan ilerlemek çalışmak, çabalamak esastır.
Eylemsizlikte en ileri derece, müşâhede olarak belirtilen sürecin murâkabeye yani meditasyona evrilimidir. Meditasyon, düşüncenin dahi sessizliğe erdiği bir sükûnet düzeyini ifâde eder. Bu sükûnet düzeyi, tefekkürün en derin müşâhede düzeyinde yapılmasına imkân tanır. Meditasyonda duyular eylem, oluş, varlık sahasından geriye çekilir. Nefes diyafram nefesidir. Düşünce önce yavaşlar sonra durur ve mutlak bir izleme süreci başlar. Bu evre zihin ve bedenin sâkinikte en ileriye vardığı bir dereceye işâret eder. Yakın çevrede uyarıcı, rahatsız edici, manyetik hiçbir etki alan olmaması tercih edilir. Mümkünse elektrikli bütün cihazlar kapatılmalıdır.
Buradan, bir felsefî sistem olarak sekînetin teknoloji karşıtı olduğu sonucu çıkartılmamalıdır.
Amaç doğru, zararsız, ahlâkî olduktan sonra kaygılacacak bir şey yoktur. Amaca ulaşmak için yanlışa tevessül, sekînet tarzı bir tavır değildir. Yanlış/gayrı ahlâkî yöntem, bilinçdışı süreçlerde yaralanmaya sebebiyet vereceği için sekîneti bozacaktır. Buna müsâde edilemez/edilmemelidir.
Sükûn perspektifinde bir tek amaç vardır, insanın kendini eğitmesi. Bunun dışında insanlığın kurtarılması ya da bütün insanların tek bir gerçekte birleştirilmesi gibi bir görevi/amacı yoktur. İnsanları zâten her yerde olan bir gerçekliği/mefhumu kabule zorlamak, kabul etmeyenleri suçlamak, tehdit etmek hem saçma hem de yanlıştır.
Sekînet esasen bireysel bir yöntem/öğretidir. Herkes kendi tekâmül ve davranış sürecinden sorumludur. Kimsenin bir başkasını zorlamaya, korkutmaya, başkası üzerinde öğreti kuralları dayatan bir merci ya da otorite gibi davranmaya hiçbir şekilde hakkı yoktur, böyle bir şey bir kavram olarak sükûnun ve öğretinin doğasına temelden aykırıdır. Sükûnet esâsen doğada, varlıkta, her yerde olduğu için onunla uyum içinde olup olmamak kişilerin hür irâdelerine kalmış bir şeydir. Sekînet doğal bir öğretidir. Kurumsallaşma ve organizasyon zihniyetinin sınırlayıcılığından özgür, hür bir doğası vardır.
Evrensel sükûnla uyum içinde olunduğunda doğacak sonuçlarla, uyum içinde olunmadığı zaman doğacak sonuçlar insanların hür irâde alanlarındaki bir meseledir. Herkes kendi tekâmülünden ve idrakinden sorumludur.
Konu şu şekilde de îzâh edilebilir: Kendi alanında sâkin kal ve tefekkür ile doyum bul. Ve sakın başkasının alanına karışma, girme, değil başkasına zarar vermek onun bireysel sahasında izni olmadan hiçbir eylemde bulunma. Çünkü sükûn şiddetsizliktir. Hiçbir zaman intikama girişme, bunun yerine yanlışa karşı doğruluk ve adâletle davran. Kendi bireysel alanında tefekküre dayanan şiddetsiz bir dünya kur.
İnsanlığın içine girdiği son bilinç evresinde bu idrak kaçınılmazdır. Varoluşun bütünü ile uyum içinde olmayı öğrenmek, en büyük güç ve imkânlara sahip olmaktan çok daha yüksek bir değerdir. Güç ve birikim yığmak yerine yetinme duygusu ve işlevselliği, kaldırabileceğinden az yük yüklenmeyi öğrenmek, içine girilen son çağın gerçeğidir. İnsanlığın içine girdiği bu evreden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Bu idrâke varanlar varacak, varamayanlar kalacaktır.