Ülkemiz bir dizi merhaleden geçerek, yeni bir seçim hattında ilerliyor. Halkta, 1946’dan bu yana yapılan tüm seçimlerden beri, “Her gelen gideni aratır ve bunların hiçbirinin diğerinden inandırıcı bir farklılığı yoktur” kanaati bir parça dondurulmuş sanılabilir. Askeri vesayetçiliğin görece yıkıldığı ve yerine yeni vesayet güçlerinin geçtiği bu ortamda, siyasete karşı genel güvensizlik oldukça erimiş gibi gözükebilir. Bu ortamda gittikçe farklılıkları daha net açığa çıkabilen ve daha canlı politik bir ruh kazanan toplumsal bir gelişim varmış gibi, bir zanna kapılabilirsiniz.
Fakat toplumsal kutuplaşma ve ayrışma, 70 yıl öncekinden daha da keskinleşerek devam etmektedir. Kapitalizmin yolunu genişletmek için yarışan partilerin gözü; yoksulun sofrasında, emekçinin alın terindedir. Hala farklılıklara karşı toplumsal hoşgörü ve tahammül sınırlarımız çok dar ve sınırlı tutulmaktadır. Adeta yolları birbirine açılmayan, kendi meydanlarında çağrışıp duran kin ve nefret dolu topluluklardan oluşuyoruz. Farklılıklarımızla iç içe yaşama iradesi henüz açığa çıkmamıştır.
Dini barış dini olan insanların, gönlü sevgi ve merhamet dolu olması gerekirken, dünyevi otoriteler kuran şirk dini aracılığıyla yaratılan yapay ikilikler ve düşmanlıklar, toplumu derinden sarsmaktadır. Demokrasi denilen yönetim biçiminin devletçi-hiyerarşinin çelik zorunu gizleyen kadife bir eldiven ve karmaşık bir gösteri olduğunu kavrayanlar, henüz azınlıktadır ve halkın çoğunluğunun, mevcut sistemi; zorda kaldığı için ve kerhen desteklendiği aşikârdır.
İktidar hırsının çamuruyla ezelden kirlenmiş olan ama arada bir kurguladıkları seçim tiyatrosuyla aklanıverdiklerini sanan ve aslında kapitalizmin payandaları olan mevcut partiler, yine güreşmeye ve üleşmeye devam ediyorlar. Herkes kendince dramatize ettiği bir hesabın peşinden hırsla koşturuyor. Meydanlarda sıkılan palavralar ve atılan çamurlardan dolayı, yine göz gözü görmüyor. 70 yıllık demokrasi oyununda kazanan hep para babaları, kaybedense her zaman yoksul halk oluyor. O halde bu seçim çarkının dönmesi kimin işine yarıyor?
Günümüzde egemenlerin ‘yüce’ iradeleri, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyalarına uygun “Geleneksel Doğu Toplumu” olmakla, “Çağdaş Batı Toplumu” olmak arasında hakları daha da sıkıştırmış durumdadır. Çağdaş Batı uygarlığını savunan ulusalcı laikler ve bölgesel bir rol oynamak isteyen dindar muhafazakârların kutuplaşması derinleşmektedir. Ülkemizde daha da gürbüzleşmek için azgınca saldıran vahşi kapitalizm, son 70 yıl içinde amansızca bir heyula gibi halkların üstüne çökmüştür. Halkların özgürlük ve adalet hayallerini kestirip atmaktadır. Sürekli zıt ikilikler içinde bölünüp ikileştirilen ve birbirine kırdırılan halklar, aslında kadim ve ortak bir tarihe sahiptirler. Ancak sürekli ekonomik ve siyasal bunalımlarla çalkalanan ve bölgesel savaşların hiç eksik olmadığı kanlı bir coğrafya içinde yaşamak “kaderi” onlara dayatılmaktadır. Yine de bu coğrafyanın halkları, huzurla nefes alacakları, adaletli bir iç barışı aramaktan asla umudu kesmemektedir.
Bu dönem de seçim çarkının dişlileri arasında öğütülen insanların büyük bir kısmı, aslında yine “yeni” sahte umutlarla kendi canlarının kanatıldığını, emeklerinin çalındığını ve geleceklerinin ipotek altına alındığını düşünüyorlar. Yine sandığa gitmeyenler var ve onlar, en büyük ama en umursanmaz “muhalefet partisi” gibiler. Demokrasinin sınırlarının oldukça geliştiği sanılan Avrupa’daki gibi, merkezi parlamentoyu bir çözüm gücü olarak görmeyen ve seçimleri kaale bile almayan geniş bir halk kesimi, Avrupa’da olduğu gibi ülkemizde de kısmen oluşmuştur. Açıkçası kitlelerde sisteme karşı yoğun tepkiler var ama bu tepkiler, birçok farklı nedenle, bir türlü bütünleşip, özgürlük ve eşitliği iradeleştiren ve bunu ete kemiğe büründüren bir güce dönüşemiyor.
Tüm partilerin ağızlarının suyunu akıtan bu dirençli kalabalık, zaman zaman kararsızlar, kuşkucular, inançsızlar diye “öteki” kategorisi içine alınıp ötekileştiriliyor olsa da her seçimde parlamento dışına atılmış olan bir muhalefet de, bu ötekileştirilenlere eklenince sonuç daha da kaotik ve vahim bir hal alabiliyor. Tepkilerin giderek yoğunlaşabileceği ve tepkilerin zapt edilen ve kontrol altında tutulan mevcut sınırları aşabileceği kuşkusu, iktidarı uykusuz bırakıp ürkütüyor.
Ülkemiz 1952 de NATO’ya mahkûm edilmiş ve küresel militarist sistemin daha fazla kontrolüne açılmıştır. Askeri harcamalara öncelik kazandırılması ve her geçen yıl ülke ekonomisinin militarist mihraklara eklemlenmesi daha da gelişmiştir. Dışa bağımlı kılınan enerji politikası ve her alanda küresel kapitalist sistemin dayatmalarıyla 2000 yılında 144 milyar dolar olan iç ve dış borç, bugün 400 milyar dolara yakın bir borca yükselmiştir. Borçların artması demek, aslında sürekli var olan dış bağımlılığın artması demektir. Ülkemiz şu anda bütçesinin yaklaşık dörtte birini bu borçlara ayırmaktadır. Elinde ne varsa her şeyi satıp, borç batağından çıkmaya çalışan hükümetlerin hiç biri, dış güçlere olan bağımlılığa son vermemektedir. Aksine dışa bağımlılık, her geçen gün artmaktadır.
Kapitalizm denizinde yüzen bu gemide açılan küçük delik, 70 yıldır giderek büyüyor. Bu yoksullarla varsıllar arasındaki farkın artması demektir. Kasırga, fırtına ve oluşturulan yapay depremlerle, gemimizin rotası kaptan köşkünden değil de adeta bir uydudan çiziliyor. Geminin bir limana alınıp bakıma, kızağa çekilmesi gerekli ama rotası kayalıkları gösteriyor. Gemimiz sürekli su alıyor, hareket kabiliyeti azalıyor. Halkların, bu tehlikeli rotadan bir çıkış noktası araması ve gördüğü en salim ve sakin limana gemiyi çekmek istemesi çok normaldir.
Ülkemizde merkez alan adeta boşalmış durumdadır. Merkez derken, Avrupa’daki liberal merkez partilere göre oluşan burjuva-demokrat mantıktaki bir merkezden bahsediyoruz. Ama ülkemizde bugün Anadolu burjuvazisini ve yeşil sermayeyi koruyan iktidar partisi, İstanbul burjuvazisini haşlamakla övünmektedir. Örgütlenme ve düşünce özgürlüğüne yönelik hakların tanındığı liberal bir merkez tanımı, ülkemiz sağ partilerinin merkez partisi olma sevdalarından çok uzak bir noktadadır. Bu partilerin çoğunluğu merkeze geldiklerinde, özgürlükleri ne kadar artıracaklarını değil, ne kadar kısıtlayabileceklerini düşünürler. İktidarın rehavetine kapılan her parti, iktidarını korumak için, her yolu mubah görmekte ve hakkı, hukuku kendine göre yönlendirmektedir. 70 yıllık demokrasi maceramız, beş perdelik facia misali, danışıklı dövüş bir oyundan ibarettir.
Kirli Müslümanlık, otoriter İslamcılık ve ırkçı-milliyetçilik temelinde liberal bir merkez oluşturulamaz. AKP merkezde olduğunu iddia ediyor ama merkezle hiç bir alakası yoktur. MHP aşırı sağdan merkeze kaydığını iddia ediyor, bu iddianın da içi bomboştur. Sağ cenah, dağınık ve merkez politikalardan oldukça uzaktır. CHP ise sol bir merkez olmaktan ziyade solun dalgakıranı olan bir merkezdir. Hiçbir zaman oluşturulamayan liberal burjuva merkezler de bütünüyle aşılarak; eşitlik, özgürleşme, sosyal adalet ve dayanışma temelinde oluşabilecek bir merkeze talip olunmalıdır. Merkez, halkın doğal taleplerinin çözüm merkezi olarak tanımlanmalı ve savunulmalıdır.
Peki, halkın umudu olduğunu iddia eden devrimci sol zihniyet, ne düşünüp ne yapıyor? Sol dünya, bu güne kadar kendi içinde tam eşitlikçi bir işleyiş, şeffaflık, dayanışma ve tahammülü ne kadar köklü geliştirebildi? Bu düzenden zarar gören ve haksızlığa uğrayan halk güçlerini bir çatı altında toplayabilecek bir program oluşturulabildi mi? Evet kâğıt üstünde birçok program ve yaldızlı laflar var ama bu programların hayatta bir karşılığı oluştu mu? Bütün radikal solun toplam oyunun 200.000 kadar olmasından anlaşılıyor ki sol, demokrasi oyununda güçlü bir inandırıcılık sergileyememiştir. Tabi ki sol üzerindeki baskı ve kuşatma bunda etkili olmuştur. Öte yandan devrimci grupların söylemde ve eylemde statükoya karşı olması ama kendi içinde statükolarını korumak isteyen katılaşmış merkeziyetçi-bürokratik yapılardan oluşması, bu grupların; statükonun değil değişimin gücü, devleti demokratikleştirmenin değil toplumu demokratikleştirmenin sesi olabilmesi yolunda, kendi ayaklarına pranga vurduğunu kanıtlamaktadır. Solun geldiği bu vahim nokta, kendini ve toplumu özgürleştirme sınavında sınıfta kaldığını göstermektedir.
Solun 1965 TİP çıkışı ve 1991 SHP çıkışı artık hayallerde kalmıştır. Sol, ülkemizde ağırlıkla taklitçi, şabloncu ve güdümlü bir rotaya mahkûm edilmiştir. Solun yeniden daha köklü ve sağlam ittifaklarla güçlendirilmiş bir çıkış yapabilmesi şu an için uzak bir ihtimaldir. BDP şemsiyesi/çatısı altında yürüyen HDP, bu güçten daha baştan yoksun gözükmektedir. “Demokratik yollardan” toplumsallaşmayı hedefleyen sol muhalefet güçlerinin, en geniş halk kesimini kapsayacak şekilde, ortak çıkarlar etrafında birleşmesi için çok köklü bir zihniyet dönüşümü içine girmeleri zorunludur. Solun çoğunluğu, kendi halkının dini duygularını hor görmekte ve halkın inançlarının tarihsel, ruhsal derinliğine vakıf olamamaktadır.
Kadim çağlardan beri zorbalar, her zor durumda birleşerek ezmeyi bildiler. Ne zaman ki güçsüz ve zayıf sanılan yoksullar ve mazlumlar kardeşçe birleşti, o zaman da onlar, özgür yaşama haklarını söküp zorbalardan aldılar. Her sol grubun içinde de sağ gruplar gibi, halk güçlerinin birleşmesiyle kendi siyasal rantını kaybetme korkusu taşıyan sekter, kariyerist kişilikler vardır. Devrimci muhalefet güçleri bu asalaklardan kurtulmak zorundadır. Sistem dışı muhalefetin, halkla olan bağını kuvvetlendirebilmesi, halkın somut, sıcak taleplerine ve canlı gerçekliğine cesaretle sahip çıkabilmesi, şef kültüründen ve katı merkeziyetçilikten kurtulmasıyla mümkün olacaktır.
Halkıyla tarihsel ve inançsal birlikteliği yakalayabilen bir hareketin umut vaadi, halka inandırıcı gelebilir. Halk, esas olarak kendi denetimlerine açık, bilgilenme özgürlüğünün sınırsız olduğu yaratıcı, devingen ve canlı politik yapılanmalar istiyor. Kapalı kapılar ardında, kimi seçkinlerin kendi kariyerleri için politika belirlemesini istemiyor. İlk istediği, her şeyin kendi gözü önünde olması, hiç bir bilginin kendisinden saklanmaması ve karar organlarına özgür iradesinin yansıyabilmesinin asla engellenmemesidir. Kararların en geniş kesimler tarafından tartışılarak, ikna temelinde sonuca bağlanması ve çoğunluğun, azınlık üzerinde bir baskı unsuru olarak algılanmamasıdır. Bu ise açıktan denetleme hakkı, danışarak karar alma ve şura sistemidir
Halen süren karanlık gidişi durdurmak isteyen, özgürlük ve adalet savunucuları; sağlam ve derinlikli, tarihsel bir hesaplaşma ve öz-eleştirel bir bakış geliştirdikleri oranda amaçlarına ulaşabilirler. Sadece gerçeğin gücüne ve gerçeğin yoluna inananlar ve gerçeklerden kaçmayanlar, bilgelik ve iradeleriyle, özgürlük ve adalet yolunu açabilirler. Ve sadece gerçeği, her şart altında özgürce savunmaktan korkmayanlar, tarihte asli ve radikal bir rol almayı başarabilirler.