Zeyneb Duygu
BASKADIN – Her seferinde “Yapma Zeynep, girme şu tartışmalara” derken buluyorum kendimi. İlginçtir hep tartışıyorum. Öyle kimlikler üzerime giydirilmiş ki, her biri için mücadele ediyorum. Müslüman, Kürt ve kadın olup politize olmamak çok da mümkün değil. Zorlayıcı terimler ya da akademik bir dil kullanmadan sohbet etmek istiyorum sizinle. Sıkılırsanız ve “Bana ne senin serüveninden” derseniz eğer, ben de size “ bırakın okumayı” der ve gülümserim.
Ben ne zaman politize olmaya başladım diye düşünürken, 7 yaşında bir okul değişikliği ile mahalle okulundan alınıp bir koleje kaydımın yapıldığı zamana kadar gittim. Öğretmenim bozuk Türkçemden hoşlanmayıp, önüme bir yığın hikâye kitabı koymuştu: “Oku bunları. Bitir, öyle arkadaşlarınla konuşmaya başlarsın; yoksa hepsinin Türkçesini bozacaksın” demişti. Hatırlıyorum, tenefüste salya sümük ağlayıp eteğimde taşlar biriktirmiş, zil çaldığında bir köşeye saklanıp sınıfımı ve öğretmeni taşlamıştım. Hayatımda hiç eylem görmemişken, bu tepkiyi nasıl ortaya koyduğum konusunda hiçbir fikrim yok. Sonrasında rahmetli babam 2 yıl Türkçe özel ders aldırmıştı bana, o da yetmezmiş gibi köye de gitmemiştik uzun bir süre. Evde zaten Kürtçe konuşulmuyordu. Kürt anne ve Türk babanın kızı olarak bana hangi damarımın ağır bastığını sorarsanız, Kürtlüğüm derim. Başıma sürekli bela açsa da, Kürtlüğüm her zaman daha ön plandaydı.
Sistem bir kere beni karşısına almıştı. Henüz 7- 8 yaşlarımda neden Kürtçe konuşulmaması gerektiğini sorgulayan bir kız çocuğuydum. Sonrasında okul hayatından nefret ettim. Okul denen kurumun, tam bir sosyal çöplük olduğunu düşündüm ve hala da öyle düşünürüm. O yüzden de hep bıçak sırtında, iteklene iteklene bitirdim okulu.
Henüz 13 yaşında 28 Şubat belası ile yakından tanışmak zorunda kaldım. Rahmetli babam fakültedeki görevinden alınıp sürgün edilmişti. Sebep, her zamanki gibi komikti; başörtülü öğrencileri derse aldığı için irticacı olmakla suçlanmıştı. Hayatında cemaat- tarikat görmemiş adama namaz kıldığı ve başörtülü öğrencileri derse aldığı için sürgünü reva görmüşlerdi ve sonra sürgün yolunda bir trafik kazasında kaybettik babamı.
Sistem ile ya da devletin kendisiyle -adına her ne diyorsanız- ikinci kez tanışmıştım. İrticacı ne demekti? Neden başörtülü öğrenciler okuyamıyordu?
Ne yazık ki öyle bir çağa denk gelmiştik ki, her şeyden kolay haberdar olduğumuz için olsa gerek daha kolay politize oluyorduk. Ve öğrendik ki, iktidar sopasını kim eline alıyorsa o erk zulmün rengine boyanıyor… Yani hep aynı terane…
Bu süreçte babamın ölümüyle dul ne demek onu da öğrendim. Renkli giyinemeyen, erkeklerle konuşmaması gereken, potansiyel tehlike olan kadın demekti dul. Yani kısacası ölen kocasının ardından diri diri toprağa giren kadındı, annemdi.
Bu süreçte “toplumda kadın ne demek?” sorusuyla birlikte “toplumsal cinsiyet” üzerine kafa yormaya başlamıştım. Siz isteseniz de istemenizde yaşadığınız şeyler sizi bir yere sürüklüyor. Düşünen, sorgulayan biri olmak elbette politikleşmenizde büyük etken ama ötesinde yaşadığınız toplum, sosyal çevre sizi zaten politik zemine doğru itiyor. Anadan üryan et yığınını ayakta tutan iskeletiniz ve onu değerli kılan ruhunuz, toplumun size biçtiği kimliklerle şekilleniyor. Çoğu zaman itiraz da buradan doğuyor.
Belki de bizim neslin politik bir zemine kaymasının sebeplerinden biri de olan biten toplumsal yada bireysel birçok olaya internet ile çabucak dahil olabilme bahtsızlığını da göz ardı edemeyiz. Sorgulamalar, doğru diye dayatılan birçok yanlışa itirazı doğuruyor. Bu durum ise bulunduğunuz çevre tarafından kabul görmeyince “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” ile itham ediliyorsunuz.
Yine de, sistemin dayattığı, kimliklerinize, vicdanınıza çizdiği sınırlar ya da kontrol altına aldığı tüm tanımlamaları sorgulayıp reddetmeye başlıyorsunuz. Hayatınıza yön vermek için size “değerli” geleneklerini ‘din’ diye sunan, yani atalarının dinini pazarlayan, ihtiyaç fazlasını kazanmak için emek sömüren, kadını devredilen bir mülk gibi gören, mezhebini, dilini, dinini, rengini cinsiyetini yok sayıp sadece kendinden olanı yücelten o toplumu karşınıza alıp baktığınızda, devrilmesi gereken koca bir put görüyorsunuz.
“İnsan temelli” bakmanın elzem olduğu, cennet toplumunun ancak erdemlilerle mümkün olabileceğini anlatan Kur’an ve birçok kutsal metin; inananlar için “iyi” olmayı ve paylaşmayı şart koşuyor aslında. Bir yaşam biçimi olan din, sizin davranışlarınızı da belirliyor. Fakat din adına üretilen yanlışların servisiyle yaşam biçiminiz, dininiz de olabiliyor. Örneğin; hırsızsanız sizin dininizde hırsızlık meşru oluyor. Yalancı iseniz, sömürüyorsanız, zalimseniz, sizin dininiz size dönüşüyor. Umarım bizler kendini iyilikten men edenlerden olmayız. Çünkü son dönemlerde özellikle İslam adına yapılan birçok vahşete tanık olduk; gözümüz, kulağımız bu zulümlere şahitlik etti. Bu duruma itirazımız da gecikmedi elbette. Fakat İslam dünyasındaki çelişkilerin, yanlışların hesabını tüm Müslümanlardan, özellikle başörtülü kadınlardan sormak adil bir tavır değil.
Hele hele bu vahşetin bitmesi için kendi mahallesine karşı bilinçli bir mücadele veren “bağzı” başörtülü kadınlara büyük haksızlıklar yapılıyor. Müslüman erkeklerin kendini kolay kamufle ediyor olmasıyla, başörtülü bir kadın kolayca “makbul suçlu” oluveriyor. Bu devran böyle devam ettikçe, her iki taraf da örtüyü dillerinden düşürmedikçe, bizler için durum daha da kördüğüm oluyor ve bir kısır döngünün içine çekiliyoruz.
Başörtüsü karşısında bazılarının, ideolojilerinin arkasına sakladıkları o koyu yobazlıkları ortaya çıkıyor. Yobazlık sadece aşırılığa kaçan dindarlar için kullanılıyor olsa da, bu toplumda o çok özgürlükçü dediğimiz aydınların kafalarında da mevcut bulunuyor. Yobazlığın ve muhafazakârlığın tek bir kesime mâl edilmesi büyük bir hatadır. Kendimden örnek vermek gerekirse bana; “Aklı başında bir kadınsın ama o örtüyü sindiremiyorum, onlardan biri gibi görünmeni hazmedemiyorum, çıkar at örtünü, özgürleş” diyenler yaşamımda hiç de azınlıkta değil. Bunu benden kendi kafasının konforu için istiyor. Bilmediği şey, benim en sevdiğim geleneklerden birinin örtü olduğu ama bunu asla putlaştırmadığım. Sonuçta, altı karıştırıp üstü kaymak tutsun diye bekleyen ve o kaymakla varlığını idame ettiren, ezen, zulmeden, muktedirlerin işine yarayan bir kutuplaşmaya varıyoruz. Her şeye rağmen bu kutuplaşmaya engel olmak yine bizim elimizde, yoksa bu ayrışmanın ne yazık ki bir sonu yok. Cinsiyetçi baskıya sömürüye karşı çıkarken şekilci ve baskıcı olanlara karşı da, iktidarın güç zehirlenmesi olduğunu söylerken dahi iktidara oynayan ve hatta ona benzeşenlere karşı da mücadele etmeliyiz.
Sadece Müslüman mahallesinde değil tüm mahallelerde salyangoz satan, yani farklı düşünen, birilerinin söylediğini salt “kendinden olan” diye kabul etmeyip, doğru diye dayatılan yanlışları yüksek sesle haykıran kadınlara ihtiyacımız var. Düşünmekten, sorgulamaktan, hakikati aramaktan vazgeçmeyen; vicdanlı ve adil olmayı yol edinen kadınlar şu toplumun ar damarını çatlatıp arkasına sakladığı o irini akıtabilir. Benim Allah, diğerinin Tanrı, ötekinin doğa, başkasının evren diye inandığı o her neyse, bizlere bir bilinç ya da görev olarak bıraktığı şey; tüm canlıların özgürce yaşayabildiği, eşit haklar ve adil bir yaşam mevcut olana kadar mücadele etmektir. İşte bunu göze alan kadınlar, bu sistemin en büyük ve en güçlü düşmanı olacaktır. Ayağınıza, hayatınıza pranga olmuş ne kadar çok yükünüz varsa kurtulun, tüm o dar alanların dışına çıkıp kendinize bakın. Doğru bulmadığınız putlarınızı devirin, vazgeçtikçe özgürleşeceksiniz. Asaf Halet Çelebi’nin dediği gibi “Allah’tan pencere açmışlar içi sıkılan evlere.”
Pencereleri açın!
BASKADIN