Müslüman’ın devrimciliği salâtından gelir
Kur’an’ı Kerim’de, içinde salât kavramı geçen 100’den fazla ayet bulunmaktadır ve salâtın yerine getirilmesi bütün ayetlerde “ikame” kavramı ile ifade edilmiştir. Fakat bilindiği gibi, Türkçe’de salât eyleminin yerine getirilmesi “namaz kılmak” olarak ifade edilir. Salâtın yerine kullanılan ‘namaz’ kavramı Farsça’dır. ‘Kılmak’ ise Arapça ‘caale’ kelimesinin Türkçe karşılığı olarak kullanılmaktadır. Ayrıca, ‘yapmak, uygulamak ve eylemek’ anlamlarında da kullanılır. ‘Caale’ kelimesi için, İsfahani Müfredat’ında “fiillerin tümünü kapsayan geniş anlamlı bir lafızdır.” demiştir. “Caâle” kelimesi salât bağlamında; kendisinin ve soyundan gelenlerin salâtı ikame edenlerden kılınması için, Hz. İbrahim’in duası olarak Kur’an’da bir ayette geçer. (İbrahim 14/40).
‘Kılmak’ fiili, tekil ve bir anda yapılıp bitirilen eylemi çağrıştırıyor. Oysa ‘ikame etmek’ ise; bir şeyi sağlam bir şekilde yerleştirip/kurumsallaştırıp sürdürülebilir bir şekilde ayakta tutmak işini çağrıştırıyor. ‘Ha kılmak, ha ikame etmek, ne fark eder ki!’ dememek lazım. Her şeyde biçim ve öz birbirine bağlıdır ve biri diğeri için gereklidir. Bu bağlamda İmam Gazali’nin, “Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder.” sözünün çok anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Cevizin kabuğu da özü de birbirleri için aynı önemi ve değeri taşırlar. Çok kısa ve basit olarak şunu söyleyebiliriz; öz olmazsa kabuk gereksizdir, kabuk olmazsa öz kendini koruyamaz ve çürür. O halde biçim ve öz, ikisi de aynı derecede değerli ve gereklidir. Salât sadece şekilden ibaret bir ‘namaza’, ikame edilgen bir ‘kılmaya’ dönüşürse, hiçbir zaman anlamlı, coşkulu, bireysel ve toplumsal yararları olan; iyiyi, güzeli, doğruyu, adaleti, barışı ve esenliği ayakta tutmakta kuvvetli bir işlevi bulunan; insanı çirkin ve kötü işlerden alıkoyan söz ve eylem ortaya konulamaz.
Şöyle düşünelim; önümüzdeki Cuma günü yapılacak Cuma (Toplantı) dan sonra, “artık bu ülkede yolsuzluk, hırsızlık, darbecilik, kayırmacılık, haksızlık, hukuksuzluk, sahtekârlık olmayacak; aile ve okulda şiddet, yanlış ve yalan eğitim, trafik kurallarını hiçe saymak, çarşılarda pazarlarda insanları kandırmak ve bunlara benzer olumsuzluklar yaşanmayacaktır, masum ve mazlum insanlara sahip çıkılacak, fakir ve yetimler korunup gözetilecek ” diyebilir miyiz? Lütfen dürüstçe ve açık bir şekilde söyleyelim; hiç kimsenin aklından böyle şeyler geçer mi?
Bir yılda kılınan bu kadar Cuma, iki bayram, otuz teravih ve günde beş vakit namazın çok az bir kısmı, ikame kavramının içerdiği anlamlara ve yönelttiği eylemlere uygun hale getirilsin, her şeyin çok kısa zamanda iyiye, güzele ve erdeme dönüştüğü görülecektir. Buna inanmamak; çok kaliteli bir cevizin, kabuğuna bakıp “bunun tamamı odundur” diyerek yememek, ya da o muhteşem gıdayı sobada yakmak derecesinde yanılmaktır. Yani birçok değerli, yararlı ve gerekli işlevi olan salâtın, söylem ve eylem olarak özünden uzaklaştırılarak, “Yazıklar olsun o musallilere! Ki onlar, salâtlarından gafildirler”(Maun 107/4) durumuna dönüştürülmesidir.
Belki “namaz” kavramı, Farsça’nın anlam dünyasında yerine oturmuştur, ama Türkçe’ de, Arapça’da çağrıştırdığı eylem bütünlüğünü ve toplumsal dinamizmi çağrıştırdığını düşünmüyorum… “Namaz kılmak” söylem ve eylemi, en azından günümüz algılaması ile toplum bilinç ve vicdanında kıyamı; iyi ve güzel şeyleri ikameyi; hak, hürriyet ve adaleti ayakta tutmayı çağrıştırmıyor. Bu noktada ‘ikame’ kelimesinin anlam ve kapsamını incelemekte yarar var.
Şimdi, lütfen! “QA-WA-ME” kökünden türeyen Arapça sözlerin gelebileceği Türkçe anlamlarına bakalım: Ayak üzere kalkıp durmak. Başkası eli ile ayağa kaldırmak. Bir yerde yaşamaya/ikamete devam etmek. Bir şahsın veya varlığın isteyerek veya boyun eğerek kıyam etmesi. Bir şeyi gözetip koruma anlamında kıyam. İsteğe bağlı bir yolla, seçime dayalı kıyam. Azmetme. Bir nesnenin kaim yani daimi, sabit, değişmez, sağlam, sıkı, yerleşik ve kurulu olmasını sağlayan şey; kıvam. Yerine başka bir şeyin geçemeyeceği şekilde ayakta, kaim kılmak. Adaleti ayakta tutmak. Kıyamet. Kalkmak. Haksızlığa karşı ayaklanmak. Makam, kaymakam/kaim mekân. İstikamet/Dosdoğru yol. İnsanın müstakim olması; insanın dosdoğru olan, açık ve belli yola sıkıca sarılması, ondan ayrılmaması. Bir yerde sabit, yerleşik ve kurulu olmak/kurumsallaşmak. Bir işi hakkını vererek yerine getirmek. Salâtın eda yoluyla ikame edilmesi değil, aksine gerekliliğinin açık ve kararlı bir şekilde dile getirilerek ikame edilmesidir. Bir nesneyi doğrultmak. (İsfahani, Müfredat)
Terazinin dili ortaya gelmek.Yerinden ayırmak. Tatbik sahasına koymak/uygulamak. Düzelmek, doğrulmak. Eğrisini düzeltmek. Kıymet ve fiyat koymak/değer biçmek. Orta, mutedil. Tam, kâmil olmak. Düzen, dayanak, destek. İnsanı ayakta tutan gıda. Düzenleyen, durduran. Topluluk. Akraba, yakın, eş dost. Millet. Kalkınma. Namazda ayakta duruş. Milli , milliyetçilik. Boyu güzel. Kayyum; Allah’ın isimlerinden, her şeyi tutan, koruyan. Başkan, idareci, veli. Düzgün. Değerli/kıymetli. Ayakların bastığı yer. Durmak, duracak yer. (Topaloğlu-Karaman, Yeni Kamus)
Buradaki anlamlar, normal her insanda doğruyu, iyiyi, güzeli, erdemi, adaleti, gerçeği, özgürlüğü ve bunlar gibi değerleri ayakta tutmayı çağrıştırır. Bu bağlamda elbette, tutulacak yön, durulacak taraf, stratejik amaç ve hedefler anlamına gelen ve gene aynı kökten türeyen, istikamet de çok önemlidir. Bilindiği gibi buna “kıble” denir. Kıble’den kasıt, sadece salât sırasında kendisine doğru durulan yön/yer değil, aynı zamanda sosyal ve siyasi amaçları olan bir hedefi/sistemi(dini) de gösteriyor olmasıdır. Günümüzde kıblesi aynı olup siyasi ve sosyal amaçlı hedefleri farklı olan ne çok insan var, değil mi? Namazlarında vecihlerinin/yüzlerinin ciheti/yönü Kâbe’ye, ama kalp ve gönüllerinin muhabbeti(sevgileri, bağlılıkları) ABD, AB ve onların sosyal ve siyasi sistemlerine olan insanlar, gerçek anlamda salâtı ikame etmiş olabilirler mi? Çünkü gerçek anlamda salâtı ikame edenler, Kâbe istikametini kıble edinip gönüllerini Batı’ya kaptırmazlar. Onların salâtı ikame etmeleri aynı zamanda Hz. İbrahim misali tağutların yüzlerine; “ Yuh size ve taptıklarınıza(sözlerini benimseyip itaat ettiklerinize)!.. Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Enbiya 21/67) diye haykırmaktır.
Bilindiği gibi cemaatle ikame edilen her salâttan sonra bazı surelerden bir bölüm ayetler okunur. Ayetlerin salâttan sonra ve dağılmadan önce salâta katılanlara okunmasının bir anlamı olmalı diye düşünüyorum. Okunan ayetlerin anlamlarına ile okundukları zamanlar arasındaki ilişki görebilirse, yapılan bu eylemin hiç de boşuna olmadığı anlaşılır. Yani uzun bir geçmişten beri ve günümüzde olduğu gibi, camilerde kafayı yana yıkıp ileri-geri sallanarak okumak ve dinlemek için okunmadığı görülebilir… Örnek olarak; yatsı salâtından sonra okunan Bakara Suresi’ nin 285 ve 286. ayetlerinin anlamlarına bakalım.
“Elçi/Resul ve onunla birlikte olan müminler, Rabbi tarafından kendisine indirilene inandılar. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine inandılar. “Allah’ın elçileri arasında ayrım yapmayız, işittik ve itaat ettik, bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz! Çünkü varış sanadır.” dediler. Allah hiç kimseye taşıyamayacağından fazla yük yüklemez. Herkesin yaptığı iyilik kendi yararınadır, her kötülük de kendi zararına. “Ey Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak, bundan dolayı bizi sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz yükleri bize taşıtma. Günahlarımızı affet, bizi bağışla, sevgi ve merhametini üzerimizden eksik etme. Gerçek dostumuz ve yöneticimiz, yâr ve yardımcımız sensin, kâfirler topluluğuna karşı sen bize yardım et.” (Bakara 2/285, 286).
Yatsı vakti adı üzerinde artık yatma zamanıdır. Bakara suresinin bu kısmında, geçirilen bir günün muhasebesi yapılmaktadır. Bu ayetler, inananların birlikte ve bireysel olarak Rablerine sundukları gün sonu raporu gibidir… Raporda inançları, yaptıkları, duaları ve ertesi gün güçlerinin elverdiği oranda girişecekleri eylemlerinde, kâfirlere karşı Mevlâ’larından yardım istekleri var… Bu noktada ister istemez sorgulayıcı bir insanın aklına şöyle bir soru geliyor; “Her yatsı salâtından sonra okunan, “Gerçek dostumuz ve yöneticimiz, yâr ve yardımcımız sensin, kâfirler topluluğuna karşı sen bize yardım et.” Sözünün/duasının, günlük yaşantımızda karşılığı nedir/var mıdır?
Kim kâfir, kim mümin? Etrafımızda bu duaya ihtiyaç duyan bir Müslüman var mı? Salâti’l İşai’yi(yatsı salâtını) ikame edip camiden çıkan müminlerin ahlak ve adaletinden çekinerek kaç hırsız, yalancı, namussuz, tefeci, zalim kapitalist patron, sahtekâr yargıç, katil doktor, ahlaksız şoför, saptırıcı öğretmen yaptığından vazgeçiyor. Aynı soruyu şöyle de sorabiliriz; salâti’l işaiyi ikame etmeden önce herkesin bildiği ve gördüğü günahları işleyen kaç insan bu ayetleri okuduktan ya da dinledikten sonra gerçek anlamda tövbe edip vazgeçiyor? Ey okuyucu, varsa böyle tanıdıkların onları birlikte tebrik edelim, Allah onlardan razı olsun. İkame ettiği salâtı ile kötü ve iğrenç şeylerden insan vazgeçebilir; çünkü gerçek salâtın işlevlerinden birisi budur. ”(Ankebut 29/45).
Bakara suresinin son ayetinin son cümlesi diyebileceğimiz; “ (Ey Rabbimiz!) Gerçek dostumuz ve yöneticimiz, yâr ve yardımcımız sensin, kâfirler topluluğuna(hakkı gizleyip gerçekleri örtenlere) karşı sen bize yardım et.” Kısmı, Amerika ve işbirlikçilerinin Amerika’daki yerlilere, Afrika’lılara, Kore’de, Vietnam’da, Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da; İsrail’in Filistin’de, Sovyetlerin ve başkalarının daha başka yerlerde gerçekleri örtüp insanları kandırarak nasıl zulümler işlediklerini bizlere hatırlatıyor mu? Şimdi düşünelim; Irak’ta, Afganistan’da, İran’da bir Müslüman’ın yatarken ve yatağında; “Gerçek dostumuz ve yöneticimiz, yâr ve yardımcımız sensin, kâfirler topluluğuna karşı sen bize yardım et.” Diyerek Rabbine yalvarıp yakarması çok anlamlı ve gerekli değil midir?
Zalim, katil ve terörist İsrail’in saldırdığı, Gazze’ye insani yardım götürmeye çalışan gemideki kahraman insanların, yola çıkmadan ve yolda iken bu ayetleri okumaları ve dinlemeleri ile kahvede okey oyununu bırakıp camiye gideninki ya da muhteşem salonlarda muhteşem yemekleri tıka basa yedikten sonra “haydin namaza” diyenlerinki bir olur mu, aralarında bir alâka kurulabilir mi? Bunlardan hangisininki ödüle layık bir salâttır?
Sonuç olarak, bu iki sorudan hareketle salât-sevap/günah ilişkisi üzerine bir kaç söz söylemek istiyorum. Kişinin yaşantısındaki diğer eylemlerine bakılmaksızın, sadece namaz kıldı diye ödülü, kılmadı diye cezayı hak ettiği söylenemez. Kişi salâtı ikame ettiği için değil, salâtından sonra yaptığı iyi işleri için sevap kazanır/ödülü hak eder. Örneğin; salâtını ikame ettikten sonra ulaştığı bilinç sayesinde adalet, özgürlük, eşitlik, barış, esenlik, doğruluk, vs. için çalışıyor; kendisi gibi olanlarla kardeş oluyor; kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçiyor/vazgeçirmeye çalışıyor ise, sevap kazanır/ödülü hak eder. (Zilzal 99/7; Kasas 28/47). Salâtı ikame etmeyenin günahı/cezası ise salâtı ikame etmediğinden dolayı değil, salâtsız olduğu ya da salâtından gafil olduğu için, işlediği kötü ve çirkin işleri yüzündendir.(Zilzal 99/8; Kasas 28/47)
Burada söylediklerimizden çıkan sonuca uygun şöyle bir örnek verebiliriz: Kişi öğleyin abdestini alıp çarşıdaki dükkânına yakın, ya da şehrin en büyük/ulu camisine giderek cemaatle kıldığı namazdan değil, gerçek anlamda orada ikame ettiği salâtından sonra işlediği salih amellerinden ötürü sevap kazanır. Yani infakta, ihsanda, ikramda, içtihatta, ilimde, ıslahatta, imarda, adalet, barış ve eşitliğin inşasında ve bunlara benzer diğer hayırlı işlerde somut olarak bir şey ortaya koymuş ise sevap/ödül kazanır diye düşünüyorum.