Elimde sistemin baskı ve yıldırmalarına maruz kalmış; hayatları değişmiş başörtülü 7 kadının öyküsünü Ashab-ı Kehf analojisiyle anlatan “Saklı Kitap” var. Sibel Eraslan’ın hikâye kahramanları; sesleri kısılmış, sessiz harflerle yaşamaya mahkûm edilmiş bu kadınlardan biri, yengem: “Shrysf.” Ki, tıpkı kitabın bazı diğer kahramanları gibi, o da bugünleri göremedi. Onun öyküsü 28 Şubat’tan çok daha öncesine dayanmaktaydı. Bazı üniversitelerde 80’li yıllarda yapılan bir erken 28 Şubat provasının mağduru olan genç kızlar adına Kenan Evren’e yazdığı nazik mektup yüzünden bir anda darmadağın olmuştu hayatı. “Neden?” diye sorduğu mektup, büyük bir öfkeye yol açmıştı. Seher Yusuf kimdi ki, Kenan Evren’e hesap soruyordu. Bu haddini bilmezliğinin devamı, soruşturmaya uğramak, cezaevinde yatmak, olumsuz koşullar nedeniyle tetiklenen hastalık ve ölümle bitti.
Şimdi gazetelerde İstanbul Adliyesi önünde toplanmış, yüzlerinde hak edilmiş bir zaferin mağrur olmayan haklılığını taşıyan başörtülü avukat hemcinslerimin fotoğrafı var.
Başörtülü avukatların müvekkillerini mahkemede temsil edebilmeleri, yani davalara girebilmelerinin önündeki engeller, Danıştay tarafından ikinci kez kaldırıldı. Danıştay Genel Kurulu, Barolar Birliği’nin, avukatların başları açık görev yapmasını zorunlu kılan meslek kuralının yürütmesinin durdurulmasına yaptığı itirazı oyçokluğuyla reddetti. Böylece Danıştay 8. Dairesi’nin başörtülü avukatlara serbesti getiren kararı kesinleşti.
Gerçek olmak için fazla iyi, denilecek türden bir gelişme. Ne ki kamuoyu biraz başka bir çözüme kilitlendiğinden, biraz da hâlâ korktuğundan; kalbine gömdüğü bir sevinçle karşılıyor haberi. Fazla sevinirse, elemin ve kederin radarlarına yeniden yakalanmanın korkusu. Avukat hemcinslerim, aileleriyle gizli gizli sarılıyor. Bunca seneden ve kayıptan, hayatı tarumar edilmiş birkaç nesilden sonra bile, neşe takiyesi yapmak zorunda kalmak, ne büyük bir acıdır aslında.
Öte yandan, başörtüsü meselesi, çok uzun zamandır “İslamcı” erkeğin sorunu değil zaten. Onlar, eşleri ve annelerinin başörtüleri nedeniyle uğradıkları ayrımcılığı atlatalı beri, bu meselenin köklü çözümüne erkeğe tanınan alanda doğabilecek bir mevzi kaybı olarak bakmaktalar.
Demokrat/liberal aydınlar deseniz, çoğu en başından beri yasağın sadece üniversitelerle sınırla bir serbestiye kavuşması gerektiğini savunmuştur. 90’lı yıllarda ve hatta 2000’lerin ortalarında, Nuray Mert gibi, Kezban Hatemi gibi çok az sayıda kanaat önderi, serbestinin “kamu hizmetini” de kapsaması gerektiğini ve başka bir ajandaya bağlanmadan talep edilebilir olduğunu söylemeye cesaret edebiliyordu. Liberal, özgürlükçü bazı aydınlar ise çok yakın zamanlarda bile başörtüsüyle kamu hizmeti yapmak isteyen kadınların talebini “Şimdi, devlet de Dingo’nun ahırı değil yani” cümlesiyle karşılayabildiler. Daha terbiyeli olanlar ise hep şunu şart koştu:
“Demokratik haklar ve özgürlükler bir bütündür, parça parça savunulamaz. Bir dindar/bir başörtülü inanç ve buna bağlı özgürlüklerini savunurken Kürtlerin, azınlıkların haklarını, anadilde eğitimi, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını da savunmazsa, zorunlu din derslerine karşı çıkmazsa, Ermeni soykırımını tanımazsa, Mor Gabriel Süryani Kilisesi’nin arazilerine Hazine tarafından el konmasına itiraz etmezse filan; talebi demokratik kriterlere uygun değildir, o hak da demokratik bir hak değildir, olmaz olsundur.”
Bu tatlı sert entelektüel vesayetin mantığına göre, kendimizin ve bulunduğumuz toplumsal grubun haklarını savunabilmek için demokratik rüşdümüzü ispat etmemiz elzemdi ve bu rüşdü kazanmanın yolu yüz yıl önce olmuş ve asla tarafı olmadığımız konularda “Avrupa Birliği” patentli bagajı alabildiğine hevesle yüklenmekti. Bunun iyi yanı, özgürlükçü ve demokratik haklar literatürüyle bağ kurmamızı hızlandırmasıdır. Kötü yanı, bazılarımızın yolunu kaybetmesine neden olması. Bazı başörtülü demokrat kadınları, liberal demokrasi karşısında apolojetik bir pozisyona sabitlemesi. Şimdi göğüslerini gere gere sevinmeden önce, “Bunu hak ettim mi, daha küresel ısınmaya son verecektik” dediklerini hissediyor, gülümsüyorum.
Şimdi tek yapmak istediğim, bu iyi haberi gönül rahatlığıyla kucaklamak. “Shrysf” da olsaydı ve bu günleri görseydi dediğimde, gözlerimin arka yerinden orta ölçekte bir şelale hücumbotunun üzerine binip dışarı sürüyor, kendimi sokağa atıyorum.
(HT)