Geçenlerde katıldığım bir televizyon programında Akşam gazetesinden Nagehan Alçı, CHP Kurultayı’nın yarattığı rüzgârın Cumhuriyet mitinglerindekine benzediğini söylemişti. Gerçekten de, üzerinden bir hafta geçerken bu benzerliğin daha da netleştiğini görüyoruz. Özellikle o günkü rüzgârdan etkilenenlerle bugünkü rüzgârdan etkilenenlerin aynı insanlar olduğunu görmek bu benzerliğin de en çarpıcı kanıtı.
Tabii konu böylesine bir rüzgâr olunca insanın aklına doğal olarak bu rüzgârın nasıl çıktığını sorgulamak geliyor. Kimileri bizatihi rüzgârın varlığı ile ilgili bir perspektiften bakarak bu rüzgârın partide bir “yenilenme isteğinden” kaynaklandığını düşünüyor. Bu “yenilenme isteği” Baykal’dan kurtulmak anlamına mı yoksa bugüne dek uyguladıkları politikaları belirleyen zihniyetten kurtulmak mı orası çok net değil. Ama net olan bir şey varsa Kılıçdaroğlu’nun varlığı bu yenilenme isteğinin somut ifadesi gibi. Rüzgâr da bu nedenle…
Oysa son yıllarda gelişen “İlişkisel Sosyoloji” (Relational Sociology) alanı, rüzgârın kendi başına bir varlık değil iki farklı atmosfer alanının karşılaşmasıyla oluşan bir olgu olduğuna işaret ederek şöyle diyor: “Rüzgâr çıktı denizi dalgalandırdı, dediğimizde sanki kapının arkasında rüzgâr adlı bir varlık vardı ve o kapının arkasından çıkıp denizi dalgalandırdı” gibi bir şey söylüyoruz. Ama bu doğru değil. Rüzgâr iki farklı atmosfer alanı arasında “ilişkisel” bir olgudur.
Buradan gidersek CHP’deki rüzgârın bizatihi Kemal Kılıçdaroğlu’nun varlığından değil farklı basınç alanlarının karşılaşmalarıyla oluşan bir rüzgâr olduğu. Bu farklı basınç alanlarının neler olduğu ve kimleri içerdiği ise kafa yormaya değer bir soru. Ama biz burada söylediklerimizle yetinip konunun bir başka yanına bakabiliriz.
Kimi yazar ve yorumcu Kemal Kılıçdaroğlu’nun 1970’leri hatırlatan bir söylemi olduğuna dikkat çekti. Doğrusu ben bu konuşmanın çok daha eskilere gittiğini düşünüyorum. Ta 1950’lere…
Nereden mi çıkarıyorum?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Başbakan’dan “Recep Bey” diye söz etmesinden… Ben bu ifadenin çok özenle düşünülmüş ve seçilmiş bir ifade olduğu kanısındayım.
Bu ülkede siyasi liderlere “Bey” diye hitap etmek bilindiği gibi bir gelenek ve bu gelenek de Cumhuriyet tarihinde “Adnan Bey”le başlamış, yani Adnan Menderes’le…
Kemal Kılıçdaroğlu Başbakan’a “Recep Bey” diyerek aslında bize ve Başbakan’a Adnan Menderes’i hatırlatmak istiyor. Neden mi? Çünkü demek istiyor ki “Senin de sonun onunki gibi olur”. Yani asılırsın… Abartıyor muyum?
Abartıyor olabilirim. Belki de “Recep Bey”in başka yorumları da vardır ve bu benimkisi biraz zorlama da olmuştur. Ama en azından eğer öyleyse Kılıçdaroğlu’nun bir an önce “Recep Bey”e böyle bir anlam yüklemediğini kamuoyunu açıklaması uygun bir davranış olacaktır.
Ama benim burada böyle bir yorum yapmamın başka nedenleri de var. Örneğin Kemal Kılıçdaroğlu’nun da Baykal gibi bir gerilim politikası uygulayacağını ve üstelik de bu kez Onur Öymen ve Nur Serter gibi oldukça kaba “ulusalcılar” yerine çok daha incelerini kadrosunu katarak bunu yapacağını düşünüyorum.
Bunu da nereden çıkarıyorsun demeyin. Bütün kurultay konuşması bu minvalde yapılmış bir konuşmaydı ve “Recep Bey” de bu konuşmanın en meydan okuyucu ifadesiydi.
Diyorlar ki bir rüzgâr var ve bu rüzgâr önce CHP’de sonra da bütün ülkede siyaset alanında kendini hissettirecek. Doğrusu buna itiraz etmek pek mümkün değil. Değil çünkü gerçekten de olayların ilk gününden beri medyanın kullanılış biçimi bu amaca odaklanmış durumda.