“Özgürlük, adalet, eşitlik” Fransız İhtilâli’nin ünlü sloganıdır. Bu sloganla yola çıkanlar, aynı zamanda özgür olmadıklarını da söylemiş olurlar. Özgürlüğün, adaletin ve eşitliğin herkes tarafından kabul edilen bir tanımı yoktur. Bir bedevi kendisi için ayrıcalık talebini, “Adil ol ya Muhammed!” diyerek dile getirebilir. Bütün savaşlar barış adına, bütün katliamlar insanlık adına yapılmıştır. Irak’ın özgürlük ve demokrasi adına işgal edilmesi, bunun en yakın örneğidir.
Her siyasi düşüncenin özgürlük tanımı farklıdır. Bu gün en büyük handikabımız, özgürlüğü liberal felsefenin tanımı çerçevesinde anlamak zorunda olmamızdır. Liberal düşünce, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” sloganıyla geniş bir özgürlük alanı sunar. Liberalizme göre özgürlüğün sınırı, bir başkasının özgürlük alanıyla sınırlıdır; ancak tanımı yapılmamış bir özgürlüğün sınırlarından söz edilemez.
Özgürlüğün tanımı can alıcı bir soruda gizlidir. Bu soru bir yönüyle, Kızılderililerin “Dünya atalarımızdan miras kalmadı, biz onu torunlarımızdan emanet aldık.” sözünü hatırlatır. Soru şudur: “İnsan kendi bedeninin sahibi midir yoksa emanetçisi mi?”
Liberalizm, “insan kendi bedeninin sahibidir.” tezinden hareket eder. Doğal olarak bu durum, insanın kendi kendine zarar verme hakkını beraberinde getirir. Liberal felsefe, “devredilemez ve vazgeçilemez haklar” söylemini geliştirebilmiştir; ancak “yapılmasına izin verilemez yasaklar” getirememiştir. İnsan, nefsinin hevasına uymada sınırsız bir serbestîye sahiptir. Bu durum bir paradoksa neden olur: “Bağımlı olma hakkı, özgürlüğün sınırları içinde midir?” Zararlı alışkanlıklar özgürleştirir mi yoksa esarete mi neden olur? Zararlı olduğu kabul edildiği halde bağımlılıklar, Liberal düşünce açısından özgürlük kapsamında ele alınır ve meşru kabul edilir. Liberal düşüncenin bir meziyetmiş gibi lütfettiği bu hürriyet, aslında siyasi bir rüşvettir. Liberal baronlar sanki şöyle demiştir: “Ekonomik hâkimiyetimi tanımana karşılık, istediğini yapmakta özgürsün.”
İlahi öğretiye göre ise insan, bedeninin sahibi değil, emanetçisidir. İnsanın kendi bedenine karşı sorumlulukları vardır. Bu durum, “Bedeninizin de sizin üzerinizde hakkı vardır.” sözüyle ifade edilir.
Dini inançlar, haram ve yasaklarla özgürlükleri sınırlar; ancak bu kısıtlamaları, özgürlüğün teminatı olarak savunmak da mümkündür.
Hâkim medeniyetin pençesinde aç ve esir olmasına rağmen, “özgürlük, adalet, eşitlik” adına yapılan talepler her zaman garip bir şekilde cinsel özgürlük ve içme özgürlüğü gibi alanlarla sınırlı kalmıştır. Neden acaba? Ülkemizin solcularına, bu taleplerle özgürlük arama aklını Liberaller vermiş olmasın? “Size kominizim lazımsa, onu da biz getiririz.” Jakobenizmi Tandoğan’a has değildir; zira yine Türkiye solcularının, hedeflerine ulaşmak için benimsedikleri yol hiçbir zaman akıl yolu olmadı. Gerekmediği halde halkın inançlarıyla uğraşırlar; oysa halkın inançları onlara yardımcı olabilirdi. Bunu akıl edemediler. Halkın inançlarına cephe aldılar ve binmeleri gereken dalı kestiler. Belki de solcuların halkla bütünleşmesi istenmiyordu.
Düşünce özgürlüğü de bundan farklı değildir. “Ben böyle düşünüyorum.” dediğimiz zaman söylediklerimiz, gerçekte bizim görüşlerimizi mi yansıtır yoksa aldığımız enformasyonun sonucunu mu? Enformasyona rağmen ne kadar bağımsız hareket edilebilir ki?
Yeni muhalif hareketler, benzer bir hatayı tekrarlamamalıdırlar. En doğrusu, mevcut paradigmanın kavramlarını kullanmamaktır. Yeni kavramlar ve yeni bir dil oluşturmak gerekir.