İnsanlar toplumsallaşma sürecinin başlangıcından beri ortak faydaya dayanan birçok değer üretmişlerdir. Fayda ekseninde ortaklaştırılan değerler, insanlığın bellek havuzunda saklanmıştır. Bu değerlerin en başında özgürlük ve adalet değerleri vardır. Ortak tarihsel değerlerin parçalanarak, değerlerin tek cinsle, dar-sınıf ve dar-ulus çıkarlarıyla sınırlandırılması yani değerlerin sadece belli bir cinse, belli bir sınıfa ve belirli bir ulusa özgü kılınması, özgürlük ve adalet için; insanlığın meşru direnme hakkına başvurmasını zorunlu ve kaçınılmaz kılmıştır. Toplumsal adaleti ve özgürlükleri, birilerinin ayrıcalık kazanarak belirlemeye başlaması ve insani-toplumsal değerleri belirleyen bu güçlerin, kendilerini daha özgür kılması, adaletin meşruiyetini kökünden yıkmaktadır.
İnsanlığın hiç şüphe etmeden ortaklaştığı, bütünleştiği noktalar daima olacaktır ama merak konusu olan, değişmeyen ortak noktalara nelerin evrilerek katılacağıdır. Özgürlük ekseninde yeni ortak mekânlar ve yeni ortaklaşılan zamanlar yaratmak, bir şenliğe dönüşen özgürlükçü, adil bir yaşam için unutulmaz mutlu anılar biriktirir.
Sözüm ona özgür adacıklarında, çitlerle çevrilen özel yaşamların içinde toplumdan yalıtılmış olarak yaşayanlar nasıl erdemli olabilir? Birbirinden yalıtılmış farklı özel yaşamları, çitlerle çevirerek toplumu ayrıştırmanın mantığının nihai varacağı yer, vicdansızlık bataklığı değil midir? Toplumsal yalıtılmışlığın derin labirentlerinden çıkmak ve özel yaşamların hile ve baskıyla değil, yalansız ve maskesiz korunduğu ama özel yaşamların, toplumsaldan yalıtılmasına ahlaki olarak hiç de gerek olmadığı özgürlük zamanları da gelecektir. Bunun tek yolu, hayâ ve yalandan uzak yaşayabilen, diğer insanların dertlerine sahip çıkabilen cesur insanların artması ve ar damarı patlamış, keyfiyette obur olan aylakların azalmasıdır.
“Kimse kimsenin özeline karışamaz ama bazıları herkesin özel yaşamına karışır” diyen zora dayalı hiyerarşik mantıkta özel yaşam, sözde kimsenin giremeyeceği sınırlar içinde olan, “en özgür alan” gibi düşünülüp tasarlanmış “mahrem” bir alandır. Bu çelişkiler yumağını açan ve özel yaşamını örnek kılıp toplumsallaştırabilen, insanlardan gizleyecek bir yönü yani yalanı/günahı olmayan insanların özgürlüklerini, toplumsal özgürlükle bütünleştirmeleri, onur verici asil bir önderlik tutumudur. Bunu başaran peygamberler, erenler, insan-ı kâmiller ve tavizsiz, imtiyazsız bilim insanları, topluma özgürlük ışığı olmuşlar ve kendi yalansız/dolansız özel yaşamlarını özgür kıldıkça saygınlaşarak sevilmiş ve toplumlarını da özgürleştirebilmişlerdir.
İlk toplumsallaşmada elbette özel bir imtiyaz içeren yaşam alanı yoktu. Özel yaşam alanı, tahakküm ve hiyerarşi ilişkileri içinden doğdu ve sonradan kendisine daha korunaklı bir alan kurma gereksinimi duyan iktidar kurucu güçler tarafından “keşfedildi” ve sözde dokunulmaz kılındı. Sözde, çünkü ayrıcalıklı olanların özel yaşamı ve mahremiyeti, toplum tarafından değil, iktidar aygıtları tarafından korunuyordu. Diğer bütün toplum kesimlerinin yaşamı kontrol edilebilirdi. Egemenlerin özel yaşamlarının; sarayların, köşklerin, kapılı kapıların ardına alınması ve insanların bu özel alanlara, yapılara saygı duymaya zorlanması toplumsal bellekte, tarihsel bilinçaltında muazzam tahribatlar yarattı. Üstünlük ve ayrıcalık yaratmaya yol açan, üstünlük ve aşağılık komplekslerini besleyen bu tahribatlar, zamanla biçim değiştirdi ama tartışılmaz ve değiştirilemez olan dokunulmazlıkları hep korundu. Öyle ki insanlar birbirlerini farklılaşıp ayrışan özel hayatlarıyla yargılamaya başladılar. Özel hayatlarıyla belirlenen statüleriyle üstünlük kurma ve aşağılama hakkı kazandılar. Böylesi bir mantıkla kurulan özel yaşamlar, zora dayalı hiyerarşilerin köklerini besleyip daha derinlere inmesini sağladı ve zalim hiyerarşinin gövdesini büyüttü. Toplumsal doğal ilişkiler ayrıştı, parçalandı ve doğal farklılaşmalar abartılarak, farklılıklar üstünlük ve ayrıcalık gücüne dönüştürüldü ve böylece hiyerarşik toplumsal yaşam süreci başlatıldı.
Toplumsal yaşamda herkesin buluştuğu, kaynaşıp bütünleştiği ilk otantik, orjinal noktaları bulmak ve yeniden bu temel noktalarda akli ve vicdani sevgi bağlarını kurmak, insanlığın en büyük heyecanıdır. İnsanlar, birbirlerini eşitleyen, aralarındaki adaleti, merhameti, şefkati koruyan, birbirlerini olabildiğince özgürleştiren ve insanlaştıran ortak noktaları, tarihte nasıl oluşturulup korumayı başardılarsa, bugün ve gelecekte de özgürlüğü ve adaleti, onurlu yaşamın merkezine taşımaya devam edeceklerdir. İnsanlık, İyilik ve merhamette ortaklaşmak için direniş hakkından asla vazgeçmeyecektir.
Mülkiyeti, parayı, tahakkümü tanımayan yabanıllara, barbar diyen sapkın “uygarlar”: “Hakikat ve adalet, sadece bize özgüdür, bizim tekelimizdedir, hakikati ve adaleti bundan böyle biz belirleriz” dediler. Gönlü kara, sözü kaba ama bir o kadar da kurnaz ve ince zekâlı, bu servet ve mülk düşkünleri, toplumdaki farklı hakikat ve adalet tezahürlerini zorla ve hileyle örtüp, toplumsal ortaklaşmayı baltaladılar. Kendi aciz ve sefil yanılgılarını, özgürlük aşığı topluluklara tek değişmez gerçek olarak dayatan insanlık düşmanı bu alçak otoriteler, yıkılası zulümleriyle kendilerini, kötülük kasırgasının zevk ve sefasına mahkûm ettiler. O zamandan bu yana ortaklaşan, dayanışma ve paylaşım gösteren, bütün iyi ve dürüst insanların haklı direnişi, onların baş düşmanıdır.
İnsanların çağların derinliklerinden gelen kimi ortak değerleri, köklü ve evrensel hükümler taşır. Örneğin hırsızlıktan, yalancılıktan, canlıları katletmekten uzak olmak, sevmek/kaynaşmak, bütün erdemli çağların ezelden gelen temelidir. Kimi değerler de çağlar boyunca değişen koşullar sonucunda yeni ortak değerlere doğru evrim geçirir. Özgür ve adaletli bir toplumun ortaklaşmada ana ekseni: Katı önyargıları aşmak, herkesin herkese can-ı gönülden yardım edebildiği gerçek bir hoşgörü sahibi olmak ve dolayısıyla karşılıklı anlayış ve tahammül gücünü toplumda ortaklaştırıp, doğallaştırmaktır.
Hayatlarımızı yavaşça değiştiren ve bir anda birleştiren ortak hislerimizi, sempati, güven ve saygı duygularımızı gizlemek, zorla bastırmak yanlıştır. İnsanlar arasındaki doğal denge ve uyumu bozan, sevgi ve merhameti eksilten bütün yasakları meşrulaştırmak ve onlara korkakça boyun eğmek, vicdani/ahlaki ve iradi bir suçtur. Doğallığımızı bozan, bizi bize yabancılaştıran her ne varsa söküp atılmalıdır. Doğallıklarımızı, birbirinin üstüne binerek yükselen tarihsel katmanların yabancılaştırmalarından ayrıştırmak ve doğallıklarımızı, en derinden yani ilk tarihsel katmandan başlayarak bütünüyle açığa çıkarmak, yalın doğallığı topyekûn güçlendirmek, tam anlamıyla özgürleşmek demektir.
Özgürlük; insanın bedeni, vicdani, ahlaki ve akli olarak arınması ve yalınlaşan berrak bir sadeliği yakalamasıdır. Özgürlük, somut gerçeklerle yüzleşerek, yalansız ve korkusuz yaşamayı başarmaktır. Yalansız ve korkusuz hakikatin yolunda ilerleyen bir toplum, bilimini ve ahlakını özgürleştirmiş, adaletli ve dürüst bir toplumdur.
Özgür yaşama karşılık, hırs ve kıskançlığın yüceldikçe yücelen doruğu ise iktidar hırsıdır. Bir anlamda doruksuz/menzilsiz olmak ve zamanı kendisiyle dondurmak, zamana bile egemen olmak hırsıdır bu. Tabanda özgürlüğü sınırlayıp, tavanda adaleti kendi çıkarlarınca belirleyen iktidar hırsının, boyutsal herhangi bir sınırı ve görünür bir ufku yoktur. Onun ufku, seraplarla bulanan bir belirsizliktir. İktidarın ilkesi, ilkesizliği ilke edinmektir. İktidar, çıkar rüzgârı ne yandan eserse o yöne doğru yelken açar, çıkara göre hemen yön değiştirir. Kin ve kibirle yarışan sürekli sapmalar ve fırsatçı dönemeçlerle ilerleyen, karanlık/kirli anlaşmalar ve “uzlaşmalarla” kesişen yollar, iktidarın en sevdiği yollar/ yöntemlerdir. Çünkü iktidar, korkular ve komplolar üzerine kurulur.
Zorba bir iktidar varsa kin ve kibir, kıskançlık ve haset duyguları, toplumsal muhayyilenin hâkim unsurları haline gelir. Zorba bir iktidarın hiç olmadığı ya da bilinmediği veya söndürüldüğü bir yerde ise bu duyguların toplumsal zihniyette yeşermesi olanaksızdır. İktidar hırsını durdurabilen tek güç, ise insanlar arasında sevgi ve beraberliğin yarattığı özgürleşmenin, doyumsuz içsel huzurudur. Bu içsel barışın da bir doruğu, bir sınırı yoktur ama çizgisel/ilkesel bir ufku vardır. Bu ufuk, net ve berraktır. Özgürlük ufkunu belirleyen, toplumdaki ortak iyinin adalet güneşidir. Bireyi, iktidarcı zulümden ve toplumu, her tür sapkın baskıdan koruyan ortak özgürlük adaleti, insanlığa sarsılmaz ortak bir onur sunar.
Kötülük; toplumdaki ikiyüzlülük, zulüm, yalan ve kölelik alanlarını genişletip sürekli yaygınlaştırarak ayakta dururken, iyilik; toplumdaki adalet, doğruluk, fedakârlık, barış ve özgürlük alanlarını güçlendirip geliştirerek ayakta durur… Ateşin kahredici gücüyle hayatı şekillendirirken, hayata kendine göre kıyıcı/yıkıcı gaddar bir ruh veren iktidar hırsının, nasıl bir sınırı yoksa iktidara karşı; hiçbir iktidar hırsı ve arzusu duymadan yaşayan insanların da güzellikte/dürüstlükte bir sınırı yoktur. Bu insani kökleri aynı ama yolları çok ayrı olan iki sınırsız güç, tarihsel süreçte sürekli mücadele halindedir. Aralarındaki sınırı çizen ve zulüm ateşini söndüren deniz, kimi zaman sakin kimi zaman coşkun olan adalet ve özgürlük denizidir. İnsanlığın asırlardır bu denize döküp biriktirdiği ortak değerleri hala korunmaktadır.
İnsanlara kötülüğü yani köleliği öğütlemek, kötülüğü/köleliği öğretmek, iktidarın biçimlendirdiği en büyük ve köklü kötülüktür. İnsanları kötülüğe ve köleliğe karşı onurlarını korumaya çağırmak ise en büyük iyilik ve adalet zarafetidir. 5000 yıldır “Nasıl daha iyi bir köle olabilirim?” kaygısıyla yaşamak, insanlara sürekli dayatılmaktadır. Buna karşılık, iktidar güçleri, yaşamda özgürlüğü hissetmenin ve iç huzura ulaşmanın, ancak maddi zenginlikle olanaklı olduğunu ve bunun dışında kalan manevi çabaların ise beyhude hayaller ve boş safsatalardan ibaret olduğunu öğütler.
Kötülüğün şiddeti, fedakârlığın iyilik deniziyle kuşatıldığında, ellerini kollarını hareket bile ettiremeyen zalimler, adaletin koruduğu iyilik denizinde boğulurlar. Vicdanı sağlam ve merhamette çok duyarlı olan bir insanın yaşamını dengeleyen en hassas terazi ve en korunaklı yuva, adalet hissiyatı ve bilincidir. Bu hissiyat ve bilinç sayesindedir ki, zalimlerin ellerindeki zulüm kırbacı gücünü ve işlevini yitirir. Yaşamda en korktukları şey de budur zaten. Onların adaletini zulüm kırbacı sağlarken, özgür insanların adaletini, gönül ve vicdan berraklığı, paylaşım ve bölüşümün zarafeti sağlar.
‘Sol’ ya da ‘Sağ’ bakış açısıyla – oldukça göreceli kavramlar olduğu için pek fark etmez – sınıf kini duyarak ve sınıflar üzerinde baskı kurmak kötülüğü budamaz aksine kötülüğün sınırını daha da genişletir, kötülüğü yeniden yeniden üretir. ‘Sol’ veya ‘Sağ’ diye tanımlanan diktatörlerin birbirlerinden hiç farkı yoktur. Onlar, insanlığa iyiliği öğrettiklerini söylerler ama temeldeki iktidar hırsını hiç yok etmezler. Onların hiçbiri, ayrımsız sevginin sunduğu iç huzuru ve vicdan özgürlüğünü güçlendirmez. Onlar, ayrımsız her insanın kendine özgürlük ve iç huzurla güven duymasını mümkün kılmazlar. Despotlar, hep bir tedirginlik ve korku içinde yaşayıp, yaşatırlar. İktidarı kaybetme korkusu, onların en büyük korkusu ve azabıdır. İktidar hırsı ve iktidarı kaybetme korkusu, onların en büyük çelişkileri olan ve sonuçta herkesi eşitleyen ölüm korkusundan kaynaklanır ve beslenir. Onlar, ölümsüz olmak, iktidarlarını sonsuza kadar sürdürmek isterler. Her şeyi ellerine geçirip, hiçbir şeyi hiç kimseye vermemek, her şeyi yönetmek, her şey hakkında karar verici güç olmak, her şeyin sahibi/efendisi olmak, bütün insanların yaşamlarını, geleceklerini, varlıklarını, akıllarını, yüreklerini ellerinde tutmak isterler. İnsanlar adına karar verip, insanlar adına üzüntü ve sevinç yaratırlar. İnsanların hem kendilerinin aynası olmasını isterler, insanların özgürlükçü tepkilerine bakıp kendilerine yeni yollar/çıkışlar çizerler, hem de “yalın gerçeğin” kendi sırlarını da içerecek bütünlükte olmasını kıskançlıkla sakınıp saklarlar. Bütünsel gerçekliği yansıtan devasa aynalarını yani tüm dünyada olup bitenlere hâkim olan güçlerinin derinliğini kimseciklere göstermezler.
Neden? Çünkü o dev aynaları, özgürlük ve adalet ateşini sürekli yeniden ve yeniden yakan özgürlük sevdalısı toplumların direnişleriyle kırılmakta veya paslanıp yenilenmeye muhtaç bir konuma düşmektedir de ondan. Korku ve çaresizlik içinde, yeniden hile ve yanılsamalarla dolu, “yeni” özgürlük ve adalet kurumları, kavramları üretip, kin ve kibirle kirlenmiş olan ortak değerlerimizi öğüten kirli çarklarını döndürmeye çabalarlar.
Hâlbuki sevgiyle kaynaşan özgür yürekler, ölüm korkusunu yenebilir. Esas sonsuz ve ölümsüz olanın sevgi ve beraberlik, dayanışma ve paylaşım olduğunu bilmek, kendisinde olanın başkasında da olmasını istemek, iç güzelliğin ve özümsenen içsel adaletin dışarıya yansımasından başka bir şey değildir. Böylesi bir yaşam, insanlar arasında görünür maddi/fiziki farklılıkların mümkün olabildiğince aşıldığı, yaşamdaki her tür fırsatları eşitleyen bir adaletin korunduğu onurlu bir yaşamdır. İnsanların vefasızlığına ve yaşamı sınırlayan ölüm korkusunun çaresizliğine son veren, hırs, kin ve kibirin kaynaklarını yok eden, sevgiyle buluşan adaletin ayrımsız ve eşit dağılımı değil midir? Esas olarak insanları iyi veya kötü yaşatan, birbirlerine duydukları hassas sevginin o ince zarafetinin, sınırlı veya sınırsız olmasıdır. İnsanlar, özgürce ve adaletle sevebildikleri oranda yaşadıklarını hissederler. Yaşamı sevgiyle hissetmek, kaçınılmaz ölüme karşı insanı güçlü ve mutlu kılar. Ölümden sonra da yaşamamızı sağlayan insanlara sunduğumuz sevgi dolu anılarımızdır. Doğumla ölüm arasındaki yaşam çizgisinin sınırlarını sevginin gücü ve niteliği çizer.
Sevgi veya öfkenin sınırları içerisinde hareket eden bedenimiz ve ruhumuz, bize acı ve mutluluklar sunar. Üzülürüz, seviniriz, ağlarız ve güleriz. Bütün bunların esas nedeni, bütün acıların ve sevinçlerin son bulacağı ölümle karşılaşmaktan kaçabilmenin mümkün olmamasıdır. Başlangıcından itibaren ölüme doğru giden bir yaşamın olduğunu bilmekten daha ufuk açıcı ve daha kıymetlendirici ve değer biçici ne olabilir? Yaşama anlam, derinlik ve hız katan ölüm boyutu, kesinliğinin bilinmesi ama nasıl, ne şekilde ve nerede olacağının asla bilinememesinden dolayı insanın manevi yönünü en çok etkileyen acıları, onurları biriktirir.
Kendimizi ölümden ırak tutup, varlığımızı ölümsüz kılmak, mülk ve servetlerimizi biriktirmekle değil; sevinçlerimizi, özgürlük aşkımızı ve adaletli tutumlarımızı çoğaltıp biriktirmekle ve yarattığımız değerleri ortaklaştırıp paylaşmakla olanaklıdır. Özgürlük ve adalet aşkı, yaşamı ölümün ötesine taşıyan insanlara, onurlu anılarla kutsallaşan bir ebediyet sunarken; iktidar ve servet aşkı, ölümün cehennemi korkusunu zalimlere sürekli kılar.
Oluşmuş olan, oluşan ve oluşabilecek olan olguların, oluş nedenlerine farklı yanıtlar vermemiz, bilim ve inançta ortak noktalarda buluşmamızı engellememelidir. Ayrıştığımız kimi noktaları bu kadar önemsemek, farklılıkları, kin ve nefret nedenine dönüştürmek, nefsimizi ve etnik kökenimizi, her şeyin önüne koymak, menfaatçi ve bencil olmak ve bir arada yaşayabilme yeteneklerimizi köreltmek demektir. Ortaklaşmaya ilişkin duyduğumuz kısmi kuşkuyu sürekli kışkırtan zalim güçlerin kara kazanlarında kaynayan ateş, sonsuz değildir. Ve içimizdeki özgürlük sevgisinin gittikçe güçlenip yetkinleşen rüzgârı, bu zalim ateşi söndürmekte hiç de aciz değildir.
Dünyevi iktidarların tahakküm stratejilerinde kullandıkları dogmatik ve aslını çarpıtan dini söylem, iğrenç bir bilinç bulandırma mekanizmasıdır. Esasında afyonlanan ve uyuşturulmak istenen, toplumsal psikoloji ve toplumsal bellekteki dayanışma ve paylaşımın tarihsel, çıkarsız ortaklığıdır.
Kültürler arası kaçınılmaz geçişlerden kurulan ve kadim çağlardan bugüne kadar insanlığın/halkların ortaklaşa yaşam alanlarına dönüşen barışçıl, eşitlikçi söylemleri, ancak dini inançları; bir çatışma ideolojisi olmaktan çıkardığımızda koruyabiliriz. Dinin, siyasallaştırılarak/ideolojileştirilerek iktidarların elinde bir baskı aracına, dışlama ve ötekileştirme aracına dönüştürülmesi için mutlaka ana ekseninden, kökeninden çıkartılması gerekliydi. Dinsel farklılaştırmalar için yaratılan mezhepler, dini; tahakkümcü bir ideoloji konumuna kilitlemek isteyen iktidarlar için vazgeçilmez bir nimet ve zengin varlıklarını koruma aracına dönüştürülmüştü. Halklar arasına nifak ve nefret tohumları atan, halkları birbirine kırdırıp boğazlatan bu sinsi tuzaklar ve mezhepleşmeler, her yüzyılda sürekli olarak yenilenmiştir.
Tüm bunlara rağmen binlerce yıl barış içinde, özgürce bir arada yaşayan halklar, birbirlerinin kültürlerine sürekli katkı sunmuş ve birçok değerlerini ortaklaştırıp anonim kılmayı başarmışlardır. Bir aşamadan sonra, bu değerlerin hangi kökenden geldiğinden ve kime ait olduğundan çok, değerin bizzat kendisi önem kazanmıştır. Anonimleşen bu değerler unutulmaz. Bu değerleri bencilce sahiplenip kendi “kültür merkezinin” kızgın potasında eritmek ve değerleri ortaklaşan yönlerinden yalıtmak, gerçeği; kahrolası bir lanete dönüştürüp geri tepmesine neden olmaktır. Gerçeği körelten bir anlayışla tutulan silah, onu tutanın elinde patlar, silahı tutanı vurur. Açıktır ki zalimler, kendi mezarlarını kazmaktadırlar.
Her halkın kendine has, katışıksız, saf bir kültürünün ve diğerlerinden daha üstün ve ayrıcalıklı inançlarının olduğunu savunmak anlamsızdır. Değerlerin ana kaynağı olarak, tek bir etnik kökeni veya değerlerin sadece belli bir coğrafyadan diğer alanlara yayıldığını savunmak, uygarlığa deli gömleği giydirmektir. Böylesi bir uygarlık tasarımı, sadece hayalleri süsler. Bilim, insanlığın ortak uygarlığını inkâr ederek, uygarlığın “üst/ana/temel merkezine” kendi eklektik ve kurgusal, sınıfsal ve ulusal ve en önemlisi cins inşasını koyarak, insanlığın ortaklaşan rizomatik kültür ve sevgi damarlarını kesmek isteyenlerin acı yanılgılarını açığa çıkaran çalışmalarıyla doludur. Öyle ki, tavandaki göksel/ tanrısal egemenlerin “kendi halkı adına” başka bir halk üzerinde “sarsılmaz ve üstün bir uygarlık” kurabilmesi sayesinde sıkılaşan tahakküm zincirlerinin; her seferinde yaşamın tabanında/toprağında buluşup kaynaşan halkların adalet ve özgürlük inancıyla parçalandığını görmemek olanaksızdır. Birleşik kaplar misali, dünyadaki bütün kültürlerin birbirine karışıp kaynaşması ve aralarında bir düzey farkının kalmayarak iç içe geçmeleri, ırkçılık ve dar milliyetçiliği ezip geçen halkların barışsever dayanışmasının kaçınılmaz bir gerçekliğidir.
Gerçeklik bizlere, eski insanların; sözcükleri, ürünleri, kültürleri ve tahayyülleri karşılıklı takas ettiklerini, mülkiyetin, paranın ve zulmün bilinmediği kadim çağların, özgürlükçü/ortaklaşmacı komünler dönemi olduğunu söylemektedir. Gerçek; özgürdür. Gerçek devrimcidir, kaçınılmaz olarak özgürleştirir. Gerçek yalındır ama yakıcıdır, acı da verebilir sevinç de. Açığa çıkmalarıyla beraber insanı ve toplumu özgürleştiren gerçekler, gerçekliği yaşayanları ilk anda ürkütebilir. Çoğunlukla ve ne yazık ki gerçeğe, dolambaçlı yollardan ve geç kalınarak gidilir. Hâlbuki gören ve duyanlar için, o an o gerçek; yaşamın tam içinde, apaçık durmaktadır. Gerçekleri sonradan görmek, yaşamın acı yanı ve ‘keşke’leridir. Gerçeği sabırla aramak, gerçeğin yanında cesaretle yer almak ve yalnızca gerçeğe boyun eğmek ‘keşke’leri olmayan yaşamlar yaratır. Gerçeklerden kaçmak veya gerçeği yaşanmışlıklardan sonra kavramak, adaletli ve özgür yaşamın geciktirilmesi veya heba edilmesidir.
Gerçek, her tür engeli aşmakta mahirdir ve gerçeğin sürekli yenilenerek yeniden açığa çıkışı; oluşumu sürekli olan insanlık kültürünün, dünyada yaşayan her toplumdan, her insandan aldığı değerlerle bütünleşen ve yaratılan bü-tün güzelliklerin, keşiflerin, insanlığın ortak hafızasında birleşmesini sağlayan dinamik, devrimci bir süreç olmasından dolayıdır.
İnsanlık ailesine mensup hiçbir halkın bir diğerinden üretilen herhangi bir değeri alırken ya da verirken, bunu düşmanlık beslemek için yapması ya da bu geçişleri yasaklaması, akıl ve vicdan dışıdır. Vicdanın, ahlakın ve toplumsal belleğin yani ortak fayda/ortak iyiye dayalı adaletten yana ortak aklın oluşumu; zora dayalı, zoru meşrulaştıran, kurnaz/çarpık egemen tahakkümcü aklın çıkışından çok öncedir. İlk toplumsallaşmada olduğu gibi, bugünde, ortaklaşa üretilen her değer ve ortaklaşma alanına geçen her farklı değer, halkları özgürlüğe ve kardeşliğe bir adım daha yaklaştırır. İnsan toplulukları on binlerce yıl yasak bilmeyen bu ortak geçişlerin doğallığında yaşamayı sürdürdüler. Ayrıca uzun bir dönem, bu kültürel geçişlerin özgürlüğünü engelleyebilmek olanaksızdı. Çünkü kaynaşma ve geçişlere karşı katılaşma, insanın toplumsallaşmasının doğal seyrine, insanın özgürlükçü doğallığına aykırıdır.
İnsanları doğanın bağrından ve birbirlerinden koparan ve doğal zihniyetlerini sömürgeleştiren iktidarlar, insanları; kendi doğal toplumsallaşma yeteneklerine yabancılaştırabilmek için her tür zulme ve hileye başvururlar. Ve en önemlisi de insanların çoğunluğu bu kirli tuzaklara düşmeye oldukça meyillidir. Ortak yaratılan kültürel değerlerin ayrıştırılıp iktidar kuran kavimlerce bencilce sahiplenilmesi ve kendi iktidarlarına mal edilmesi, özgür yaratıyı bağımlı ve sınırlı kılan lanetli bir süreçtir. Bu süreç, özgür kültürel geçişlerin sıkı bir elekten geçirilmesi ve kısmen yasaklanması ile birlikte ilerlemiştir.
Hakk’ın adaleti, toplumu köleleşme içinde değil özgürleşme içinde yaşatır. İnsanlık, özgürlüğün, toplumda bütünüyle hissedilip kavranıldığına nasıl inanabilir? İnsanlık için, özgürlüğün bir hakikat halini alması, toplumsalda nasıl vücut ve ruh bulacaktır? Özgürlüğün, insanlık için anlamı nedir? Bireylerin kendi bireysel yetenek ve yaratılarını, toplumsalın ortaklaşan havuzuna tam bir güven ve sorumluluk bilinciyle, gönül rahatlığı içinde aktarabildiklerini gördüğümüz zaman, artık içimiz rahat olmalıdır.
Toplumsalın ortak bir ruh kazanması, bütün zaman ve mekânları kuşatan tevhidi bir güç ve enerjiyle bütünleşmesi, aslında o yüce ilahi güç tarafından baştan beri hiç de yalnız bırakılmadığına toplumun inanması ve aynı zamanda bu huzur veren inancı yaşayarak, kendisini kendisine kanıtlanması ve Hakk ile hemhal olması demektir. Toplumun, bütün varlığı ve hissiyatıyla ilahi tevhidle bütünleşebileceğine inanmasıdır ki toplumsalın esas köklü kurtuluşu ve ontolojik özüne dönüşü ve mutlak gerçekliğe teslimiyeti böyle başlayacaktır ve aynı zamanda eşitler arası sorumluluk bilincini, en doğal bir yaşam hali olarak, toplumun kendisine kazandırabilmiş olması, özgürlükle iradeleşmesi anlamına gelecektir. Hakk’ın cennetini, dünyevi yaşam içinde inşa etme süreci ve insanlığın, Hakk’ın adalet ve özgürlük ruhuyla bütünleşme süreci, işte bu inançla sürdürülen onurlu ve erdemli bir mücadele ile tamamlanacaktır.