Zora dayalı hiyerarşi ve tahakküm, toplumsal tarihte özgürlüğü parçalayıp sınırlayan ve toplumsal ilişkilerde doğal olan özgürlüğün içselleşmesinin karşısında konumlanan, dayatmacı bir oluşumdur. Özgürlük, toplumsal tarihin başlangıcında en somut, en belirgin ve en doğal olan temel olgudur. Toplumu canlı tutan ve ona yaşam veren bir enerjidir. Özgürlüğün sevgi ile kaynaştığı başlangıçtaki doğal toplum, yaşam enerjisi tam anlamıyla özgür olan ve zora dayalı hiyerarşinin var olmadığı bir toplumdur. Her doğal/canlı toplumun üzerinde ortaklaştığı kalıcı, evrensel ve değişmez ilkesi, yaşamsal özgürlükleridir ve kendi özgürlük sevinçlerini korumak inancı, diğer toplulukların yaşamı sevme özgürlüklerine de saygı duymayı gerektirmiştir. Böylece toplumlar arasında bir üstünlük ya da aşağılama oluşturmak mümkün olmamıştır. Saldırgan olmayan doğal toplumlar, sorumluluğu ve emeği ortaklaştıran paylaşımcı ilkeleriyle binlerce asır var olmuşlardır. Zora dayalı hiyerarşi ise toplumsal ve vicdani özgürlüğün baş düşmanıdır. Bu nedenle ilk önce, toplumdaki özgürlük ve eşitlik ilkelerini zorla ve kurnazca belirsizleştirmiş ve daha sonra özgürlüğü, bin bir çeşit rıza ve ikna mekanizması ile sınırlandırmıştır.
Hiyerarşinin, toplumdaki uzlaşmaz ve uzlaşır çelişkilerin karmaşıklaşan ilişkilerine göre kabuk değiştirip, sürekli bir evrim geçirdiği ve tahakküm sınırlarını güçlendirerek geliştiği aşikârdır. Zora dayalı hiyerarşi, bireysel ve toplumsal ilişki ve çelişkilerin özgün dinamiklerini-enerjilerini çarpıtarak, yanılgılı algılarla kuşattığı toplumu sinsi yöntemlerle kuşatarak, varlığını meşrulaştırır ve oluşturduğu devletin bekasını korur. Toplumsal dinamiklerdeki enerji farklılıklarına kendini açık tutarak, bu işlevini sürekli kılar. Sürekli değişim yanlısı bir tutum içindeymiş gibidir ama bu değişim; özde/çekirdekte değil kabukta ve görünüştedir.
Hiyerarşik otoritenin, gücünü ‘doğa tasarımları’ndan alarak başladığı aşikârdır. Doğanın, kaçınılmaz ve zorunlu olan bir gücün ekseninde kurulan hiyerarşik bir birlik olduğundan hareketle, toplumda da zora dayalı bir hiyerarşinin meşru ve doğal görülmesi gerektiği zamanla insanlığa kanıksatılmıştır.
‘Bütün insanlar özgür doğar’ sözü geçmişten günümüze gelen en yalın ve berrak masaldır. Günümüzde olduğu gibi yakın gelecekte de özgürlük, hala kazanılması için büyük bedeller gerektiren yüce bir değer olarak, gelecek güzel günlerin inşasında bir hedef olmaya devam edecektir.
Öyle ki özgürlükler, toplumsallaşma ve siyasallaşma tarihinde belirleyici ve vazgeçilmez unsurlar olduklarından dolayı, o kadar derin ve yoğun incelenmektedir ki gelecekte, toplumsal tarihte özgürlüğün doğal doğuşu, vücut bulması ve yitirilişi anlamında, ‘Özgürlük Sosyolojisi’nin ayrı bir bilimsel disiplin olarak ele alınması mümkün gözükmektedir. Bu disiplin, insani ve toplumsal özgürlüğün en doğal yaşam ve varoluş biçimi olarak kalıcılaşmasının, insanın kendine has olabilmesinin ve toplumun özgün kalabilmesinin yollarını araştıracaktır. Bu bilim disiplini; özgürlüğün, toplumsal atmosferde rahatça soluklanabilmesi için, her insanın ve her toplumun gerçek anlamda nasıl bir değişime açılabilmesi gerektiğini inceleyecektir. Özgürlüğün doğasını ve doğallaşmasını araştıracak ve özgürlük karşıtı hiyerarşik sınırların, tarihsel ve toplumsal olarak nerede başladığını ve nerede son bulacağını çözümleyecektir. Sosyolojinin bir alt disiplini olarak ‘Özgürlük Sosyolojisi’nin, özgürlüğün zorba hiyerarşiyle girdiği amansız savaşta, insanlığa kılavuz olması mümkündür.
Doğanın karşı konulamaz, güçlü hiyerarşik ‘otoritesine’ karşı, insanlığın; özgürlüğünü feda edebilmesi gerektiği, sımsıkı bir mantık örgüsüyle aktarılmaya başlandığında, insanlık; karşılaştırıldığı makasta, saçma ve gereksiz bir ikileme de zorlanmaya başlanmıştır. Öyle ki ya insanlık doğayı özgür bırakacak ya da ‘özgürleşebilmek için’ insanlık doğaya gem ve zincir vuracaktır. Kuantum fiziğin ve nano-teknolojinin geliştirilmesiyle genetik, sibernetik alanında yapılan “ilerlemeler” toplumun ve doğanın özgürleşmesi bir yana, her ikisi üzerinde sürdürülen tahakküm ve hiyerarşik zorbalığın daha da geliştirilmesini tetiklemiştir. Böylelikle toplum, başlangıçta doğa ile barışık iken doğa ile savaşır bir konuma sürüklenmiştir. Zamanla toplumda ayrışıp güçlenenlerin, zayıf bırakılanlara karşı zafer borusunu öttürmesine bir kılıf olan “Doğanın Kanunları”, toplumsal yaşamda sarsılmaz ve tartışılmaz katı otoriterliği meşrulaştırarak, hafızalara kazımıştır. “Kurt’un doğası böyledir, ormanın kanunu şöyledir” diyerek ve ‘kimin gücü kime yeterse’ veya ‘büyük balık küçük balığı yutar’ anlayışıyla özdeşleşen doğanın, otoriter ve zora dayalı bir hiyerarşi içerdiği savunulur. Kurgulanan bu üst-anlatıyla, toplumsal yaşamda ezelden gelen değerler sistemi baştan aşağıya değiştirilir. Doğaya kendi yaşam enerjisiyle katılan her varlığın kaçınılmaz olarak ve kesinlik içerecek şekilde belirli bir öz ve buna uygun bir biçim taşımasının zorunluluğu ve başka türlü olmasının olanaksızlığı, toplumdaki zora dayalı hiyerarşinin meşruiyetine kaynak yapılır. Böylece öz ve biçimin bağıntılı birliği anlamındaki bu doğallık ve her varlığın özgün ve özgür enerjisi, kalıplara dökülerek, kontrol altına alınması gereken güçler olarak görülmeye başlanır. Her varlığın farklılaşmaya açık olan özgür doğasını giderek sınırlayan, donuk ve statik bir mantık oluşturularak, doğanın ve ardından toplumun üzerindeki tahakküm meşrulaştırılır.
Zincire vurulmuş bilimler, denetim altında ilerletildiği ölçüde, doğaya hâkimiyetini perçinleyen egemenler, buradan hareketle toplum bilimlerini de koşullandırmanın zorunlu olduğu iddiasını sürekli tekrar ederler. Aslında her özgün doğa, kendi içinde farklı asli yönlerin ve zorunlulukların, asli olmayan yönlerle ve olasılıklarla kurduğu bağıntılardan oluşan bir birliktir. Çünkü doğada olasılıklardan bazıları bazen zorunluluk haline gelebilmektedir ama kesinliği açık olan bir zorunluluğun, rastlantı düzeyine indirgenmesi olanaksızdır. Örneğin doğada dört farklı kuvvetin varlığı, doğada kesinlik ifade eden bir zorunluluktur ama farklı kuvvetlerin bileşkesi arasındaki olasılıklar, şaşılacak ve sınırlanamayacak düzeyde etkileşim içinde ve çokludur.
Özgürlüğün doğası; insanların, bireysel ve toplumsal düşünceleri ve somut eylemleriyle; doğayla, evrenle ve toplumla kurdukları ilişkilerde kaçınılmaz, nesnel ve içsel bir zorunluluk içeren kanunları/esasları kavramaları yani bu nesnel zorunlulukların tarihsel bilincine varabilmeleri ya da varamamalarının doğasını açıklar. Yaşamdan öğrenip yaşama aktif katılım sağlayabilmeleri ya da sağlayamamaları sayesinde oluşan bu karmaşık, dinamik sürece, özgürlüğün; içsel ve dışsal çelişkilerle harmanlanan, doğasal süreci denmektedir.
Burada doğallık süreci; hem kaotik ve çatışmalı bir yapının, belirgin bir düzene doğru akışı ve bu akış içinde doğal uyumluluk ve doğal denge oluşturma isteği olarak kavranmalı ve hem de kaosun, evrim ve devrim diyalektiğinde zorunlu bir doğallık oluşturması anlamında kavranmalıdır. Ancak insanın var olan kaotik doğallığa hiyerarşik bir bakışla müdahalesi ve toplumsal ilişkilerdeki doğal ‘dengeyi’ bozması, hem doğanın eko-sistemini yani doğanın birbirine bağımlı ve bu bağımlılıklarla dengelenen ‘özgürlüğünü’ hem de insanın doğa ile içsel uyum kodlarını bozması anlamına gelmektedir. Böylece “Özgürlüğün Doğası”nın dengeli ve bağımlı bütünlüğünün parçalanması başlamaktadır. Doğal akışında giden ama kısmen kaotik olan süreç üzerinde hâkimiyet kurmak, doğa ve toplum üzerinde iktidarlaşmak için yol açmakta ve bu yolun taşlarını ‘gönüllü kölelik zihniyeti’ döşemektedir.
İnsanlar, yaşamlarının sürdürülebilirliğindeki zorunluluk ve olasılık bağıntılarını kavradıkça, toplumsal değişime ve toplumsal hareketlere yön verebilecek dinamikleri de kavramaya başlarlar. İnsanların, bu doğal zorunlulukların içsel çelişki ve dinamiklerinin nesnelliğini kavramaları ve her içsel zorunluluğun, olasılıklara ve dışsal faktörlere de açık olduğunu anlamaları, insanları bu bağıntılar içinde özgürleştirir. Açıkçası özgürlük; bireysel ve toplumsal bilinçle yani tarihsel sorumluluk bilinciyle gelişen bir doğaya, arzu ve sevgi dolu bir doğallığa sahiptir.
Özgürlüğün, doğal var oluş yani açık bir doğallık olarak benimsendiği ve yaşandığı ilk doğal toplumsal süreçte giderek ayrıştırılması ve parçalanmasının, zora dayalı iktidarlar tarafından insanın doğadan koparılmasıyla ve doğaya yabancılaştırılmasıyla başladığı açıktır. Öte yandan insanlar, kendi iradeleri dışında gelişen doğaya ne kadar iradevi müdahalede bulunsalar da evrendeki doğal işleyişin ana esasını ve temel kanunlarını değiştiremezler veya esnetemezler. Bahsettiğimiz ‘zorunluluklar’, bu açık, doğal zorunlulukların dışındadır ve bunların arkasına gizlenmiştir. Doğaya karşı güçlenerek var olmanın bir zorunluluğu olarak dayatılan çarpık toplumsallaşma, zorba iktidarlaşmayla kaynaştırılmıştır.
İnsanların, kendi iradeleri dışında doğada zaten var olan enerjilerin, kuvvetlerin ve dinamiklerin zorunluluk ve olasılıklarını kavramaları ve bu kavrayışı sadece mekanik ve determinist bir şekilde, toplum ve doğa arasındaki neden-sonuç ilişkilerine kilitlenmeleri yanlıştır. Esas olarak karşılıklı ve ikili zıtlıklarla kavranan diyalektik bağlar, çok yönlü bağıntıların rizomatik ağları içinde kavranmalıdır. İnsanların özgürleşmelerinin, özgürlüğü içselleştirmelerinin doğanın hiç de hiyerarşik olmayan işleyiş kanunlarına doğal bir uyumla mümkün olduğu ve esas zorunluluğun da bu kavrayış olduğu anlaşılmalıdır. Gerçek özgürleşme; duyusal ve sezgisel bütünleşme, sevgiyle kaynaşma budur. Toplumdaki doğal uyumu bozan ve toplumla doğa arasındaki bağımlılıkları hiyerarşik boyuta çeken zorba egemen iktidarlardır. Öte yandan doğanın, evrenin, toplumsallığın yani bir bütün olarak varlığın karmaşık kaotik işleyişi hakkında, kendini sürekli yenileyen ve geliştiren bilgi, yine de açık bir sınırsızlığa mahkûmdur.
Neden ve sonuç, birbirine bağlı ve birbirine dönüşebilen olgulardır. Nedensellik ve gerekircilik olarak bir zorunluluk, basitçe mekanik bir neden-sonuç dizilişi değildir. Zorunluluk, insan iradesinden bağımsız olan, nesnel içsel yasalarla gerçekleşir. Doğa ve evren, insan olsa da olmasa da var olabilen ve zorunluluk ile olasılık bağıntıları içeren nesnel ve dinamik güçlerdir. Doğa ve evren, kendi zorunluluk ve olasılıkları içinde var olabilirken, insan; kendi toplumsal tarihi içinde; ancak kendi öz gücüyle, kendi iç çelişkilerinin dinamiklerini, zorunluluk ve olasılık bağıntıları içinde çözerek, kendini doğa ve evren içinde uyumlu kılıp koruyarak, geliştirip özgürleştirebilmektedir. Bu doğal uyumdan ve varlığın bütünsel zincirinden yani süregiden akışından koptuğu anda ise insanın, cehennemi felaketleri ve zalim kölelikleri başlatması mümkün olmuştur.
Doğanın ve evrenin, olasılıklara bağımlı olan zorunluluk yasalarını bilince çıkardıkları oranda, insanlar; özgürleşmeye başlayabilir ancak bilim ve teknik, iktidarların denetiminde zincirlendiği için, bu özgürleşme süreci tamamlanamamaktadır. İnsanlar, dışarıdan bir güçle değil ancak kendi eylemleriyle özgürleşebileceklerini ve bunun kendi iç zorunlulukları olduğunu kavradıkça, gerçek anlamda özgürleşebilirler. Ancak insanların bir kısmı, özgürlüğün doğasını eğip-büküp, çarpıklaştırmışlar ve diğer insanlardan imtiyazlarla ayrışarak daha çok özgürleşmişlerdir. Ancak elbette bu cehenneme giden bir özgürlüktür. Hile ve zorbalığın iktidarlaşması güçlendikçe, toplumların bütünsel ve topyekûn özgürleşmesi sınırlanıp, engellenmiştir.
Öyleyse kaçınılmaz içsel zorunlulukları inkâr edip, toplumsal gerçeklikteki her şeyi, hal ve şartlara uygun düşen dışsal rastlantılara terk etmek, özgürleşmenin doğasına uymadığı gibi, dışsal-rastlantıları inkâr edip her şeyi içsel zorunluluk ve gerekircilik çerçevesi içinde görmek de özgürleşmenin doğasına uymaz ve toplumsal tarihsel süreci bilimsel olarak çözümlememizi engeller.
Özgürlüğün doğası, insanın ve toplumun; elini ayağını, aklını, zamanını bağlayan zora dayalı üretim ve mülkiyet ilişkilerinin dışına çıkabilmeleri sayesinde yeniden oluşmaktadır. Yabancılaştıran, duyguları ve yaşam enerjisini denetleyerek kendine göre yaşamı kaskatı donduran ve insanlığı vurdumduymaz kılan, yalan ilişkilerin dışına çıkabilme süreci, özgürleşme sürecidir. Henüz insanlar, özgürlüğün doğasına tam anlamıyla vakıf olamamışlardır çünkü henüz tam anlamıyla eksiksiz özgürleşememişlerdir. Gerçek anlamda olabildiğince eksiksiz özgürleşme pratikleri, kaldıkları yerden, insanlığın yeni toplumsal deneyimleriyle devam etmektedir.
Öyle ki insanların doğa karşısında özgür olabilmesi için, doğanın “otoritesine” başkaldırması, hala açık ve kesin bir zorunluluk olarak görülmekte ve bu inanç, toplumsal muhayyile içinde kurgulanmaya devam edilmektedir. Doğa, iktidarların ürettiği yeni bahanelerle, insanın üzerinde muazzam bir otorite kurabilecek ve gücü sınırsız bir varlık gibi gösterilmektedir. Ve insanın bu gücü sınırlaması, zararsız kılması meşru sayılmalıdır diyerek doğanın, insanın ihtiyaçlarını karşılayan basit bir araç olarak görülmesi sağlanmaktadır. Böylece insan aklının; doğanın en üst gücü olduğundan hareketle, ırkları hiyerarşik olarak katmanlaştıran üstün insan merkezci bir görüş karşımıza çıkmaktadır. Azgın doğayı en iyi dizginleyen, ona en iyi hükmeden, en üstün insanlardan oluşan toplum; en makbul, en uygar ve gelişmiş bir toplum olarak kabul görmektedir. Bu görüşe göre, doğanın; kendi içinde yani kendi diyalektik ve rizomatik ‘özgürlüğü’ içinde işleyen sürekli bir varoluş, yaratılış olduğu reddedilir. Sonuç olarak doğanın, insandan ayrı bir amaç taşıyamayacağı ve sadece insana hizmet için var olduğu, ‘insanın efendi ve doğanın köle olduğu’ görüşü inşa edilir. Bu inşa içinde insanın, doğada var olanların hepsinden üstün ve en gelişmiş bir yaratılışta, “eşref-i mahlûkat” olduğu, kabul edilmesi zorunlu bir gerçek olarak sunulur.
Gerçekte ise doğanın özgürlüğü ile insanın özgürlüğü ayrıştırılamaz bir bütünlük içindedir. Çünkü varlığın hepsi, topyekûn kusursuz bir bütünlük arz etmektedir. Her varlık, birbirine bağımlıdır, eklemlenmiş bir çatışmalar ve uyumlar zincirinin içindedir. Bütün varlıkların, dengesizlik ile denge sarmalının içinde, sürekli yeni bağıntılarla oluşması ve yaşamın yenilenmesi kaçınılmazdır. Bu açık gerçek, egemen hiyerarşik bilim tarafından sürekli çarpıtılır. İktidarın azgınlığı, insanın azgınlığına ve topyekûn kötülüğüne indirgenir ve hatta insanın yaratılıştan gelen günahı olarak gösterilir. Öyle ki tarihsel süreç içinde mitoloji, felsefe, bilim ve uyuşturma işlevi gören şirk dini, bu görüşü olabildiğince yüceltmiş ve kullanmıştır.
Gerçeklik ise, doğanın kendisine has ve bağımsız iç dinamiklerinden hareket ederek, doğanın bu özgün dinamiklerini ilk ve ayrı bir başlangıç ve ayrı bir süreç olarak görmekten geçmektedir. Açıkçası doğanın dili, varoluşu ve evrimi, insanın ve toplumun yasalarından çok daha farklıdır. Doğanın hakkı, doğaya verilmelidir. Erdemli ahlaklı olan insana ve özgürlükçü topluma yakışan da budur. Çünkü insan, sevgi, merhamet, ilgi ve dayanışma ile topluma ve doğaya yaklaşım gösterirse doğrunun, adaletin ve sevginin gerçek yolunda yürümüş olur. Eğer insan diğer insanlara, topluma ve doğaya merhametsiz, sevgisiz bir tahakküm zihniyeti ve kibirle yaklaşırsa kendi mezarını da kazmış olur.
İnsanın özgür/cüzi iradesinin üstünde varolan doğa ve evrenin iradesini yani bütün zamanı kapsayan külli iradeyi, evrenin/doğanın kendi mecrasında oluşumunu devam ettiren o muazzam eksiksiz ”Aklı” yani Hakk’ı tanımak, insanı aşağı olma duygusuna ve aşağılık kompleksine sürüklememelidir. Kendisini her şeyin ölçütü ve nedeni saymak kibri, uygarlığı ve insanlığı geliştirmemiş aksine barbarlığı geliştirmiştir. Eğer bir uygarlığın gelişmesinden bahsedilecekse o zaman esas olarak insanlar arasında kin, kibir ve kıskançlığın tükenmesine uygun bir yaşam kültürünün gelişmiş olmasından ve insanlar arasında savaşlar değil, merhamet ve sevgiyle örülen paylaşım ve dayanışma ilişkilerinin güçlendirilmiş olmasından bahsetmek gerekir.
Açıkçası teknolojide, uzayı ve atomu fethetmede, doğaya/evrene egemen olmakta ileri gitmek, tek başına uygarlık değildir. Esas olarak insanlığı ileri götüren unsurlar, insanların ayrımcılıktan, ayrıştırmadan kurtularak, birbirlerinin dertlerine karşı duydukları ilgi, alaka, sorumluluk, merhamet ve sevgi paylaşımını artırabilmeleri ve sınırsız doğallık içinde, hem insanlıkla hem de doğayla bütünleşebilmeleridir.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da insanın kayıtsız şartsız bir seçim yapma hakkı vardır. İnsanı, diğer insanlarla bütünleşmeye, yardımlaşmaya yaklaştırmayan, insanlar arasına nifak sokan esas güç nedir? İnsan ya bu güce sessiz kalıp zalimliğe boyun eğecek ya da hakkı, hakkaniyeti, adaleti ve merhameti savunacaktır. Kendi yaşamı konusunda kendisinin karar vermesini engelleyen esas güç, kendi dışındaki doğa ve evren değil, kendi içinde yaşadığı çarpık, çıkarcı, bencil toplumsal yapılaşma ve mülkiyet hırsıyla iktidarlaşan otoriter devletçi hiyerarşi ve onun yaydığı ve gelenekselleştirdiği kötülük ve güvensizlik yayan zihniyetler ve alışkanlıklardır. İnsan ya düşmanlık ve hasetle çevresine ve kendine yabancılaşacak ya da kendine ve diğer insanlara güvenerek ve ötekileştirilen diğer insanlarla kaynaşarak kendini yeniden bulacaktır.