Meryem Suresi, 83-98’nci ayetler grubundan 83’ncü ayette insanları saptıranlarla, önceden sapıp kâfir olmuş olanların işbirliğinden söz edilmektedir. Bu işbirliği saptırıcıların, kâfirleri kışkırtması ile gerçekleşmektedir ve bu da işin gidişatına uygundur. 84’ncü ayette az öncekilerin yapıp ettiklerinin hesabının tutulduğu ve 85’nci ayette muttakilerin cennette Rahmanın konukları gibi ağırlandığı, 86’ncı ayette de suçluların, sürülerin suya götürüldüğü gibi cehenneme sevk edileceği bildirilmektedir. 87’nci ayette dile getirilen şefaat konusunda kısaca şunları söyleyebiliriz; Rahmanın şefaatine/yardımına, dünyada yaşarken Allah’a verdiği sözü tutanlar sahip olacaklardır. Buna bağlı olarak dünyada gördükleri şefaati, ahirette de görecekler. Bu anlamda daha açık olarak şöyle diyebiliriz: dünyada iken Allah’ın emir ve yasaklarına uyup Mümin ve Müslüman olarak yaşayanlar, hesap gününde de Allah’ın ahdini tuttuğunu görecekler. Bu noktada şöyle bir şey de düşünülebilir: Allah’ın Söz’ünü/Vahyini sıkı sıkıya tutanlar (ittihaz edenler), yani Kur’an’a sımsıkı sarılanlar, dünyada Allah’ın yardımını/desteğini/şefaatini hak edip kazanırlar. Allah mümin kuluna, hem dünyada hem ahirette çifte güzellik (şef’i/şefaat), yani dünyada esenlik ve barış, ahirette de cenneti verir, işte Yüce Rabbimizin şefaati budur. Burada söylediklerim, 96’ncı ayette ayrıca açık bir şekilde vurgulanmaktadır.
88-95’nci ayetler arasında Allah’a çocuk yakıştıran sapık toplumla ilgili bilgiler verildikten sonra, az önce de değindiğim 96’ncı ayette “Elbette ki; iman eden ve salih amel işleyenler için, Rahman karşılıklı sevgi/mutluluk meydana getirecektir” mesajını vermektedir. Surenin 98’nci ayetinde Yüce Rabbimiz, geçmişte helak edilen nesilleri ve onlardan bir ses seda çıkmadığını bildiriyor. Bu mesajla, “siz de öleceksiniz, aklınızı başınıza toplayın ve 97’nci ayette dile getirilen muttakiler gibi olun” diye, Allah insanları/bizi kuvvetli bir şekilde uyarmaktadır.
97’nci ayet üzerinde ayrıca durmak istiyorum: “İşte! Biz onu senin dilinle kolaylaştırdık ki, onunla muttakileri müjdeleyesin ve onunla inatçı bir kavmi uyarasın.” Muttakileri daha önce edindiğimiz bilgilerden artık tanıyoruz: onlar, Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde yaşayan Mümin/Müslümanlardır. Kendileri Allah hakkında kuvvetli bir imana üzeredirler. Aynı zamanda onlar Allah hakkında ölçüyü tam olarak tutturan sağlam bir görüşe sahipler. Bir başka deyişle onlar, Allah bilinciyle yaşayan insanlardır. Metinde “onu, onunla” zamirleri ile anılanın Allah’ın mesajları olduğunu düşünüyorum. Yani “o” zamiri, Kur’an’a işaret etmektedir. Demek ki Kur’an ile muttakiler müjdelenecek ve aynı Kur’an’ la inatçı kavim uyarılacak. Ayet metninde yer alan “ludde” kelimesi, “inatçı” manasından başka anlamlar da taşımaktadır. “Ludde” kelimesi aynı anlamda Bakara 204’ncü ayette de geçmektedir. İnatçı kavim için şunları söyleyebiliriz: şiddetli derecedeki inatçı, direngen, düşman, çok zulmeden kişi demektir. Doğru yolda olmayan, haktan meyledip sapan, hakikate sağır kesilmiş olanlar, kalplerinin kulakları sağır olanlar, günahkârlar “ludden” olarak anılırlar. Sözün özeti, bir kısmı Kur’an’nı okuyup, anlayıp gereğine uygun muttaki olarak yaşıyor, luddden olan diğer bir kısmı ise inatla okumaya ve anlamaya karşı direniyor, direnmekle kalmayıp başkalarını da kendisi gibi ludden yapmaya çalışıyor.
Ayettin ilk kısmında şu önemli ifade yer almaktadır: “…doğrusu şu ki; Biz onu senin dilinle kolaylaştırdık …” Bu noktada şu soruyu sorup cevaplarını almak istersek, neler söyleyebiliriz. Soru: “Bu mesajdan ne anlamalıyız?” Bu sorunun birden çok cevabı vardır. Cevaplar: 1- Yüce Rabbimiz Allah, konuşma yöntemi, hitabet tarzı, mesajları tebliği etme dili bakımından, Resulullah’ın söylemini muhataplar için kolaylaştırmıştır. Bir başka deyişle Arap toplumuna Resulullah’ın Arapça olarak tebliğde kullandığı dilini kolayca anlaşılır kılmıştır. Yani, Kur’an’ın tebliği Resulullah’ın söylemi ile kolaylaşmıştır. 2- Allah’ın Resulullah’a vahyettiği mesajda kullandığı Arapça dili/lisanı teknik, kullanım bakımından kolaylaştırılmıştır. Burada şunu da söylemeliyiz: Arap’ın Kur’an öncesinde kullandığı medeni ve bedevi Arapçası, vahiy süreci içinde Kur’an’da Kur’an’ın mesajlarını tam olarak dile getirebileceği bir duruma getirilmiştir. Bu aşamada anlatmaya çalıştığımız, Kur’an’da kullanılan Arapça lisanının teknik olarak vahyin mesajını iletebilme durumuna getirilme konusudur. Bu anlamda Kur’an ayetlerinde yer alan birçok kelime ve kavramlar için mevcut, yeni ve farklı anlamlar kullanılmıştır. Hatta o dönemde Arapça olmayan fakat halkın kullandığı yabancı dillerden de kelimeler Kur’an’da yer almıştır. Dolaysıyla Kur’an’ın Arapça olan dili/lisanı, Arapçadaki bütün içerik ve özellikleri ile vahiy olarak anlaşılabilir bir şekilde Kur’an’ı; yani elimizdeki Mushaf’ı meydana getirmiştir. 3-Açıkça bilindiği gibi; değişik coğrafyalarda yaşayan insanların dilleri farklı farklıdır. Eskiden de böyleydi, şimdi de böyle ve sonra da böyle kalacaktır. Yani insanların çoğunluğu Arapça dışında dilleri kullanıyorlar. Bunu zaten Kur’an-ı Kerim Rum suresinde haber veriyor. “Rum”, bir topluluk, kavim adıdır. Romalılar, demektir. Romalılar deyince akla büyük Roma imparatorluğu akla geliyor. Bu imparatorlukta, diğerlerinde de olduğu gibi çok çeşitli kavimler ve dilleri olan insanlar yaşamaktaydı. İşte “Rum” burada bir örnek olarak anılıyor. Söz konusu ayetin meali şöyledir: “Yeri ve gökleri yaratması da, dillerinizi ve renklerinizi çeşitli yapması da O’nun ayetlerindendir.” (Rum 30: 22).
Bu gerçekliği böylece ortaya koyduktan sonra ve de yukarıda değindiğimiz Resulullah’ın kullandığı Arapça Dili/Lisanı ve konuşma tarzı/söyleminden başka üçüncü bir konu gündeme geliyor: Ana dili Arapça olmayan, yani Arapça bilmeyen insanlar ne olacak? Onlar da Evrensel Mesaj Kur’an’dan Araplar kadar sorumludurlar… Üzerinde durduğumuz ve iki önemli yanını ortaya koyduğumuz konu bağlamındaki 97’nci ayetten Arapça bilmeyen insanlar için, kolaylık anlamında bir şey çıkar mı? Bu çok önemli ve stratejik bir konudur. Çünkü Kur’an’ın Arapça dışındaki dillere çevrilebilir olmasının ruhsatı, işin doğal yapısı ve gidişatı (bilimsel zorunluluk/vahyin evrenselliği) gereğinin yanında, Rum suresindeki söz konusu ettiğimiz ayettir, diyebiliriz…
Meryem Suresinin 97’nci ayeti de diğer ayetler gibi Resulullah Muhammed’e (s) vahiy sistemi içinde inmiştir ve ilk muhatabı kendisidir. Onun muhataplık ve sorumluluğu sadece kendisi için değildir. Aynı zamanda tebliğ edip ulaştırma bakımından sorumlusu olduğu diğer insanlar için de muhataptır… Bu durumda Resulullah’ın(s) Muhatap olduğu vahye, dolaylı olarak diğer insanlar da muhatap ve ondan sorumlu duruma geliyorlar. Yani Evrensel Mesaj onları da sorumluluk altına alıyor. Tam bu noktada şu sorun ortaya çıkıyor; bu insanlar mesajları nasıl alacaklar? Bunun sadece bir yolu var; Kur’an, Arapça dışındaki dillere çevrilecek/çevrilerek…
Peki, Resulullah’ın dilinde ve dili ile kolaylaştırılan Kur’an Dili, diğer çevrildiği dillerde de aynı uygulamayı görecek mi? Bence görecek, çünkü “bi lisani ke” ifadesi elbette önce Resulullah Muhammed(s) için kullanılmıştır. Ancak diğer insanlar da Kur’an’dan sorumlu oldukları için, kim “bu ayeti, ayetleri, vahyi kabul edip pratik hayatımda uygulamak üzere Kur’an’ı benimsiyorum” derse; ayetteki “Ke/Sen” zamirinin işaret ettiği kişi, Resulullah Muhammed(s) ile birlikte Kur’an Dili Arapçayı bilmeyen ‘o kimse’ de olur. Dolayısıyla Yaşayan Kur’an’ı, kendisi için Hayat Kitabı olarak kabul edip benimseyen her muttaki Mümin/Müslüman da “Kur’an’ın kolaylaştırılma” avantajından yararlanabilir diye düşünüyorum. (Vallahu A’lem). Bu bağlamda bir hatıramı anlatmak istiyorum.
1993 yılıydı, Balıkesir’de bazı arkadaşlarla birlikte Prof. Dr Süleyman Ateş’in vereceği “Evrensel Mesaj: Kur’an” konulu bir konferans düzenledik. Konferanstan sonra Süleyman Ateş Hoca’yı Balıkesir’de bir arkadaşın evinde misafir ettik. Ertesi gün Süleyman Ateş Hoca ile birlikte birkaç arkadaş otogar civarındaki bir lokantada yemek yedik. Lokantada Hoca ile ikimiz karşılıklı oturduk. Yemek sırasında Kur’an’dan çeşitli konularda konuşurken ben Meryem Suresindeki 97’nci ayeti gündeme getirdim ve Ateş Hocaya şöyle bir soru sordum: “ Ayetteki ‘senin dilinle / bi lisani ke’ ifadesi, Arapça bilmeyen insanları da muhatap alıp kapsar mı?”
Hoca bana dikkatle baktı, elindeki kaşık çatalı tabağına dayayıp masaya koydu ve bir daha bana baktı, sonra da “Evet, kapsar” dedi. Ben çok sevindim, çünkü tereddüt ediyordum. Süleyman Ateş Hocanın Kur’an bilgisine de güveniyordum. Zaten o sıralarda onun mealini okuyarak Kur’an’ı öğreniyorduk. Arapça bilmeyen muttakiler için bu da bir müjdedir. Allah Süleyman Ateş Hoca’dan razı olsun, inşallah…
Kur’an’ın kolaylaştırılmış olması ile ilgili diğer bazı surelerden ayet mealleri:
“İşte! Gerçekten biz onu senin dilin ile kolaylaştırdık. Umulur ki öğüt alırlar” (Duhan 44: 58). “Dikkat edin! Gerçek şu ki; Biz Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?” (Kamer 54: 17, 22, 32, 40). “ … Artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun! …” (Müzzemmil 73: 20).