Kur’an’da bulunan 114 sure içinde iniş sırasına göre 18. sırada yer alan Kâfirun Suresi, Peygamberimizin, Mekke döneminin ilk yıllarında kâfirlere nasıl meydan okuduğunu anlatır. Meydan okumanın çok erken dönemlerde olmasının yanında, meydan okumada kullanılan kavramlar da çok dikkat çekicidir. Sureye baktığımızda, üç anahtar kavram üzerinden meydan okumanın gerçekleştiğini görüyoruz; kâfir, ibadet ve din. “Haykır yüzlerine ve de ki: Siz, ey kâfirler! İbadet etmem, ibadet ettiklerinize. Ve siz de ibadet etmezsiniz, benim ibadet ettiğime. Ve ben, sizin için; ibadet ettiklerinize kul olmam. Siz de kul olmazsınız, benim ibadet ettiğime. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” (Kâfirun 109/1-6)
Kâfir kelimesinin Türkçe anlamı için, kısa ve öz olarak şöyle söyleyebiliriz; gerçekliğini bildiği halde, üzerini çeşitli şekillerde örterek, onu inkâr eden kişi… Demek ki, “ey kâfirler!” hitabının muhatapları, Peygamberimizin çağrısının içeriğini bilerek yalanladıkları için, kendilerine açıkça bu sıfatla hitap ediliyor/meydan okunuyor. Buna uygun olarak İbadet ve Din kavramlarının anlam ve içerikleri bakımından hitap eden ve muhatapların aynı bağlamda değerlendirdiklerini görüyoruz.
İbadet kavramının sure boyunca gördüğü işlevi ile din kavramının sure sonunda, sonucu belirleme/süreci bitirme işlevine bakarak, ibadet kavramının sistemin pratiğini, dinin de teorisini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Yolcu ve Yol örneği; herkes yaşadığı sürece yolcudur ve yürüdüğü bir Yol‘u vardır.
Din kavramı hakkında bundan önceki yazımızda (Mustazafın zaafı müstekbir kibrinin gıdası), iki değerli araştırmacı yazar ve düşünürümüzün çalışmalarından alıntı yaparak bilgi vermiştik. Burada da ibadet kavramı ile ilgili bilgi verdikten sonra tartışmamızı sürdürmek istiyorum.
‘İbadet’ sözcüğü ‘kendini alçaltmanın, alçak tutmanın veya kendi kibrini, gururunu kırmanın’ son noktasını ifade eder. Bunu ise ancak en son derecede ihsanda/iyilikte bulunan biri hak eder. O da Yüce Allah’tır. İbadet iki çeşittir: 1)Yüce Yaratıcının belirli bir amaç ya da amaçlar doğrultusunda zorla boyun eğdirip sevk etmesi yoluyla gerçekleşen ibadet. 2) isteğe bağlı olarak gerçekleşen ibadet, bu akıl sahipleri tarafından gerçekleştirilir. (bk. Bakara 2/21; Nisa 4/36). İbadet kelimesi “abd” kökünden türemiştir ve en kısa anlamıyla kul köle demektir. Bu bağlamda Dünyaya ve Dünyanın geçici mallarına “abd” olan kişi/kişiler vardır.. Böyle olan kişi kendini onlara hizmete ve onları gözetmeye, bakıp korumaya adamıştır. Allah Resulü(s.a.v.) şu sözüyle bunu kastetmiştir: “Dirhemin ve dinarın kulu olanlar yok olsun.” Bu anlamda, her insanın Allah’ın kulu olmadığı söylenebilir. Çünkü burada “abd” sözcüğü “Aabid” (Kulluk eden) anlamındadır. Fakat “Abd” sözcüğü “Aabid” sözcüğünden daha beliğdir/açıktır. (İsfahani, El Müfredat).
İbadet: Sözlükte “abd” kökü mastar olarak Arapça’nın tarihsel kök ve komşu dilleri Aramice, Akadça, İbranice, Süryanice, Habeşçe gibi Sami dillerinde; “yapmak” meydana getirmek ortaya çıkarmak, çalışmak, üretmek” anlamlarına gelmektedir. Yapılan iş ve değerin faili Allah ise buna bedaet, ibda, mubdi; faili insan ise buna da ibadet, ubudiyet, taabbud deniyor. Her ikisinde de ortak anlam; yapmak, ortaya çıkarmak, üretmektir… Unutulmamalı ki Abd kelimesi Kur’a’ın nazil olduğu dünyada yaygın olarak kullanılıyordu. Kur’an ikliminde abd kavramı “yar ile yolculuk” a dönüşmüştür. Bunun anlamı ise insanın batıl bağlantılardan azat olması, ilahi anlam ve mananın derinliklerinde durmaksızın yol almasını ifade eder. Allah ile canı gönülden dost olması, O’nun sınırsız, boyutsuz ve sonsuz varlığında biteviye öz benliğini açması, iş ve değer üretip ortaya çıkarması, meydana getirmesi, inkişaf ettirmesi manasına gelir. Bu nedenle Allah’ın yapması/üretmesi anlamına gelen yaratmak, varlık oluşturmak, icat etmek birer iş ve oluş yani ibda olduğu gibi, insanın yapması/üretmesi anlamına gelen dua, namaz, salih amel vs. de birer iş ve oluş yani ibadet olur. İnsanın “ibadeti” ilk doğuş amacına uygun olarak Allah dışı varlıklara kulluktan/kölelikten kurtulma, özgürleşme anlamında okunmalıdır…(R.İ. Eliaçık, Nüzul Sırasına Göre Yaşayan Kur’an, Türkçe Meal/Tefsir, ‘Kâfirun 109/2 dipnotu’, İnşa Yayınları, 2008-İstanbul).
Yeryüzünün neresinde olursa olsun, herhangi bir beldede insanlara egemen olan dinin sahipleri, kendi egemenlikleri altında yaşayan herkesten tam olarak bağlılık/ibadet(vatandaşlık, tabi olma) isterler. Bunu istemeyi, kendileri için bir hak kabul ederler. Çünkü oradaki insanlara/egemen oldukları topluma hizmet ettiklerini, onları yedirip içirdiklerini, düşmanlardan koruduklarını, aralarındaki iş ve ilişkilerini adaletle yürüttüklerini, sevgi, özgürlük ve barış tohumlarını ektiklerini iddia ederler ve bunu sık, sık halka hatırlatıp dururlar. Her türlü ekonomik kaynaklar, medya organları, askeri, yargı ve emniyet güçleri onların elindedir ve onlara hizmet etmek durumundadırlar. Otorite kimse, bahçeyi de o devşirir.
İnsan, beşeri öğretilerden herhangi birisini din(yaşam yolu) olarak kabul ettiyse, böyle bir kişi için, kişisel çıkar ve tatminlerin dışında başka hiçbir amaç ve hedef yoktur. O, hangi dinde olursa olsun, ilişkileri insanlar arası bir seviyede ve rekabete(daima üste çıkmak/ötekine binmek) dayalıdır.İlişkilerinin Allah ile bir ilgisi ve bağlantısı yoktur. Yani: adalet, eşitlik ve özgürlük gibi insanın temel haklarını gözetmez. Ama bir Müslüman için durum böyle değildir; o Allah’a ve Resulüne itaat, Allah için ibadet/kulluk etmekle yükümlü olduğunun bilincindedir ve buna uygun olarak Allah’tan başka hiç kimseye ve hiçbir şeye kesinlikle kul olmaz/ ibadet ve itaat etmez. Yani o, adalet, eşitlik ve özgürlük peşindedir.
Bir Müslüman için, hayatında en değerli olan şey özgürlüğüdür. Özgürlük de sadece Allah’a ibadet etmekle elde edilebilir. Allah’a ibadet etmenin önündeki en büyük engel, insanlar arasındaki eşitsizliktir. Aslında adaleti yok eden de, toplumları meydana getiren bireylerin eşit ve özgür olamamalarıdır. İşin en kötü tarafı; toplumdaki bazı birey ve grupların/cemaatlerin başkaları için, kendi eşitlik ve özgürlük haklarından vazgeçmeleridir. Aslında onlar bunu yapmakla, Allah tarafından kendilerine verilen insani nitelik, hak ve görevlerini reddetmektedirler. İşte böyle bir insanın gerçek anlamda Allah’a ibadet etmesi beklenemez(söz konusu bile edilemez).
Kâfirun suresinde ilkin Resulullah’ın sonra da gerçek anlamda O’nun yolunda olan Müslümanların kahramanca mücadelelerini görüyoruz. Kâfirler yaşadıkları topumda yönetimi ellerine geçirdiklerinde, herkesten zorla kulluk (vatandaşlık/abidlik) etmelerini isterler/ istiyorlar. Ancak Müslüman/Müslümanlar buna derhal karşı çıkarlar/çıkıyorlar. Nasıl ki kâfirler Allah’a ibadet etmiyorlarsa/hayatlarını Allah’ın istediği şekilde yaşamıyorlarsa, Müslüman/Müslümanlar da onların ibadet ettiklerine ibadet etmeyeceğini açıkça bildirir/bildiriyorlar. O kadar ki, kâfirler kendilerini ölümle tehdit ettiklerinde bile, kendi dininden vazgeçmeyeceğini, yüzlerine haykırıyor. “Sizin dininiz size/sizin, benim dinim bana/benimdir.”
Kâfirun Suresi, küfür ile İslâm arasında hiç bir uzlaşmanın olamayacağını ifade etmekte ve bu hususu pekiştirmek için cümleler tekrar edilmektedir. Bu bağlamda Kâfirun Suresini okurken, Allah’ın Elçisi’nin ve O’nun ashabının/arkadaşlarının tavırlarını hatırlamak, hayatlarını göz önünde canlandırıp iman ve cesaretlerini görmek, her Müslümanın ilkesi olmalıdır.
Neden milyonlarca Afganlı Müslüman yurdunu terk etti.? Onlar namazlarını kılacak, oruçlarını tutacaklardı da, buna mı engel olmak istediler? Hayır!.. İş öyle değil. Afganstan’lı Müslümanlar, emperyalist müstekbirler gelmeden önce de şahlarla, tağutlarla ve başka işgalci güçlerle savaşıyorlardı. Ta ki şahlar yenilip, mahvolacaklarını anladılar, işte o zaman Rusları(çağırabileceklerini, Alâk 96/17) çağırdılar. Bilindiği gibi, Afganistan’ı da Doğu Avrupa’daki bazı ülkeler gibi kolayca işgal edeceğini sanan ve bunu gerçekleştirmeye çalışan Sovyetler Birliğinin bu hareketi, kendi birliğinin dağılmasına neden oldu….
Şimdi de Emperyalistlerin ortak gücü (ortak put; çünkü ortaklar onun, kendilerini koruyup gözettiğini söylüyorlar) olan Nato, Afganistan’ın bir kısmını işgal etti ve o bölgede Müslümanlara zulmediyor. Bu zalimler, aynı zamanda dünyada ezilen bütün insanların ve özellikle de Müslümanların savunucusu olan İran’ın da iç işlerine karışmaya çalışıyorlar. Ama görüyoruz ki, Avrupa’da ülkeler iflas etmeye, Amerika ise krizlerle sarsılmaya başladı. Allah(c.c.) da onlara yavaş, yavaş darbesini indiriyor. İşte böyle! Gerçekten bir avuç Müslümanın Allah’a ibadet etmek istemesi neleri ortaya çıkarıyor? Yeter ki, onlara karşı var güçleri ile ölüm pahasına da olsa, “Ey Kâfirler!… Biz size ve ibadet ettiklerinize ibadet etmeyiz! Sizin dininiz size, bizim dinimiz de bize!”, Allah(c.c.) bize yeter!..(Nisa 4/81) diye haykıran Müslümanlar bulunsun. Bunun en açık ve yakın örneğini, Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara Gemisine, 31 Mayıs 2010 tarihinde Zalim İsrail’in yaptığı kanlı saldırıda ve devamında gördük.
Allah Resulü’nün, kesinlikle kâfirlerin yoluna uymadığını, onlara en küçük bir taviz vermediğini Kâfirun suresinin apaçık vurgulamalarından anlıyoruz. Hz. Peygamber Allah’a iman, adalet, barış, özgürlük, eşitlik ve esenlik davasında iken, müşrikler/kâfirler de mal ve oğullara dayalı güç ve iktidarlarını artırma ve koruma peşindeydiler. Kendi putlarına olan bağlılıkları da tamamen günübirlik çıkarlara dayanıyordu. Elbette, Resulullah ile inkârcı müşriklerin dinleri için yaptıkları mücadeleler tarihin bir döneminde olup bitmedi. Onlardan önce olduğu gibi, sonrasında da devam etti, şimdi de devam ediyor ve kıyamete kadar da sürecek…
Müslümanların dinlerine sahip çıkmalarındaki haklılıkları ile müşriklerin dinleri üzerindeki diretmeleri konusunda şunları söyleyebiliriz: “Sizin dininiz size/sizin, benim dinim bana/benimdir.” ayetindeki din kavramını hesap anlamında alırsak; sizin hesabınız size, benim hesabım bana aittir. Herhangi birimizin hesabı diğerinden sorulmaz. “Din” cezadır; siz benim dinime karşı geldiğiniz için benim Rabbimden ceza göreceksiniz, fakat benim putlarınızdan herhangi bir ceza görmem söz konusu bile edilemez. “Din” duadır; sizin duanız size, benim duam bana; kâfirlerin duası sapıklıktan ibarettir. Çünkü yardım için dua ettikleri putlar işitmezler. Onlar, kıyamet günü dile gelirler ve sizin müşrikliğinizi reddederler. Benim Rabbim ise müminlerin duasını kabul eder. “Din” örftür/adettir; müşriklerin adetleri atalarından ve şeytani isteklerinden ibarettir. Peygamberlerin ve Müslümanların örfü ise Allah’ın vahyinden ve Resullerin uygulamalarından alınmıştır.
“Sizin dininiz size/sizin, benim dinim bana/benimdir.” meydan okuması, hak ile batıl arasında süren bir mücadeledir, bu mücadelede kazanan daima hak olmuştur/olacak ve batıl hep kaybetmiştir/kaybedecek(İsra 17/80-82). Günümüz dünya sahnesindeki oyunları seyredip yanılgıya düşülmemelidir. İlerlemecilik anlayışı doğrultusunda bilim, teknoloji, kalkınmışlık, ekonomik büyüme oranı, milli gelir, askeri güç, ülke nüfusu, yayınlanan kitap ve makale sayısı, enerji ve su tüketimi, ekonomik fayda açısından yıllık üretim-tüketim, ithalat ve ihracat miktarı ile bunlardaki yıllık artış oranı, vs. hak ve batılın/inananlarla inanmayanların mücadelesinde kazananlarla kaybedenleri belirleyip anlatmaz/ölçü olmaz… Burada sayılan durumların, fert ve toplum bazında yürütülen hak-batıl mücadelesinde dolaylı olarak bir etkisinin bulunduğu söylenebilir, fakat kesin sonucu belirleyen değerler değildirler.
Şirk ve inkâr içinde olan zalim insanlar, son tahlilde hiç bir şekilde hiç bir şeyi kazanmış olamazlar, çünkü; dinleri ile rableri kendi uydurduklarıdır. Din gününde, onların, kendilerine bile yararı olmayacaktır…