Bozlu Art Project Nişantaşı, 22 Ekim – 6 Aralık tarihleri arasında Özdemir Altan’ın “Kral ve Kraliçeler’den Don Kişot’lara” isimli kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Küratörlüğünü Özlem İnay Erten’in yaptığı sergide, sanatçının farklı dönemlerinden örnekleri içeren geniş bir seçkiye yer veriliyor.
Farklı dönemlerinizden örneklerin yer aldığı Bozlu Art Project’teki son serginiz adeta tüm sanat hayatınızın bir özeti gibi. Bize resimle ilk nasıl tanıştığınızdan bahseder misiniz?
Babamın demiryolu müfettişi olması sebebiyle 6-7 yıl kadar Kayseri’de kaldık. Çocukluktan gençliğe geçiş formasyonumu orada edindim. O dönemde Halkevleri vardı, resme orada başladım. Arkeoloji Müzesi’nin müdürlüğünü yapan, Akademi’nin resim bölümünden mezun Halit Doral, beni çocuğu gibi severdi, kendisini her zaman sevgiyle anarım. Onunla alakalı, küçük bir anımı anlatayım size: Ortaokulda karne almıştım baktım sınıfta kalmışım, eve gitmeye korkuyorum. Hemen atölyeye geldim, yağmur yağıyordu, karşımda Kayseri görünüyordu, çan kulesi ve bulutların arkasında görünen Erciyes Dağı çok hoş bir manzara oluşturuyordu. Hemen bir resim yapıp, orada bıraktım. Ertesi gün resmime tekrar bakmak için gittiğimde, resmin üzerine iğneyle tutturulmuş Halit Doral’ın bıraktığı küçük bir not buldum: “Özdemir yaptığın resim çok güzel, sakın dokunma¨ O resim hala bende durur. Atölyede natürmort çalışırdık, üç tanrımız vardı. Cezanne, Van Gogh, Gauguin. Onların reprodüksiyonlarını yapardık. Türkiye’de kimsenin kolay kolay erişemediği bir şansa ben Kayseri’de erişmiştim. O dönemde Akademi’nin orta bölümü vardı, yani ortaokuldan öğrenci alırdı. İyi bir uygulamaydı ama üniversite olunca kaldırdılar. Güç bela ortaokulu bitirdikten sonra hemen Akademi’ye girdim ve ikincilikle mezun oldum. Çok başarılıydım. Bu formasyon sonrası büyük bir şans olarak Zeki Faik’in atölyesine girdim. Önce Halil Dikmen’den desen dersi aldım. Öğrenci de iyiyse hoca da iyiyse bir şeyler oluyor. Nitekim ben Türk resminin en önemli sanatçılarından biri olarak gördüğüm Zeki Faik İzer’den ders aldım. Bu çok önemli. Müze olmayan ülkede ressam olabilmek imkânsız denilecek kadar zor, zaten Türk resminin durumunu görüyoruz. Müze derken dünya klasiklerinden bahsediyorum, karma sergi gibi toplama koleksiyonlardan değil. Bir şansım da babamın katkısıyla klasik müzik sevgisinin bende çok erken başlaması oldu. Türkiye’de klasik sanat müzesi olmadığına göre sanatı nereden öğreneceğiz. 20’li yaşlarda Brahms, Handel, Mendelssohn, Schubert, Schuman, Prokofiev kim varsa ezbere biliyordum. Bir konservatuar hocasının bilgisinin üzerinde. Bulunduğum yeri buna borçluyum.
Paris’e gitmeniz nasıl gerçekleşti, biraz o dönemden bahsedebilir misiniz?
Yurt dışı için her yıl bir yarışma düzenlenirdi. Ben bu yarışmalara giremedim. İlk asistanlık sınavına girdim ve kazandım. Jüride Nurullah Berk, Sabri Berkel, Cemal Tollu, Zeki Faik İzer vardı. Asistan olduktan sonra bir yıllığına Fransa’ya gittim. İtiraf etmeliyim asıl formasyonumu Türkiye’ye borçluyum. Orada sadece bir yıl kendi maaşımla devlet memurlarının yararlandığı bir haktan yararlanarak bulundum. Sonra yurtdışına defalarca gittim ama diğer şanslı arkadaşlarım gibi sürekli kalamadım. Bir keresinde Zeki Faik’e sormuştum “Paris’e gittiğiniz dönem olan 1930’larda köprünün altından nice sular geçmişti: ‘Fovizm, Ekspresyonizm, Dada, Fütürizm, Sürrealizm..’ Bunları fark etmediniz mi?”. Cevabı “Biz İstanbul köyünden Paris şehrine giden köylülerdik ¨olmuştu. Benim için de aynısı olmuştu. Kısıtlı olmasına rağmen mevcut yayınları takip ederek çok hazırlıklı gitmiştim. Bir seneyi dolu dolu müzelerde, galerilerde değerlendirdim. Sonuç olarak bütün her şeyi geride bırakarak çağdaşlaşan, modernleşen kendimdim.
Hocanız Zeki Faik’in üzerinizde güçlü bir etkisi olduğu görülüyor..
Klasik sanatı çok seven, çok iyi anlatan, çok yetenekli bir hocaydı. Hem İtalyan primitiflerini, hem Alman Rönesansı’nın dramatik yapısını öneren biriydi. Hiç bir hocanın ağzından bunlar çıkmazdı. Böyle olmasına karşın çok da tutucuydu ama Türkiye o kadardı. Sonra zamanla kendisi de açıldı. Beni orada bıraktı, Paris sonrası kısa zamanda çok değiştim.
Krallar ve Kraliçeler serinizden ve diğer dönemlerinizden biraz bahsedebilir misiniz?
Paris’teki Gotik Saint Denis Kilisesi’nde yer alan vitraylarda figür olarak krallar ya da ayakta azizler vardır. Onlardan çok etkilendim. Vitray oldukları için çok renkliydiler ben o kadar renk kullanmadan bir Rubens veya Velasquez desenindeki gibi klasik bir biçimde resmettim onları. O seri böyle başladı. Ben zaten nereden geldiğini, niye öyle olduğunu sonraki yaptıklarımda da pek bilmem. Bir zaman geliyor, biraz ara veriyorum çalışmıyorum, yeni bir şeye başlıyorum.. Sekiz dönemimin de hiç birinin bir ön hazırlığı, bir programı yoktur. Picasso’nun ¨Ben aramam, bulurum¨ diye bir sözü vardır. Hepimizin için geçerli o. Paris’ten İstanbul’a dönünce ¨Krallar¨ serisi bir süre daha devam etti. Arkasından aynı şema, simetrik, ayakta duran bir figür çıktı. Yine programımda olmayan, yine bir araştırma ürünü olmayan ¨Tepegöz ve Sinek Kral’ın Oğlu¨serisi başladı. Foto gerçekçilikten etkilendim sanıyorum. Ama yapımda yabancı öğeleri bir araya getirmek yani kolajcılık hep olmuştur. Teker teker somut öğeleri bir araya getirip soyut bir kolaj çıkarıyor sonrasında ona bakarak resim yapıyordum. Mesele bir birine yabancı öğeleri bir araya getirip yeniden kurgulamak. Şaka yapmadığım, mizah yapmadığım an yer yoktur. Resim de öyle. “Soyağaçları ¨ serisi mizah değil mi Allah aşkına? İlk defa soyağaçlarına Kobra’ya Saygı yazmıştım. Fransa’daki 50’li yıllardaki kuzeyli ressamlar grubuna atıfta bulunarak. Amacım bir vokabüler zenginlik yaratmak. Çeşitli formlar var, artı yazı, hem soyut hem somut. Yıllardır kafama taktığım sanatta farklı elemanları bir arada kullanmanın uzantısı. Türk sanatında olmayan bir olgu. For Nora’da ise yine resme bir sanat maddesi eklemek için yazı lazımdı. Herkes soruyordu Nora kim diye? Öyle bir kimse yok. Norveçli yazar Ibsen’in Nora diye kitabı vardır ama o da değil. Nora ismi hoşuma gider kadın ismi olarak. Köpeğim Buki öldüğü zaman ¨For Buki¨ler oldu. Yani yazıdan resim. Bukiler’de farklı olarak yazı resmin tamamını kaplamaya başladı. Van Gogh ile ilgili bir program için Avrupa’ya gittik. Van Gogh’un yaşadığı yerlerde dolaştık. Dönüşümde sanki Van Gogh çok büyük resimler yapmış onun imza bölümünü kesmişim gibi başladım, 70 civarı resim çıktı. ¨Vincent¨lerin hikayesi de böyledir. Uzun zamandır hep figür yapmak istiyordum ama bir türlü olmuyordu, yapmıyordum. Sonra bir seri soyağaçlarını yaparken aniden bir figür girmeye başladı içine, arkası geldi, Don Kişot’lar oldu. Gençliğimde Kayseri’deyken okuduğum kitap, ne fazla ilgilendiğim bir isim ne bir kasıt ne bir program aynı ¨Doğulu Göçmen Çocuklarının Yerleşim Sorunu¨gibi. Don Kişot olmazdı da başka bir şey olurdu. Anın esintisi. Üstelik Don Kişot sanıldığı gibi bir kahraman değil şövalye biçiminde şövalyelikle alay eder çoğunlukla. Don Kişot’u yaparken boşuna o eylemin içinde olduğunu resmettiğimi fark ediyorum.