Beyaz Türkler aslında kişinin ne anlatmak istediğinden çok muhatabın ne anladığıyla da alakalı sanırım. Genel geçer bir tanımlama üzerinde buluşmak zor olsa da Beyaz Türkler, zengin, kibirli, halktan kopuk, batılı, iyi giyinen, laik, modern yaşam ritüellerine sahip, metropollerin en iyi semtlerinde yaşayan iktidardaki parasal ve siyasi gücünü her daim sürekli tutan, resmi ideolojinin beyaz kıldığı bir kesimdir. Osmanlı’nın son dönemindeki batıcı aydınlanmanın, Osmanlı bürokrasisinden beri süre gelen imtiyazlı bir grubu ifade ettiği de bir gerçektir.
Beyazın olduğu yerde siyah da olacaktır elbette. “Beyaz Türkler”, kendi zaviyesinden siyahı geri kalmış, okumamış, bedevi, çulsuz, gerici ehlileştirilmesi gereken bir güruh olarak algılar. Yakup Kadri’nin “Ankara” ve “Yaban” adlı romanları bu seçkinci bakışı ortaya koyması açısından önemlidir. “Siyahlar” Cumhuriyet kurulduğu günden bugüne dek merkezin baskısı ve zulmü altında yıllarca ezildiler; yok sayılanlar “Siyah” olanlardı. Horlandılar, aşağılandılar, sömürüldüler, köleleştirildiler. Siyahlar beyazlara karşı itirazlarda bulundu. İlk dönem itirazları sert bir şekilde susturuldu (Seyyid Rıza-Şeyh Said). Uluslar arası zorlamayla çok partili sisteme geçişle birlikte, susturulmuş itirazları DP-AP-ANAP-RP ve nihayetinde AKP üzerinden seslendirmeye çalışanlar Siyahlardı. Siyahlar aidiyet duygusuyla hep İslam’a öykündüler. Belli bir zaman diliminden sonra İslami yapıların devletle kucaklaşması karşısında ise farklı mevzilerden kendilerini ifade ettiler. Sol ve sosyalist cepheden yapılan itirazlar ve İslamcı yapıların sağcı refleksleri yüzünden kurulabilecek köprüler tamamen atıldı. Bu çerçeveden mevcut reel-politik, AKP üzerinden farklı bir kırılmayla karşı karşıya geldiğimiz şu an için tazeliğini korumakta.
Türkiye’deki karşı duruş, laik-Müslüman, batıcı-yerli, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ekseninden ezen-ezilen, zengin-yoksul, mutref-cevan, murabi-fukara, alttakiler-üsttekiler mücadelesine dönüşmeye başladığını ya da bu eksene evirileceğini göstermektedir. Bu noktada Türkiye halklarının siyahlarını temsil ettiğini düşünen ve bunu seslendirerek iktidarını son referandumla perçinleyen AKP’nin diğerlerinden bir farkının olmadığını siyahların öğrenmesi gerekmektedir.
Küresel politikaların, dünya egemenleri için Türkiye ayağında oluşturulmak istenen kapitalist, neo-liberal politikalarını uygulama ihalesini AKP, Kemalistlerden önce almıştır. Dünya egemenleri, klasik Kemalist şarlatanlıklarla bu işi beceremeyeceklerini 28 Şubat’tan beri bildikleri için işi AKP’ye vermişlerdir. Küresel güçler içinde güvenilmez ama vazgeçilmez olan bu ihale, gerekli teminatların alınması neticesinde AKP’ye verildi. Liberallerin desteğini alacak, halkın üzerinde karizması ve büyüsü ile efsun yaratacak olan kişinin, İslami gelenekten gelen, dili ve çevresiyle halkın rengini taşıyan biri olması işleri daha da kolaylaştıracaktı. Bu bakımdan bir anlamda muhalefeti döve söve, diğer yandan da olası bir alternatif muhalefetin içini boşaltacak bir karakter olarak mevcut başbakan en ideal seçenekti. Daha önce Mehmet Ali Bayar, Cem Boyner, İsmail Cem, Kemal Derviş üzerinden denenmek istense de halk desteğini alamayarak güdük kalan bu hareketlerin yerine Müslümanımsı karakter taşıyan, doların ve İslam’ın yeşilini birleştirecek yegâne hareket olarak AKP tercih edildi. Partileşme süreci sonrası gereken görüşmelerin ABD ayağında ve yurtiçinde Bozüyük görüşmelerinde sermayeye gerekli teminatların verildiğini hatırlatmak yeterli olur sanırım. Ali Bulaç’ın ifade ettiği gibi çevreyi teşkil eden metropollerdeki varoşlarla, Anadolu aslanları olarak adlandırılan sermayeyi de arkasına alarak post-modern bir karşı devrim gerçekleştirmek kaçınılmazdı. Daha önce Mehmet Pamak’ın formüle ettiği üzere AKP’nin ülkenin en büyük siyaset-ticaret-cemaat üçgeni olan Fethullah Gülen grubuyla oluşturduğu koalisyon, karşı devrimi daha da kolaylaştıracaktı. Öyle de oldu.
Türkiye de rejim ekonomik olarak liberal, siyasal olarak da soft-kemalizme angaje edildi. Dış siyaset pazar persfektifinden azade olmayarak, asileşen İslam dünyasına ağabeylik misyonuyla küresel politikaları alt emperyalist bir ülke olarak dayatma misyonuna da gönüllü olarak soyundu. Ülkenin gelecek uzun yıllarına etki edecek bu siyasi değişimin gizli ajandasının, kapitalist Neo-Osmanlıcılık olarak adlandırılacağı günler uzak değildir. Erdoğan’ın Atatürk cumhuriyetinde bakanlarıyla beraber Mevlevihane’de iftar yapıp topluca teravih kılan ilk başbakan olmasının sembolik bir anlamı olsa gerek sanırım.
Bütün değişimin sosyo-ekonomik yansıması Kemalizmden kalma alışkanlıkların değişmesinin yanında, sermayenin de el değiştirmesi ya da paylaşılması anlamına geliyor. Beyaz Türkler olarak bilinen elitist zümre artık istediği gibi at oynatamayacaktı. Gücünü Anadolu sermayesi olarak bildiğimiz Müslüman yapılarla paylaşmak zorunda kalacaktır. Nitekim öyle de oldu. Ve bu paylaşım devam ediyor.
Türkiye’de Mehmet Altan’ın dediği gibi ‘Rumeli beylerbeyliği ile Anadolu beylerbeyliği arasında bir savaş var’ aslında. Yıllarca CHP ve Kemalizmin desteği ile büyüyüp serpilen Beyaz Türklerin TÜSİAD ile Anadolu’da kendi disiplinli öğretileri ve dayanışması ile büyüyen MÜSİAD arasındaki savaş olarak da formüle edebilen bu savaş, 28 Şubat’taki sıcak çarpışmanın ardından 2002’den itibaren soğuk savaş halini aldı. 12 Mayıs’ta bu iki dev TÜSİAD’ın ev sahipliğinde buluşup görüştüler. Ortak hareket etme noktasında karar aldılar ve alacaklar da. Merkezdeki sermayedarlarla çevre sermayedarlar, iktidarın ve kısaca devletin pastasından nasıl pay alacaklarını anlaşarak halledecekleri mesajını verdiler.
Ali Bulaç bu buluşmayı ülkedeki son 100 yılın en büyük olayı olarak görür. Haksız da sayılmaz. 28 Şubat darbesinde Anadolu sermayesine şu mesaj verilmişti: Devletin kontrolü ve onayı dışında ekonomik faaliyet ve model olamaz; Batılı yaşam tarzına uymayan zenginlere hayat hakkı tanınamaz.
İşte bu 28 Şubat mağduru sermayedarlar, kendilerini İslami referanslardan sıyırarak muhafazakârlaşmaları neticesinde halkın ve devletin olurunu aldılar. Siyasi sahnede ‘gömleğini çıkaranlar’ ticari sahnede detakkelerini çıkarıp sakallarını kestiler. İçki içmeyen, eşi örtülü, namaz kılan, villada yaşayan, ciplere binen bir kesim olarak “Abdestli Kapitalistler” veya “Müslümanımsı Burjuvazi” oluştu. Devlet beslemesi Türk Burjuvazisi ile Anadolu aslanları olarak adlandırılan ‘Müslümanımsı Burjuvazi’ koalisyonu kuruldu. Müslümanımsı Burjuvazi artık devlet pastasından da yemek, beslenmek istiyordu. Gelinen nokta şuydu: “Hep onlar yedi bundan sonra da biz yiyelim.” Neticede “hem biz harama para harcamayız” diyerek meşruiyetlerini halk nazarında da sağlamlaştırmayı başardılar. Sanki bir sınıf savaşıymış gibi bu süreci başbakan çok iyi idare etti. Başörtüsü yasağının sürekliliğinde ‘bizler bu ülkenin zencileriyiz’ diyerek halkı kandırmayı çok iyi becerdi.
Ergenekon’la korkutup halkı “Fergenekon”a razı ettiler. Yaşanan bu süreç unu-tuzu kuruların iktidar savaşından başka bir şey değildi. Referandum süreci, Kemalist kapitalistlerle, abdestli kapitalistlerin iktidar paylaşımının yasal statüsünü oluşturuyordu. Uygulanan kapitalist neo-liberal politikalara engel çıkaran yargının dizayn edilmesi içindi tüm yapılanlar. İslamcı yapılar, yapılanları bir kazanım olarak gördüler ve görece özgürlük alanlarının açılması yanılmasına yaslanarak sürece katıldılar. Ne yazık! Uzun vadede bu süreci gereği gibi okuyamadıkları gibi özgürlüğün artığından beslenmeyi tercih ettiler.
Mayıs ayında gazetelerde bir haber yer aldı. Özellikle AKP iktidarında serpilen, sermayesi dünyanın en büyük ilk on’u arasında olan gıda devi ÜLKER grubunun patronu, bir müzayedede bir yağlı boya tabloyu 2.7 milyon TL değere satın alabiliyordu. Zat-ı şahaneleri olan beyzade Hacı Sabri amcamızın oğlunun irticacı diye suçlandığı zamanlarda halkımızın onun ürünlerini ısrarla tercih ettiğini çok iyi anımsıyorum. Aynı kişi İstanbul’da faaliyet gösteren Bilim ve Sanat Vakfının da sponsorlarından olduğu biridir. Bu vakıf, başbakanın A takımının yetiştiği bir havzadır. Şimdi bu beyzade nasıl olmuştur da kimlerin parasıyla bu tabloyu satın alabilecek kadar beyazlaşmışlığını ilan etmiştir. AKP kendi beyazını üretmektedir. “Devlet pastasından beslenerek bu kadar çok büyüyen ikinci biri grup var mı?” sorusunun cevabı Doğan Grubu’dur. O da kritik dönemlerdeki iktidarlara verdiği desteğin semeresini fazlasıyla almıştır. Beyzademiz Hacı oğlumuzun bir de bankası vardı. Aynı mahallenin çocuğu bir hacı amcamızın oğlu Hacı Boydak’a ait faizsiz(!) banka ile birleşerek ortak oldular. Bir diğer hacı amcamız ise BOYDAK grubu. 1957’de ticari faaliyete başlayan Boydak Grup, 2002 yılına kadar 7 şirket kurabilmişken 2002’den 2010 kadar havacılıktan enerjiye kadar 15 yeni işletmeye sahip olmuş. İnternet sayfalarında isimleri verilmeyen finans kurumları adları tefeciye çıkmasın diye Ülker grubunun Family Finansıyla kendilerine ait olan Anadolu Finans evliliğinden doğan Türkiye Finans Katılım Bankasından hiç bahsetmiyorlar.
AKP kendi kapitalistlerine devletin pastasından pay dağıtırken, Türk ve Kürt halklarının içerisinden kendi burjuvazisini oluşturuyor. Bu sayede iktidarını sağlamlaştırıyor. Bunu yaparken sadece halkı yağmalamakla kalmıyor. Doğayı Allah’ın miras olarak bize bıraktığı emaneti de haksız bir şekilde talan ediyor ve ettiriyor. Kapitalizmin en ahlaksız uygulamaları ile erdemlerimizi, değerlerimizi, üzerindeki Müslümanımsı elbise sayesinde değersizleştiriyor. Yoksul ve yoksun bırakılmış kitlelerin haklarını gasp ederken bizi Nemrut’un zulmünden kurtarıp, Muaviye’nin zulmüne razı ediyor sanki. İslam’ın bize verdiği hakları ve hoca efendiler üzerinden dinimizi tahrip ediyor (Nahl suresi 71 ayet. Hayat Kitabı Kuran, M. İslamoğlu, dipnot 12) (http://www.islamigundem.com/mesru-olan-servet-makale-1070.html). Değerlerimizi kendi saltanatları için yanlış tevile kurban ediyorlar. Başörtülüler, ama örtüleri onlarca asgari ücretlinin aylık nafakasından fazla. Başörtülüler, ama örtülerini kapitalizmin kudurmuşluğunu örtbas için kullanıyorlar. Başörtülüler, ama yaşam gerekliliği olan “su” dahi onlar için kârı ifade ediyor. Suyu “su işleme hakkı(!)” diye satıyorlar.
Abdestliler, ama kurnaları altından. Namaz kılıyorlar, ama yetimi itmekten geri durmuyorlar. Oruç tutuyorlar, ama oruçları açları anlamalarına yetmiyor. Hacca gidiyorlar, ama zemzemi altın kâsede içiyorlar. Yolda kalmışa yardım etmiyorlar, ama ciplerde geziyorlar. Ayetleri okuduğumuzda “onlar ehli kitap için” diyorlar, ama Süleyman peygamberi de sahipleniyorlar. Hem Money’e tapıyorlar hem de Allah’tan korkuyormuş gibi yapıyorlar. Tefecilik yapıyorlar, ama sadaka da veriyorlar.
Yıllarca Beyaz Türklerle mücadele eden Müslümanlar, artık AKP ile renklenen ‘Beyaz Müslümanlar’la mücadele etmek zorundalar. Ali Şeriati’nin de belirttiği üzere savaş artık “Dine Karşı Din” savaşıdır.
Savaş artık saraylılarla yurtsuzların savaşıdır. Savaş artık Muaviyelerle Alilerin savaşıdır. Savaş artık saltanatla kölelerin savaşıdır. Savaş artık Yezitlerle Hüseynilerin savaşıdır. Savaş artık Medine ile Şam’ın savaşıdır. Savaş artık zenginlerle yoksulların savaşıdır. Savaş artık ırgatlarla ağaların savaşıdır.