Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ziyareti, geçen yıl yaz aylarında ortaya atılmış olan “Mezopotamya Projesi” tartışmalarını yeniden canlandırdı. Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin gösterdiği hızlı gelişme, “birlik” ve “entegrasyon” (bütünleşme) kavramlarının en yüksek düzeyde kullanılmasına kadar ilerledi.
Bu arada, Mezopotamya bölgesinin adı Türkiye dışında da sık kullanılmaya başladı. Bir bölgeyi işaret etmekten çok, artık bir politikayı ifade eden bu kavram ekseninde Kürtler (Irak ve Türkiye), Amerikalılar, İsrail ve Türkiyeli “Türk-İslam konfederasyoncuları”, farklı projelere sahip olduklarını gösterdiler.
Fakat aslında sadece iki Mezopotamya Projesinden söz edilebilir.
Birincisi Amerika patentli olup, Türkiye’nin bölgedeki rolünü güçlendirmeye ve onun omuzlarında at koşturmaya yönelen ve bugün Ahmet Davutoğlu eliyle yürütülen projedir. Buna göre Mezopotamya, coğrafya kitaplarında dile getirildiği gibi yalnızca Dicle ve Fırat arasındaki bölge değil Azerbaycan ve Kafkasya’nın da bir bölümünü içeren ve Amerikan Büyükelçisi Pearson’un deyişiyle “Erzurum’dan Bağdat’a kadar tek bir ekonomik bölge” olarak tanımlanan çerçevede değerlendirilmektedir. Bağdat ve Türkiye arasında kurulacak bir eksende, Suriye ve Ürdün’ün de katılacağı bir geniş bir “iş birliği”nin yanı sıra ekonomik, kültürel ve siyasal entegrasyon öngörülmektedir. Bu kuşkusuz ülkeler ve halklar arasındaki sınırların, siyasi engellerin kaldırıldığı ve bölgesel çapta geniş bir ekonomik ortaklığın kurulduğu bir birleşme projesi gibi reklam edilse de, esas olarak başta Amerika olmak üzere emperyalist çevrelerin “sermayenin küreselleşmesi sürecindeki ihtiyaçlarına” cevap arayan bir proje olacaktır. Kuşkusuz beraberinde savaşı, yıkımı ve kitlesel göçleri de getirecektir. Irak’ın işgali ile başlayan süreç, bu bakımdan işlemektedir ve yeni unsurularla zenginleştirilmek istenmektedir. Ahmet Davutoğlu’nun deyişiyle “Mezopotamya’da yükselecek yepyeni medeniyet” bu olacaktır.
Bir yıl kadar önce Abdullah Öcalan, Dicle-Fırat Havzası’nda bölgesel bir demokratik konfederasyondan söz ederken, bunu, “tarım, su ve enerji konfederasyonu” olarak tanımlamıştı.
İran’da, aralarında benim de bulunduğum Türkiyeli bir gazeteciler topluluğuna açıklamalar yapan üst düzey bir yetkili, Kürt sorununa bakışlarını açıklarken, “bölgede ülkeler arasında ciddi bir birliğin kurulabilmesi için Kürtler anahtar rolüne sahiptir. Arapları, Farsları ve Türkleri en iyi tanıyan halk onlardır. Bu halklar arasında Kürtler bir arakesit rolü oynayacaklardır” demişti.
Özetle, Ortadoğu’nun kalıcı ve sürekli sorunlarının bölge halklarının ortak çıkarları ekseninde ve bizzat halklar tarafından çözüleceği gerçeği, bütün egemenler tarafından biraz da korkuyla görülebiliyor. Bölgedeki en güçlü Kürt siyasi hareketinin önderliği tarafından da bu gerçek bir biçimde dile getiriliyor.
Ortada açık bir gerçek var. Halkların birlik isteği ve ihtiyacı, gerici egemenler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmak istenirken, hiçbiri (İran hariç) Kürt gerçekliği üzerinde durmuyor. İran da, bu önemli faktörü sözde dillendirirken, Kürt siyasi hareketi üzerindeki baskısını ve şiddetini yoğunlaştırıyor.
“Mezopotamya Projeleri” hangi güç tarafından planlanırsa planlansın, bu gerçeğin üzerinden atlayamaz. Özellikle Amerika’nın henüz dışında kalır gibi durduğu Suriye-Irak-Türkiye görüşmeleri sırasında sözü edilmeden ele alınan en önemli sorunun bu olduğundan kuşku duyulamaz. Türkiye hükümetinin “Kürt Açılımı” sözünün de buna bağlı olarak ortaya çıktığı açıktır. Ama ortada aynı derecede açık bir başka gerçek var ki, şimdi aralarından su sızmayan Türkiye ve Suriye, bu konuyu Irak hükümetinin üzerine yıkmaya çalıştıkları sürece, kendi aralarındaki ilişkileri de bu düzeyde sürdüremeyeceklerdir. Halka orada kopacaktır ve “Mezopotamya Projesi”, Amerikan hegemonya projesinin vitrin süsü olarak kalacaktır.
Evrensel