Medeniyetler tarihine hiyerarşik bakış, tarihin en derin noktalarından başlayan ve bir türlü kırılamayan bir bakıştır. Medeniyetler tarihinde, egemen güçlerin evrimci anlayışının politik bir sonucu, halklar ve medeniyetler arası hiyerarşinin zihinlerde oluşturulmasıdır. Yazıya, üretime, sanata ve kanun yapma gücüne hakim olan egemen medeniyetler ile köle medeniyetlerin “doğal, meşru ve zorunlu” bir hiyerarşi oluşturması, zihinlerimize tek yönlü olarak aktarılmıştır. Tarih boyunca apoletli devletçi düşünürler, karşı-evrimci ya da insanlığın doğal evriminin seyrine en sert müdahalelerin yolu olarak, medeniyetler arası çatışmanın tezlerini de oluşturmuşlardır.
Medeniyetler tarihinde, hayata ve toplumsal ilişkilere yüklenen anlamlar açısından, daha üst, daha ayrıntılı, daha gelişmiş anlayış, kavrayış ve yaşam tarzları sözde bir ilerleme oluşturacak şekilde, hiyerarşik bir bakış açısıyla değerlendirilir. Burada ilerleme kıstasları, keskin bir hiyerarşi içerir. Çünkü çevresinde gelişen yöntemlere ve kalıplara ayak uyduramayan topluluklar, medeniyetler sıralamasında her zaman en alt aşamalarda değerlendirilir.
Yaklaşık M.Ö. 3000’de başlatılan iktidar kurucu egemenliğin medeniyet evrimi, Antik Mezopotamya, Mısır, Yunan, Hint ve Çin köleci medeniyetlerinin tarih sahnesine çıkışına sahne olmuştur. İlk dönemlerde bu medeniyetlerin birbirleri ile savaşmaları, birbirlerini yok edici bir aşamaya sürüklenmemiş, aksine kültürel, ekonomik, teknolojik karşılıklı bir iletişim içinde, her medeniyet kendi özgün değerler sistemini yaratmış ve korumuştur. M.Ö.500’lerde, bu medeniyetler karşılıklı süregiden ilişkiler içinde birbirlerinden etkilenerek, daha açık ve keskin ilkelerle, iktidarcı felsefi bir zemin kazanmışlar, dolayısıyla yeryüzünün ve hayatın doğal dengesinin tam anlamıyla bozulmasını tamamlamışlardır. Çünkü bu egemen medeniyetler, egemenliklerinin felsefi meşruiyetini, derin bir kültürel sıçramayla ilan etmişlerdir. Bu saatten sonra her medeniyet, kendisine alternatif oluşturabilecek diğer bir gücü, ya zihinsel ve kültürel olarak köleleştirip, asimile etmeye başlamış, karşı-kültür ve karşı yaşam tarzı olarak gördüğü bütün hayatları parçalamaya, eriterek kendine benzetmeye yönelmiştir, ya da egemen medeniyet, direndiği ve güçlü olduğu için özümseyemediği medeniyetleri, soykırım ve zorunlu göçlerle yok etmiştir.
Platon ve Aristo’nun, bilme biçimlerinin kontrol edici ve özümseyici bir güç olmasının zorunluluklarını ve sınıfsallık hiyerarşisini kavramsallaştırmaları ve İskender’e diğer medeniyetleri asimile ederek veya yok ederek dünya medeniyeti kurmanın yol ve yöntemlerini öğütlemeleri, yeryüzünün bir uçtan bir uca kana boyanması süreçlerine hizmet etmiş ve ardıl medeniyetler de bu sürece daha fazla hız vermişlerdir.
İktidarlaşma bilgisinin; askeri, siyasal, ekonomik, kültürel, sanatsal ve dini/ruhani bir zorla bütünleştirilmesi, medeniyetler evriminin, zora dayalı bağlarla sürüklenmesine yol açmış, ve ötekileştirmeye zemin oluşturmuştur. Böylelikle daha güçlü ve üstün egemen sınıflara sahip olan “seçilmiş halklar,” hiyerarşi basamaklarında yükselme haklarının doğal olduğunu, diğer halkların yönetici egemen sınflarının zaaflarına yenik düştüklerinden dolayı, barbar ve ilkel halklar olarak kalmalarının da, kendilerine ait bir suç olmadığını ilân etmiş ve medeniyetler tarihi, her seferinde galiplerin meşruiyet tarihi olarak yeniden yazılmıştır.
Antik Medeniyetlerle başlayan ve tarihe, doğrusal bir çizgide ilerleyen zorunlu bir evrim olarak bakma süreci, Rönesans’ın aydınlanmacı felsefesiyle doruğa çıkmış ve egemenlerin bu zihinsel tahakküm sayesinde, yeryüzünü paylaşıp sömürgeleştirme süreçlerini geliştirmeleri, daha ince ve hassas yöntemlerle devam edegelmiştir.
Toplumsal tarihin tedricen, evrimci bir tarzda ilerlediğini kanıtlamaya çalışan medeniyet kuramcılarına (*1) karşılık, sol direnişçi zihnin kavramlaştırdığı, niceliklerin nitel patlamaya dönüşmesi ve uzlaşmaz iç çelişkilerin, içeriden patlaması bağlamında, tarihin devrimci atılımlarla ilerlediğine yönelik kuram, evrimci teze karşı, bir anti-tez olarak geliştirilmiştir.
Lâkin her iki tez de, sürekli ve zorunlu tarihsel bir ilerleme düşüncesini, doğrusal bir hat üzerinde temel almaktadır. Aralarında sadece yöntem farklılığı vardır. İlkinde köklü değişimler hedeflenirken, diğerinde ağır ve yavaş ilerleyen reformlarla bir değişim hedeflenmektedir. İktidarın çıkarlarını korumak azmindeki egemen güçler, elbette evrimci tezi işlemiş, yüceltmiş ve tarihin devrimlerle değil, ardı ardına gelen bir süreklilik içindeki evrimci gelişmelerle ilerlediğini kanıtlamaya çalışmışlardır. İlk köleci devletlerin ana ilkesi olan evrimci tez, kapitalist devletlerin egemenlik kültüründe de ana halka olarak korunmuştur.
Evrim ve devrim tezleri; zorunlu ve zorunlu olmayan, olanaklı ve olanaksız olan olgu ve gelişmelerin sistematiğinde, karşıt uçlarda konumlandırılmıştır. Örneğin özgürleşmek isteği ve amacı ile köleleşme ve köleleştirme düşüncesinin uzlaşması olanaksızdır. Kölelik bir zorunluluk değildir ve kölelikten kurtulma olanakları, her zaman insanlığın iradesi ve ahlâkı içinde mevcuttur. Özgürlük ve kölelik düşüncesinin evriminden, sadece yöntemlerdeki değişim bağlamında bahsetmek, lâf salatası üretmekten başka bir şey değildir. Zora dayalı hiyerarşi ile rızaya dayalı gönüllü hiyerarşinin asla uzlaşmaması da, evrimci medeniyet safsatasının sorgulanmasında, önemli bir düğüm noktasıdır. Medeniyete, zorunlu ve sürekli bir hiyerarşi açısından bakan evrimci zihin, esas medeniyetin; rızaya dayalı gönüllülük ilişkileriyle hakikate açılacak olan erdemli bir toplumsallaşma olduğunu asla kabul edemez.
Evrimci anlayış bir yanıyla kaçınılmaz kaderciliğe, kendiliğindenciliğe ve edilgenliğe çağırırken, bir yanıyla da zorunlu belirlenimci bir akılcılığa çağırmaktadır. Halbuki tarih, hiçbir zaman düz bir çizgide ilerlemez ve doğrusal bir hat izlemez. Toplumsal tarihteki yön değiştirmeler, çok yönlü ve beklenmedik olasılıklarla beslenen, eksiklik ve farklılaşmaların birbirini tetiklediği, keskin yol ayrılıklarına açılır. Tarihe determinist ilerlemeci bir bakışla bakmak, tarihteki kırılma ve yarılmaları, kopuş ve çöküşleri, geriye gidiş ve keskin dönüşleri, en önemlisi kırılgan kaos aralıklarının hassasiyetini açıklayamaz.
Toplumsal tarihte ne sürekli, kesintisiz bir ilerleme evrimi, ne de sürekli bir kaos ve belirsizlik durumu vardır. Toplumsal tarihin sürekli, ardışık ve zorunlu bir ilerleme gösterdiği, kof bir yalan olduğu gibi, her şeyin hep kötüye gittiğini kuramlaştıran post-modernist lafazanlıklar da kof bir yalandır. Zenginlerin dünyasından bakılınca, söz konusu doğrusal hat üzerinde bir ilerleme vardır ama bu ilerleme, sadece kendi konforları ve her zaman daha iyi koşullara sahip olmalarının evrimleşmesinden başka bir şey değildir.
Direniş güçlerinin, tarihsel gelişmelere bakışı ise çok farklıdır. Hayatın üreten, yaratan, hayatın canlı gücü olan ve hakikate; ruhuyla, teriyle ve sonsuz umuduyla katkı sunan direniş güçleri, zulmün alternatifine açılan bütün yol ve yöntemleri birleştirmek ve insanlığı; çok renkli, çok dilli, çok kültürlü bir direniş ittifakıyla kuşatmakla sorumludur. Hayatın güler yüzü olan bu güçler, bir yandan zora dayalı iktidarlaşmanın çürüyen yanlarına karşılık üretilen reformlara; değişime olumlu katkı sunmaları düzeyinde sahip çıktıkları gibi, zorba iktidarın topyekün değişim ve dönüşümü için de, hayatın her alanında, azami çaba sarf etmekle yükümlüdürler.
Aydın Mutlu Dinçoğul
__________________________________________
(*1) Evrimci medeniyet kuramcıları içinde, Kant, Hegel, A.Comte ve Marks olduğu gibi, İbn-i Haldun tarafından geliştirilen ve Mutezile akımının temel bir kuramı olan “Tevellüd” kuramı da, evrimci bir anlayış olarak iktidarların hizmetindeydi.