15 sene İslamcı camia içerisinde bulunmuş birisi olarak bu yazıda sizlere Ferisileri anlatacağım; “mahalle”nin Radikal Ferisilerini, yani klasik İslamcıları…
İsa’nın peygamberliği döneminde Yahudiler çeşitli dinsel gruplara ayrılmış bulunuyorlardı ki, bunların arasında dört grup ön plana çıkar: Ferisiler, Sadukiler, Zelotlar ve Esseniler. En radikal grup Ferisilerdir ve Kudüs’te söylem iktidarı bunların elindedir. Nassı en katı biçimde kabul eder ve uygularlar, aykırı görüş beyan edenlere yaptırımda bulunurlar, bunun yanı sıra Süleyman Mabedi üzerinden rant elde eder, malı götürürler. Eğitim metotları salt teolojiye ve fıkha dayanır, sabahtan akşama kadar Tevrat okurlar, teferruatla dolu tefsir çalışmaları yaparlar; dolayısıyla ahlaki yönleri zayıftır, insani değerlerden yoksundurlar. Zihinlerindeki Allah tasavvuru totaliterdir. Müstebit bir Tanrı tasavvuruna sahip oldukları için insan ilişkileri de hegemonik bir karaktere sahiptir. Günah işlemezler, hata yapmazlar, Tanrı’nın muradını sadece onlar bilirler, dolayısıyla daima haklıdırlar. Bu kendinden emin, ancak bir o kadar da örümcek kafalı dindarlar(!), kelimenin tam anlamıyla “dini fanatizm”in Kudüs’teki temsilcileriydi. Bu nedenledir ki, İsa’nın “yoksulların saltanatı” anlamına gelen Tanrı’nın egemenliğini tesis etme mücadelesine en fazla karşı çıkanlar bunlar olmuştu. Nitekim İncil’e bakıldığında İsa’nın en çok bunlarla mücadele ettiği görülür.
Tarih göstermiştir ki, insanlık ailesinin tüm şerefli mensupları statükoya muhalefet etmiş, yeniliğin savunucusu olmuş, muharref geleneği taşlamış, adalet ve eşitlik mücadelesi vermiş, bu tutum ve davranışlarıyla yaşadıkları toplumu onurlandırmış, buna mukabil kendilerine düşmanca davranılmış, yurtlarından sürülmüş, ölüme mahkûm edilmişlerdir. İsa’nın Kudüs’e seslenişi bunu en güzel şekilde ifade eder: “Ey Kudüs! Sen, sana gönderilen peygamberleri öldüren, onları taşlayan Kudüs…” (Matta: 23: 37). Nitekim Mekke aristokrasisi de zengin, para putuna tapıcı, yobaz, örümcek kafalı dindarlardan(!) müteşekkildi. Varaka’nın risalet görevi sırasında peygambere karşılaşacağını haber verdiği olaylar, bize bu konudaki sünnetullah (Allah’ın sünneti, kanunu, tarih içerisindeki davranış tarzı -ki, sebep-sonuç ilişkileri doğrultusunda vuku bulan hadiseleri içerir-) hakkında bilgi verir. Evrensel değerler içeren mesajlar, sermaye, siyaset ve resmi dinden oluşan statükonun, muharref geleneğin ve yozlaşan toplumsal yapının ilgasını da beraberinde zorunlu kıldığı için, parayı, yönetimi ve uyuşturucu haline dönüştürülen dinsel söylem iktidarını ellerinde tutanlar ve toplumun bu güruha tabi olan kesimi için devamlı surette tehlike arz etmiştir (6/34).
Bugüne ve “mahalle”ye gelecek olursak: Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, İsa’nın peygamberliği döneminde Kudüs, Muhammed’in peygamberliği döneminde de Mekke ne ise, bugün için “mahalle” de odur. Burası din adına söz söyleme hakkını yalnızca kendilerinde gören, klişeleşmiş söylemlerin ötesine geçemeyen, genellikle zengin, ihale kapabilmek, milletten topladıkları paralarla sefasını sürecekleri vakıf-dernek binaları için ruhsat alabilmek ve üç-beş kültür merkezinde yürüttükleri içi boş faaliyetleri sürdürebilmek için iktidara yakın duran, maslahat gereği mal-mülk konularına girmeyen, yobaz, manevi-ahlaki yönü çökmüş klasik dindarların toplandığı bir “mahalle”dir. Zira belli başlı vakıf ve dernekler, yardım kuruluşları, dergiler ve yayınevleri genellikle bu “mahalle”dedir.
28 Şubat’ta sırra kadem basan, AKP iktidarı ile birlikte yeniden piyasaya çıkan ve deveyi hamuduyla götüren bu dindarlar(!) son dönemde bir hayli telaşlı. Zira İslamcı camiada köhne söylemleri yerle bir eden yeni bir ses yankılanıyor. Söylem iktidarı elden gidiyor, zemin kayıyor, taban dağılıyor. Bu nedenledir ki, İslamcı camia son dönemde “din elden gidiyor” diyerek yoğun bir linç kampanyası yürütüyor. Hedef adaletçi ve eşitlikçi söylemiyle öne çıkan İslam’ın -kendi içinde- sol yorumu. Saldırılar İhsan Eliaçık’ın şahsında yoğunlaşmakla birlikte, onun gibi düşünen geniş bir kitleyi de içine alıyor.
İlginçtir ki, yıllar önce radikal söylemlerle vitrine çıkan bu Ferisiler, bugün Ortodoksluğu savunuyorlar. Nitekim İsa’nın mesajına karşı çıkan, onu etkisizleştirmek isteyen ve sonunda da çarmıha geren Ferisiler, Ortodoks Yahudiliğin bel kemiğini teşkil ediyorlardı. Bugün yaşanan fiili durum itibariyle İslamcı camia tıpkı Ferisiler gibi. “Mahalle”nin Ferisileri için bu mücadele hayat-memat meselesi. Zira klasik İslamcılar, sahip oldukları düşüncenin ve daha önce ortaya koydukları söylemin iflasını ilan eden yeni bir düşünceyle, yeni bir ruhla karşı karşıya. Hal böyle olunca seviyesiz eleştiriler, hakaret, karalama ve tekfir kampanyaları kaçınılmaz. Bugünlerde 20. yılını dolduran bir derginin haber sitesinde -ki, 2008 yılında internet sitesinin laikçiler tarafından çökertilmesi üzerine bu dergiyi savunan bir yazı yazmıştım- ve onun “çömezi” durumundaki isimleri anılmaya değer olmayan sitelerde bu linç kampanyasının çirkinliğini bütün çıplaklığıyla görmek mümkün. Ancak daha da ilginç olanı, yakından tanıdığımız, ayda 750 TL’ye talim eden, daha düne kadar “sigortamı ödemediler” diye feryad-ı figan eden garibanların dahi hakkımızda eleştirel yazılar yazmaları.
Pek tabii bu anlaşılabilir bir durum. Zira ilk bakışta sistem karşıtı gibi görünen, ancak sahip oldukları konumu ve söylem iktidarını yitirmemek için sistemle kısmen de olsa uzlaşan Radikal Ferisiler, kapitalist sistemin ve “Mamonist Mü’minler”in(!) karşısına dikilen bu adaletçi, eşitlikçi ve özgürlükçü söylem karşısında mecburen Ortodoksluğa sığınmak zorunda kaldılar. Tarihe, hayata ve sokaktaki yangına ezen-ezilen mücadelesi ekseninde bakmak, mal-mülk hırsının İslamcıları perişan ettiğini söylemek, az veren yoksulu övmek, çok veren zengine değer atfetmemek ve toplumun sorunlarını umursamayan “mahalle”nin Ferisilerini suçlamak doğal olarak “din mafyası”nı çileden çıkardı. Hal böyle olunca İslamcı (Ferisi), yağmurdan kaçarken doluya tutuldu. 28 Şubat’ın şokunu uzun süre atlatamayan İslamcıların büyük çoğunluğu bugün kapitalist bir yaşam sürüyor. Bugün gelinen son nokta itibariyle sistem, 60’lı yıllarda tercüme faaliyetleriyle başlayan “İslami uyanış süreci”nin meyvelerini AKP eliyle toplayarak durumu kendi lehine çevirmeyi başarmış görünüyor. Bir başka ifadeyle, hiçbir zaman gerçek anlamda İslami bir hareket ortaya koyamayan ve sıfırı tüketen klasik İslamcılar, statülerini koruma düşüncesi içinde bükemedikleri bileği öptüler ve hükümete destek vererek 35-40 senedir yapılan çalışmaların kazanımlarını kendi elleriyle heba etmeyi başardılar.
Yeri gelmişken iktidarla yakınlaşmanın -ya da uzlaşmanın- ne gibi sonuçlara yol açabileceğini yakın tarihte yaşanan bir örnekle izah etmeye çalışalım. 23 Temmuz 1952’de Mısır’da iktidarı ele geçiren Nasır yönetimi, 16 Ocak 1953’te bütün partilerin resmen feshedildiğini açıkladı. Zira rejimin ulaşmayı planladığı hedefler karşısında hiçbir muhalif sesin yükselmemesi gerekiyordu. Ancak İhvan-ı Müslimîn örgütü (İhvan, o tarihte parti değil sadece bir örgüttü) bundan muaf tutuldu. Çünkü Nasır, gerekli halk desteğini, ihtilali kendilerine ait gören İhvan-ı Müslimin’den alıyordu. Dereyi görmeden paçaları sıvayan İhvan, ihtilalin hemen ardından 8 maddelik bir program belirledi. Ancak balayı kısa sürdü. Nasır yönetimi, geride kalan iki sene içerisinde kendini İhvan’ın desteğine ihtiyaç duymayacak şekilde tahkim etmişti. Yaşanan birkaç olaydan sonra, 26 Ekim 1954’te Nasır’ın İskenderiye’de yaptığı bir konuşma sırasında, polisin tahrik ettiği İhvan üyelerinden birinin silahlı saldırısına uğraması, Müslüman Kardeşler için büyük bir felaketle sonuçlandı. İhvan’ın örgüt merkezleri ateşe verildi, önde gelen liderleri tutuklanıp hapse atıldı ve işkenceden geçirildi. Rejim kısa zamanda bütün halkı İhvan aleyhine kışkırtmayı başarmıştı. 9 Aralık 1954’te İhvan liderlerinden altısı idam sehpasında can verirken, binlerce İhvan üyesi de zindanlarda çürümeye terk edildi. Üstad Seyyid Kutup’un, “Yoldaki İşaretler”i zindanla ilk olarak tanıştığı bu süreçte kaleme almaya başladığını da hatırlatmış olalım. Zira Kutup, 1952 devriminin öncesi ve sonrasında İhvan-ı Müslimîn’le Hür Subaylar arasında yaşanan balayı döneminde, muntazam olarak Nasır’la görüşmelerde bulunuyordu. (Daha geniş bilgi için bkz. Gılles Kepel; Peygamber ve Firavun – Roger Garaudy; Entegrizm)
Görünürde ahiret ameli işleyen, aslında dünyayı talep eden (sekülerleşen), sahip olduğu imkânlar dâhilinde her köşe başına kurulup “dini fanatizm” icra eden ve bundan haz duyan bu küçük ama etkili zümre, kapitalist sistemin toplumu perişan etmesine rağmen kendi halinden memnun. İşte gerçek anlamda Muvahhid olmakla, menfaatleri uğruna her telden çalmak, üç kuruşluk menfaat uğruna dün Radikal bugün Ortodoks olmak, hepsiden de önemlisi dinden geçinmek arasındaki küçük fark budur! Günümüzün Ferisileri mal-mülk konularını maslahat gereği gündeme getirmeyerek Kur’an’ın aydınlığına doğru yürüye dursunlar, taban yavaş yavaş sağırlarla işitenlerin, dillerini yutanlarla gerçeği seslendirenlerin, körlerle basiret sahibi olanların farkına varıyor.
Peki, “mahalle”nin Ferisileri neye inanıyor? Klasik dindar zihin, kurtuluşu yeryüzünde insan eliyle gerçekleştirmek isteyen -dünyayı cennete çevirecek- bir İslam’a değil, kulluk-kölelik nizamı öngören bir İslam’a inanır. Çürük bir teoriye sahip olduğu için ortaya koyabileceği alternatif bir modeli yoktur. Dolayısıyla ne doğru-derinlikli bir düşüncesi ve ne de sağlıklı bir pratiği vardır. Ferisinin dini tam anlamıyla şekilden ve söylemden ibarettir. Onun inandığı İslam, topluma “kurtuluş” değil, “yeni bir zulüm düzeni” vaad eder. Sabahtan akşama kadar klavye başında çalakalem yazıp çizerek Ergenekon’dan, Filistin’den ve başörtüsünden söz eden fikri ve siyasi kadro, sokakta yaşananlardan habersizdir. Oysa sorun, dün olduğu gibi bugün de ekmek ve ahlak sorunudur. Ancak ne var ki, sokakta yaşanan fiili duruma rağmen her şey Filistin, başörtüsü sorunu ve Ergenekon’a endekslenmiştir: “Kudüs bizimdir bizim kalacak… Patagonya’da 2785’inci başörtüsü eylemi(!)… Bize zulmetmeyin… Ergenekon tasfiye edilmelidir…” Radikal Ferisinin bütün söylemi bundan ibarettir. Filistin’i kurtarır, başörtüsü zulmüne karşı direnir, Ergenekon’a meydan okur; lakin ne hikmetse açlara, yoksullara, işsizlere zırnık koklatmaz. Zira onun dini fakir-fukarayla meşgul olmaz. Hâlbuki sağlam iktisadi temellerden ve ahlaki altyapıdan yoksun bir biçimde sağlıklı bir üst yapı meydana getirmek mümkün değildir.
Nitekim ilk inen beş ayete (96/1-5) baktığımızda, ekonomik ve siyasi gücü ellerinde bulunduran üç-beş tefeci bezirgânın halkı sömürdüğü, ahlaki yapısı çürümüş bir toplumda Kur’an’ın öncelikle “Rab” kavramından, insanın yaratılışından, okumaktan, kalemden ve Rabb’in “en büyük kerem sahibi” oluşundan söz ettiğini görürüz. Niçin Kur’an ilk olarak bu kavramlardan söz etmektedir? Kısaca özetlersek; “Rabbuke’l-Ekrem”, cahiliyenin ekonomik, siyasi ve sosyal yapısına vurulan en büyük darbedir. Zira her şeyin sahibi olan Kerim bir Allah tasavvuru, her alanda tekel oluşturan üç-beş tefeci bezirgânın iktidarını, halkın sömürüldüğü ve sınıflara ayrıldığı sosyal bir yapıyı gayri meşru kılar. Bu nedenledir ki, peygamberlerin ortak mesajı, tarihin her döneminde toplumların genelini teşkil eden mustaz’aflar için umut kaynağı olmuştur. Bugün ise masa başı çalışmalarının, ev sohbetlerinin, seminerlerin ve mezarlıkların kitabına dönüştürülen Kerim Kitab, yaşadığımız topluma hiçbir şey vaad etmiyor; zira klasik dindar zihin, kitabı gereği gibi güncelleştir(e)miyor, tüm peygamberlerin “kamu merkezli”, dolayısıyla “yoksulların saltanatı”nı öngören ortak mesajını ezilen kitlelerin önüne bir umut ışığı olarak koyamıyor, suda yaşadığı halde suyu inkâr eden balıklar misali toplumun bugün yaşadığı sorunları kendi sorunları olarak görmüyor.
Hal böyle iken “mahalle”nin Ferisileri, ekonomik sıkıntıların doğurduğu bunalımların içinden çıkamayan, evine götürecek ekmek bulamayan, kapitalist sistemin boyunlarına doladığı zincirlerden kurtulamayan insanlara “Tevhid mesajı” vererek “İhvan İslamcılığı”nın tipik bir örneğini sergiliyorlar. Tamamen politize olmuş, üstelik 28 Şubat’tan sonra politik kimlik değiştirmiş olan bu zat-ı muhteremler, ne tür somut çözüm önerileri bulunduğunu sorduğumuzda, Mısır’da İhvan’ın Hür Subaylar’a vermiş olduğu cevabı veriyorlar: “Çözüm Kur’an ve Sünnet’tir, işbaşına gelirsek görürsünüz!” Öyle ya şeriat gelecek, vahşet bitecek(!) Bu sloganik, dolayısıyla izaha muhtaç yuvarlak ifadeler, Radikal Ferisilerin fikri açıdan ne denli yetersiz olduğunu ortaya koyuyor. Şeriat nedir, vahşet nedir, şeriat nasıl gelecektir, niçin şeriat geldiğinde vahşet bitecektir, şeriatın gelmesiyle vahşetin bitecek olması arasında nasıl bir ilişki vardır; yoksa “şeriat” adı altında “yeni bir vahşet senaryosu” mu sahneye konulacaktır, bütün bunlar izaha muhtaçtır ve geniş çerçevede açıklanmaları gerekir. Ancak ne var ki, klasik İslamcılar sloganlarının içini dahi doldurmaktan aciz görünüyorlar. Dolayısıyla realiteden kopuk yaşayan bu güruh, hayatın içinden değil, kendi hayal âleminden konuşuyor.
Hal böyle olunca klasik İslamcılara kapitalist, bize de komünist(!) olmak düştü. “Dikkat edin! Sola kayıyoruz. Hooop beyler ne oluyor?” Bu noktada Ferisilerin bir başka tutuculuğuyla daha karşılaşıyoruz. Klasik İslamcılar düşünceyi, dolayısıyla aklı ve vicdanı coğrafyalara bölerek, insanlığın ortak birikimine sırt çevirdiler. Batı düşüncesine ve Yunan felsefesine düşmanlığı temel karakteristik haline getiren kerameti kendinden menkul bu zat-ı muhteremlerin skolastik okumalarla örümcek yuvasına dönmüş olan zihinleri tüm doğrulara kapalı. Ancak aynı tiplerin ev sohbetlerinde, seminerlerde, sempozyumlarda, şurada burada “Hikmet, Müslüman’ın yitiğidir; nerede bulsa onu alır” hadisini dillerine doladıklarını görürsünüz. Kaldı ki, tarihte hiçbir zaman Doğu’dan ayrı bir Batı, Batı’dan ayrı bir Doğu olmamıştır. Tüm doğrular insanlık ailesinin ortak malıdır ve biz, İslam nokta-i nazarından hareketle bu ortak doğrulardan azami oranda faydalanırız.
“Solcu, sosyalist, komünist oldunuz, dinden çıktınız, önce Kur’an’a iman edin” ithamlarına gelince: Eğer biz dinden çıktıysak -ki, gerçekten de bu güruhun dininden çıkmış bulunuyoruz- iyi yaptık; çünkü siz kapitalist olup dinden çıktığınızda hiç kimse bunu fark etmemişti. Kariyerizm, konformizm ve mamonizm (para-perestlik) sizi helak etti. Modern Ferisiler oldunuz, kitap yüklü merkeplerden hiçbir farkınız kalmadı. “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşıyamayanların durumu sırtında koca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir…” (62/5). Siz de Kur’an’ın yükü ile onurlandırılmışken bu yükü taşıyamadınız. Eşekleşme illetine yakalandınız, zillete duçar oldunuz. İnandığınız din uyuşturucudan ibaret. Okuduğunuz kitaplar, yaptığınız dersler, düzenlediğiniz seminerler, “Falanca bey”in söyledikleri, bir araya gelişleriniz, yazdıklarınız-çizdikleriniz, Saraçhane parkında 50-60 kişiyle bağırıp çağırarak yerine getirdiğiniz sözde şahitliğiniz sizi hayattan kopardı. Eşitliği, adaleti, özgürlüğü, emniyeti ahirete ertelediniz. Din, sizin elinizde hakkında devamlı surette konuşulan, laf üretilen, rant elde edilen bir meta haline geldi. Sokaktaki yangını, evlere ekmek götüremeyen babaları, sömürülen işçileri, fakiri-fukarayı görmediniz, gözlerinizi hakikate kapadınız. Skolastik okumalarınızı sohbet ortamlarında birbirinize aktararak tatmin oldunuz. Kendiniz çalıp kendiniz oynadınız.
Dahası bugüne kadar şefaatten vahy-i gayri metluva, sistem içi araçların meşruiyetinden oligarşik despotizme, cunta baskısından modernizmin çürütücü etkilerine, vahiyle hayatı inşa etmekten ilkeli-şahsiyetli Kur’an nesline kadar her şeyi konuştunuz, söylediniz, yazdınız, çizdiniz; lakin ne hikmetse birbirinize “aç mısın-tok musun” diye sormadınız, zengin-fakir ayrımını gündeme getirmediniz, üstelik bunu gidermek için hiçbir şey yapmadınız. Kısacası bugüne kadar hep çıplaktınız. Nihayet sokağın vicdanı çıktı “Kral çıplak” dedi; sarsıldınız, “duman” oldunuz. Örgütün, cemaatin, paranın gücüne inandığınız için hakkın gücünü, haklı olan sözün gücünü hesaba katmadınız. 21. yüzyılda bundan daha başka nasıl eşekleşilebilir?
Madem Ferisilerden söz ettik, o halde İsa’nın sözleriyle bitirelim:
“Vay halinize dinsel yorumcular ve Ferisiler. İkiyüzlüler! Göklerin hükümranlığını insanların yüzüne kapatıyorsunuz. Kendiniz girmiyorsunuz, girmek isteyenleri de bırakmıyorsunuz.
Vay halinize dinsel yorumcular ve Ferisiler. İkiyüzlüler! Denizde karada dolaşarak tek kişiyi olsun yolunuza çekmek için didiniyorsunuz. Bunu sağlayınca da onu kendinizden iki kat cehennem çocuğu durumuna düşürüyorsunuz.
Vay halinize dinsel yorumcular ve Ferisiler. İkiyüzlüler! Nanenin, anasonun, kimyonun ondalığını ödersiniz. Ama ruhsal yasanın üstün önem taşıyan konularını ihmal edersiniz: Adaleti, acımayı, içten bağlılığı… Asıl ondalık vermeyi ihmal etmeden bunları yerine getirmeniz gerekirdi. Ey kör kılavuzlar! Sudan sivrisineği süzer ayırır, öte yandan da deveyi yutarsınız.
Vay halinize dinsel yorumcular ve Ferisiler. İkiyüzlüler! Bardağın, çanağın dışını temizlersiniz, oysa bunların içi soygunculukla, bencil isteklerle doludur. Kör Ferisi! İlkin bardağın içini temizle ki, dışı da temizlenmiş olsun.
Vay halinize dinsel yorumcular ve Ferisiler. İkiyüzlüler! Siz badanalı gömütlere benziyorsunuz. Bunlar dıştan parlak görünür, ama içleri ölü kemikleriyle ve her tür iğrençlikle doludur. Sizler de bunlar gibi dıştan insanlara doğru görünürsünüz, ama içten ikiyüzlülükle ve kötülükle dolusunuz.”
“Sizi yılanlar, engerekler soyu! Cehennem yargısından nasıl kaçıp kurtulacaksınız? İşte bu nedenle size peygamberler, bilginler, eğitmenler gönderiyorum. Bunların içinden bazılarını öldüreceksiniz ve çarmıha çakacaksınız. Yine bazılarını sinagoglarınızda kamçılayacaksınız, kentten kente onlara saldıracaksınız. Böylece, yeryüzünde akıtılan her doğru kişinin kanı elinize bulaşmış olacak…” (İncil, Matta: 23: 13-15, 23-28, 33-35)
Esenlikle…
Konuyla ilgili yayınlanmış makalelerimiz
İslam, sosyalizmle örütüşür mü?:
http://www.muslumansol.net/detay.asp?hid=292
Klasik İslamcılığın hali pür melâli:
http://www.analizmerkezi.com/Yazar/Atilla-Fikri-Ergun/Klasik-Islamciligin-hali-pur-melali-.php
“Totaliter Allah” tasavvuru ya da “seküler teoloji”: