Müslüman akıl, bütün enerjisini gökten gelen haber üzerine yoğunlaştırırken, mülk’ün ve iktidarın kendisini ele geçirip dünyayı hakimiyetine alma savaşı verdi. Sonra ne mi oldu? Kendisi bizzat mülk ve iktidarın avucunun içinde buharlaştı. Her şey “nassa göre, nass için, nass tarafından” anlayışı Müslüman’ı öyle bir sarıp sarmaladı ki nass ile kendisine yabancılaşan Müslüman Sünni Saray İktidarlarını ve Şii İmamet kulelerini kurmayı ve yüceltmeyi hayat ve insan kitabının ön sözü haline getirdi. Yunan medeniyeti “felsefe“, modern Batı “azgın üretim-tüketim ekseninde teknoloji” atolyesi olmuşken, Müslümanların medeniyeti de esas itibariyle “nass medeniyeti” oldu. Bundan dolayı din, felsefe, fıkıh, belagat, hadis, tefsir alanlarında verim alınırken, İbn-i Haldun’un ifadesiyle “nakli ilimlerdeki bu verimlilik maalesef akli ilimlere taşınamamıştır.” Dünyevi olarak başarı, insan ilişkilerini din eksenli düzenleyen fıkıhta ve gerek kültürü gerekse insanları kontrol altında tutan siyaset ve askerlik alanlarında kendini gösterebilmiştir. Bu durumda Müslüman akıl “teorik” ve “nass” merkezli yüzüyle yeni aletler üreten medeniyet adına empoze edilmiş modern Batı karşısında ayakta kalması ve insanlığın sorumluluğunu hakkıyla yerine getirmesi nasıl söz konusu olabilirdi ki?
Aline olan İslamcı, Kur’an’a “indirilmiş hazır paket program” olarak bakmaktan vazgeçip, “şuur ve etki uyandıran bir referans çerçevesi” olarak bakmayı beceremedikçe, aleti seküler modernizmin kucağına terk etmeye devam edecek, böylece bir tabiat medeniyeti olarak değil, bir kitap medeniyeti olarak seküler modern küreselleşmeye kendisi bizzat taze kan olmaya devam edecektir. Müslüman akıl nassa her sığındığında tabiata ve dünyaya hırsızlar ve yağmacılar girmeye devam edecektir. Çünkü yere basmayı “dinden çıkmak”, göğe bakan hâkim siyasetler kurmayı ise “İslamcılık/Allah’ın hakimiyeti” zanneden bir yoksullaşmanın karşısında duracak olan halife/sorumlu insan, yerini politize olmuş, ideoloji alinasyonuna tutulmuş Müslüman’a bırakmaktadır.
Alinasyon hastalığına tutulan İslamcı, aklı nakle, Ehl-i Rey‘i Ehl-i Hadis’e, geleneğindeki Irak ekolünü de Hicaz ekolüne terk etti. Buna mukabil acılı haykırışlar içinde, hataları ve doğrularıyla tarihsel açıdan en yakın zaman dilimleri içinden Afganiler, Abduhlar, M. Akifler, Şeriatiler, Kutuplar, Esedler, Cabiriler, Fazlurrahmanlar geleceği kurmak için var güçleriyle çalıştılar. Oysa İslamcı, beyan bilgi sistemindeki nakilci karakter üzerinden selefi kendi çağına taşımak yerine, onların doğrularından aldığı ilhamla kendi çağını hayret ve şüphenin, aşkın ve ızdırabın doğum haliyle yeniden kurmanın derdinde olmalıydı. Zira dünyanın vicdan-ahlak-adalet düzleminde aradığı, tasarladığı insani duruşun felsefedeki karşılığı “ideal insan”, evrensel dildeki karşılığı “adil insan” dinî literatürdeki karşılığı ise “İnanan kul”dur!
Peki, kulluğun merkezini belirleyen nedir? İş, oluş ve eylemi doğuran farkındalıktır. Bu farkındalık neyin sonucudur? İşte bu soruyu sorar sormaz yollarımız genel din(i)dar profilinden ayrılıyor. Çünkü yığınların dinle kurdukları bağ, dış dinamiklerin, tarihsel şartların, varoluş zeminlerinin kendilerine giydirdiği bir gömlek iken, kişinin kendi iç dinamiklerindeki çelişkinin yarattığı gerilim sonucu ortaya çıkan arayış, bu farkındalığın ana rahmidir. İşte vahiyle kurulacak ünsiyet bu rahme tutunmanın neticesidir. O halde merkeze almamız gereken vahiy değil, insanın eylemsel/tutumsal farkındalığıdır. Zira vahyi ve Kitab’ı merkeze almamızı söyleyenler, insanı bir araç olan vahyin ve kitabın nesnesi haline getirmiş oluyorlar. Hâlbuki vahiy, menheç, sünnet ve metod vs birer araçtır. Dolayısıyla ancak ana rahminden bu araçlarla yola çıkarak dış dünyayı kuracak olan insanı kurgulayabilirsiniz. Kaldı ki, kitap bir değerler manzumesidir. İnsanı -Müslüman’dan bahsetmiyorum, genel olarak insandan bahsediyorum- değerli kılan kitap mıdır? Belki bunu da tartışmak lazım.
Kitabî değerler ile insan bilinci arasında bir “eylemlilik alanı” vardır. Kulluğun koptuğu veya zuhur ettiği yer de burasıdır. Öyleyse bir Müslüman’ın yaslandığı şey, tek başına şeriat ve sünnet gibi araçlar değil, bunların da öncesinde tüm dinlerin özünü teşkil eden evrensel-ortak değerler olmalıdır. Bilindik bir örnek olması açısından dile getirmek gerekirse; Fıtri olan bu değerler, Muhammed peygamberi ve İslam’ı tanımadan önce de putlara karşı çıkan, Allah’ın varlığına, O’nun yegâne ilah oluşuna iman eden ve haram aylarda bile yol kesmekten çekinmeyen azgın Gıfar kabilesine daveti taşıyan Ebu Zer örneğinde kristalleşir. Ebu Zer, İslam’ı tanımadan aklıyla İslam’ın evrensel değerlerini keşfedip kalben bu değerlere yaslanmış birisiydi. Bir başka ifadeyle o, Muhammed’i gökte ararken yerde bulmuştu.
Eğer kitap (değerler) bir işaret parmağı ise ve bu işaret parmağının “gör” dediği yer, insanın eşit ve adil bir düzlemde varlığını inşa etmesidir. Şu halde evrenin doğa dilini, insanın vicdan dilini, merhametin anaç sesini, göğün deruni ıslığını okuyarak, kitapla ünsiyet kurmadan fıtratının sesiyle aynı istikamete yönelmiş birisi -ki, böyle insanlar bugün de mevcuttur- dinin iktidardaki hâkim fıkhına muhtaç mıdır? Eğer cevabımız “hayır” ise, o halde niçin ideal insanı ille de İslam’ın teolojik ya da siyasal şubelerinde arayalım? Üstelik bu insan, Sünni ya da Şii olmayabilir; hatta bu insan, bildiğimiz, anladığımız manada Müslüman dahi olmayabilir. Ancak bu insan, Ali Şeriati’nin “Kendini Devrimci Yetiştirmek” adlı eserinin “Namazın Selamları” başlıklı bölümünde belirttiği gibi, Tahiyyat duasında selam gönderdiğimiz “ibadîllahi’s-salihîn” ailesine mensup olabilir. Katil siyonizmin karşısında dimdik duran ve İsrail buldozeriyle ezilerek öldürülen Rachel Corrie’nin eylemini, yaslandığı vicdanı ve ürettiği değeri bir yere koymamız gerekiyorsa bu yer neresi olmalı? Öyleki Rachel‘in Müslüman olmadığını da göz önüne alırsak, Müslüman olduğunu söyleyen, buna karşın mazlumları zalimlerin buldozerleşmiş zulümlerine terk eden “pasif hanif” durumundaki Müslümanları da, onların zulüm buldozerlerini durdur(a)mayan imanlarını da kutsayamayız her halde!
Devrimci bir duruşu, pasif iyilikle nesh ederek topu bir şekilde taca atan Hanifler, Mekke’de namaz kılarlar, içki içmezler, putlara kurban kesmezler ve İbrahimî gelenek üzere yaşarlardı; dolayısıyla Ebu Cehil bürokrasisi ve Ebu Leheb cuntası karşısında “pasif iyi”yi temsil etmekteydiler. Fakat iman nedir, kitap nedir bilmeyen bir insanı değerli ve anlamlı kılan şey, sadece ahlaki bir duyarlılığa sahip olması değil, hayatın, sokağın, toplumun içinde de o ahlakın taşıyıcısı olmasıydı. Öyle ki, bir insan, mağaranın karanlık dehlizlerine ancak ve ancak ameli/pratiği kurgulamak için kapanmalıdır. Bu nedenle Hanifler sadece hanifti; toplumsal dönüşümün eşitlik ve adalet merkezli kurucusu değillerdi. İlginçtir ki, ahlaki değerlere bağlılık içinde yaşayan Hanifler, ıslahın ve inkılâbın öncüsü olmadıkları için Kur’an’da övülmemişlerdir; zira kitap, bu tarz suskun bir imanı övmez. Dolayısıyla Mekke’nin hanifleri sahih bir örneklik teşkil etmiyorlardı; örnek teşkil eden duruş, Hira’dan dönüp gündeme ve piyasanın tekeline çomak sokan bir duruştu.
Kur’an’ın “iman ettik” demekle cennete giremeyeceklerini vurguladığı insanlar ile iman edişleri sonucunda kendilerine cennetin kapılarının açılacağı insanların ortak noktası İman olmasına rağmen, akıbetlerindeki farkın temel belirleyeni nedir?