Vicdanların cüzdanlara mahkûm edildiği günümüz dünyasında, makam-mevki, şan-şöhret gibi geçici menfaatler uğruna harcanan ömürlerin ahiret âleminde fayda sağlamayacağının idrakine varabilmek için, öze dönerek Allah’ı tanımak ve O’nu tanımanın gereği olarak huşû duymak icap eder.
خَشِيَ – يَخْشَى – خَشْيَةً
Haşiye, “ta’zimle, büyük saygıyla, hürmetle sakınmak”tır. Bu ancak kişinin kendisinden haşyet/korku duyulan şeyle ilgili bilgi sahibi olduğunda söz konusu olur. Bundan ötürü Allah, Ayet-i Kerime’de bunu âlimlere tahsis ederek kullanmıştır.
“Kulları içinden ancak âlim olanlar Allah’tan korkar.” (Fatır: 28)
“Onlar ki, Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler ve O’ndan korkarlar ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar ve hesap görücü olarak Allah kâfidir.” (Ahzab: 39)
Kur’an, Allah-insan ilişkisini hakikat üzere belirleyen ilahî bir kaynaktır. Huşûnun kökleri kalpte, yansıması eylem olarak bedende, hayat içerisindedir. Huşû, Allah’tan korkmak, teslimiyet, tevekkül, hürmet, dayanmak, sığınmak ve O’nun azameti karşısında haddini bilmektir.
Allah ile aracısız, tercümansız iletişim kurabilmenin yolu, itaat, yalvarma ve teslimiyetin zirvesi olarak huşu ile O’na yönelmekten geçer. İnkârcılar ilahî değerlere karşı müstekbir bir tavır sergilerken, mü’min kullar insanı ilahî değerlere uygun hareket etmekten alıkoyan her şeyden yüz çevirirler.
Huşu, Kur’an’da mü’minlerin niteliklerinden biri olarak açıklanır: “Onlar namazlarında huşû içindedirler” (Mü’minun: 2). “Onlar, kendilerine kitap indiren Rablerinden haşyet duyarlar, kitap karşısında derileri ürperir, derileri de kalpleri de Allah’ın zikri karşısında yumuşar.” (Zümer: 23). İbadetin özünde huşû vardır, namazda beden ile birlikte kalbin her şeyden alakayı keserek Rabbe yönelmesi de ancak huşû ile mümkün olur. İçtenlikle kılınmayan bir namaz eğilip kalkmaktan öte hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Haşr Suresi’nin 21. Ayetinde şöyle buyrulmaktadır: “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik muhakkak ki, onu Allah korkusundan baş eğerek paramparça olmuş görürdün. Bu örnekleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz.”
Temsili bir anlatımla dağın Allah’ın kelâmı karşısında boyun eğip paramparça oluşu üzerinden insanlara Allah’ın emirleri karşısında boyun eğmenin ne demek olduğu anlatılmak istenmiştir. ,
Günümüzde huşu içermeyen, eylemsiz söylemlerin revaçta olduğu, ibadetlerin içinin boşaltıldığı, namazın ve haccın ritüelden öteye geçmediği, okunanların boğazdan aşağı inmediği, kalbe inkişaf etmeyen bir din anlayışı ön plana çıkmış, Âlem-i İslam’ın içler acısı durumlara düşmesine sebebiyet vermiştir. Özellikle sanal ortamlar dinin içinin boşaltılmasına hizmet etmektedir.
Oysa Allah Resulü (s.a.v.) ve dava arkadaşları inen her ayeti önce kendi benliklerinde yaşamakta ve içinde yaşadıkları toplumda hayatlarıyla hakikate şahitlik etmekteydiler. Buna karşın dini kullanarak kendi makam-mevki ve menfaatleri adına konuşan, yazan çizen beyefendiler dine karşı din ihdas etmektedirler.
Müslümanlar teslimiyet içerisinde kulluk vazifelerini eda etmek istiyorlarsa, öncelikle vicdan ve cüzdan muhasebesi ile işe başlamalılar. Vicdanların cüzdanlara mahkûm edildiği günümüz dünyasında, makam-mevki, şan-şöhret gibi geçici menfaatler uğruna harcanan ömürlerin ahiret âleminde fayda sağlamayacağının idrakine varabilmek için, öze dönerek Allah’ı tanımak ve O’nu tanımanın gereği olarak huşû duymak icap eder.
Allah’tan hakkı ile korkup sakınmak, adaleti, barışı, tefrikaya karşı yekvücut olmayı, mazluma kol kanat germeyi, mülkün yalnızca Allah’a ait olduğunun bilinci içerisinde hareket etmeyi, ırkçı ideolojilerden sıyrılmayı, komşusu aç iken tok yatmamayı gerektirir; işin özü budur, bundan ötesi “İslam” adına boş laf üretmektir.
İnsanların “efendiler ve köleler” olarak ikiye ayrıldıkları kula kulluk düzeninde, Allah’ın emri gereği yalnızca O’ndan istemenin farziyetini ve faziletini hakkı ile anladığımız gün “Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez” kuralının bir lütuf olarak tecelli ettiği günleri görebiliriz. Hem tul-i emel ile zahmetsiz, acısız, sancısız bir bütünlüğü elde etme çabası içinde olmak hem de Allah’ın yardımını beklemek abestir.
Huşûnun kalplerimizde yeniden ve iyice yer edebilmesi için Ramazan ve oruç iyi bir fırsat. Orucun anlamını idrak ederek, tevbe istiğfar ile özümüze, fıtratımıza dönebilirsek yeni bir başlangıç yapabiliriz. Tutacağımız orucun açlık ve susuzluk olmadığını, teslimiyetin zirvesi olduğunu unutmamamız gerekiyor.
Ramazan boyunca ekranlarda boy gösterecek olan “din adamlarının” bol ağlamaklı, fon müzikli aldatmacaları bizi Kur’an’dan, tefekkürden, tezekkürden ve tedebbürden alıkoymamalı. Aynı şekilde Ortadoğu halklarını birbirine kırdırmayı amaçlayan emperyalist fitne hareketlerine karşı uyanık olmamız gerekiyor. Sabır, oruç, namaz, huşû bunun için değilse başka ne anlam ifade eder ki? Ortadoğu’ya “demokrasi” getirme iddiasındaki emperyal güçlerin yürürlüğe koyduğu politikalar, mazlum ve mağdurların çoğalmasına, ağıtların Türkçe, Kürtçe, Arapça yakıldığı, zafer naralarının ise İbranice ve İngilizce atıldığı bir dünya var etmektedir. Bizi birbirimize düşman eden güç odakları karşısında Allah’tan yana beslenecek ümit ve korku ile dengeyi sağlamak düşer.
İlk insanın yaratılışından bu yana yeryüzünde hak ve bâtıl çatışmaktadır. Haktan yana olmanın yolu, Allah’ın emirlerine şeksiz şüphesiz bir biçimde teslim olmaktan geçer. Bu teslimiyet, Allah resullerinin Kur’an’da sözü edilen örnekliklerini hayata aktarma amacını da beraberinde getirmelidir. Cürmünü itiraf, acziyetini arz ve mağfiret talebi insanı hakiki kul mertebesine çıkaran üç temel unsurdur ve bunların üçü de huşu ile mümkün olmaktadır.
Tevhid ve Vahdet dini olan İslam’ın hayata aktarabilmek için insan, Allah’ın azametini tüm benliğiyle hissetmeli ve bunu ihlâs ve huşû ile birleştirmeli, riyakâr tutum ve davranışlardan uzak durmalıdır. İçimizi de dışımızı da bilen Allah’a karşı ikiyüzlü bir tutum takınmak insanın kendisini aldatmasından öte hiçbir anlam ifade etmez. Kendimizi kandırabiliriz lakin bizi bizden daha iyi bileni asla kandıramayız. Bu bilinç ile hareket ettiğimiz an ise, huşûyu yakalamış oluruz.
Hz. Ali’nin dediği gibi, “Özü doğru olanın sözü de doğru olur”, bize de bu sözden ders almak düşer.
Mevlüt Hönül