Geçen Şubat ayında hayatlarımızın ortasına bir bomba gibi düşen, deprem bölgesinde hayatta kalanları bir ölüye dönüştüren, hepimizde derin bir çaresizlik duygusu yaratanın şeyin ne doğayla ne Tanrı’yla bir ilgisi vardı
Süreyya Karacabey
Aşkın olanın belirleyiciliğinden vazgeçtiğinde insan, yaşadığı dünyanın bütün sorumluluğunu da almak zorunda kalır. Artık doğrudan sapmış kavimleri yok eden, felaketleri ve belaları insanın günahlarının karşısına çıkaran Tanrı yeryüzünde görünmez, usulca göğüne döner ve pek çok meseleyi, ona havale etmeden çözebileceğimiz bir uygarlık tasarımının içinde bizi, birbirimizle karşı karşıya bırakır.
İnsan artık sadece bir ilişkiler ağının ortasında, seçimlerinin getirdiği sonuçların karşısında yalnızdır. Geçmiş zamanlarda teolojik bir mesele olarak ele alınan kötülük, Tanrısal olandan koptukça kendi sorumluluğunu üstlenmesi gereken insana bağlanır. Tanrı yeryüzünden çekilince Şeytan da uzaklaşmak zorundadır.
Tanrı’nın dünyadaki kötülüklere göz yumması karşısında yükselen itirazların ve Tanrı savunucularının uzun bir tarihi vardır. İyi bir Tanrı’nın neden çocukların acı çekmesine izin verdiğini soran biri, tanrısal düzene ilişkin bir tartışma yaratırken, aklın yasalarıyla kurulan bir düzende sorumluluğun adresini değiştiren uygarlık, kısa süren iyimserliği ilk bombayla havaya uçarken, bu defa merkezdeki aklı tartışmaya açacaktır.
Kötülük bize nereden gelir?
Tarihte dehşet yaratan ve pek çok felsefecinin hakkında yazdığı Lizbon depremi ile Auschwitz’i karşılaştıran Susan Neiman, ilkinin doğal felaket olarak insanın anlam duygusunun sınırlarında durduğunu söyler. İkincisi ise mutlak zalimliktir. 1755 yılında vuku bulan ve çok konuşulan bu depremin yarattığı gürültü ile diğerinin yarattığı sessizlik. Doğal ve ahlaki kötülük arasındaki ayrım. İnsanların akılcı normlara rağmen nasıl bu derece korkunç, akıl dışı işler yapabileceğine ilişkin sorular modern bilince aittir.
Geçtiğimiz yıl Şubat ayında hayatları dümdüz eden depremin özelliği ise doğal kötülükle ahlaki kötülüğü birleştirmesiydi. Aniden ayağınızın altından kayan bir toprak, yıkılan evler, altında kalan insanlar, 1755 yılının dünyasından çok uzakta yaşıyorlardı ve felakete yol açan şeyin doğadan çok insana ait olduğunu öğrenmişlerdi. Depremin, depremlerin yaşandığı ve yaşanacağı ülke için sıradışı bir şey olmadığını bilimsel raporlardan biliyorlardı ve inşaat sektörünün iktidarın çimentosuna dönüştüğü bu ülkede, hiçbir kurum tarafından yeterince denetlenmeyen evlere mahkûm olduklarını da.
Geçmişte yaşanan büyük depremlerde öğrenilmişti ki, binalar betonun yasalarına, çeliğin gücüne uyarsa ve projeler bilimsel kurallar dikkate alarak yürütülürse, insanlar hayatta kalabilirdi. Şiddetli depremleri çok az kayıpla atlatmayı başaran kentlerdeki mucizenin dayanıklı binalara ve akıllı kentleşmeye bağlı olduğu artık bir sır değildi. Korkutucu anın yaklaştığını bildirip acil önlem alınması gerektiğini haykıran yerbilim uzmanlarına bir çeşit Kassandra muamelesi yapan yönetimler, bize kendi seçimlerimizin nelere yol açabileceğini de gösterdiler.
Gelmesinden korkulan an geldiğinde, birilerinin para kazanma aracı olarak, başka birilerinin de siyasi yatırım aracı olarak dikilen binalar yerleşim yerlerini bir ölüm koridoruna dönüştürdü. Yıkılmak üzere yapılmış gibiydi pek çok bina, bunlara bakıp en mümin insan bile “bu doğal bir felaket” diyemezdi. Ama dediler.
Bu “doğal” felakette insanların barınması için yapılan binalarda, eksik malzeme, eksik denetim dışında irreel biçimde dekorasyon için kesilen kolonlar ve bir yığın başka teknik hatalar yüzünden insanlar öldü. Burası artık doğal kötülüğün meselesi değildi, kendi sorumluluğunu üstlenmeyen insanların, kurumların yarattığı bir sonuçtan ibaretti. Çürük binalarda şans eseri ölümden kurtulanlar bu defa gerekli yardım vaktinde gelmediği için öldü; onların “yardım edin” çığlıklarını işitip ne yapacağını bilemeyen insanlar da bu tanıklık yüzünden ölmeden öldü.
İş burada da sona ermedi, zamanında kurtarılmadıkları için ölenlerin çoğunun cesedine de ulaşılamadı, sayısı ürkütücü biçimde artan kayıplardan söz edilmeye başlandı. Kurtarma ekiplerinden daha hızlı davranan yıkım araçları, topladığı molozları yaşam alanlarına dökerek insanların nefes almasını zorlaştırdı, çamurların ortasında, elektriksiz, susuz hayatta kalmaya çalışan insanların bu defa da tarım alanları yeni binalar için gasp edildi. Geçen Şubat ayında hayatlarımızın ortasına bir bomba gibi düşen, deprem bölgesinde hayatta kalanları bir ölüye dönüştüren, hepimizde derin bir çaresizlik duygusu yaratanın şeyin ne doğayla ne Tanrı’yla bir ilgisi vardı.
Yapılan ilk müdahale, çığlık atanların susturulması ve tehdit edilmesiydi. Çürük binalar yüzünden, vaktinde kurtarılmadığı için ölen insanlar topluluğuna karşı konulamaz bir aşkın güç tarafından yok edilmişler gibi bakılmamız istendi. Büyük bir yıkımla tarihte ilk defa karşılaşılmış gibi yapmamız istendi. Kötülük tam da buydu ve asla ne doğal ne metafizikti. O güzelim sokaklardan, insanın bir defa tanışınca hep aralarında olmak istediği insanlardan geriye öfkeli, acılı, kırgın hayaletlerin dolaştığı yıkık yerler kaldı. Yasını tutamayan insanlar kaldı.
En basit ihtiyaçlarını karşılayabilmek için didişen bu insanların bakabiliyorsanız gözlerine bakın şimdi. Ve sonra bütün bunları, birbirimize ne yaptığımızı, niye yaptığımızı düşünürken, açık bir yara gibi duran yerlerden gözlerimizi kaçırırken, devletin en üst makamından bir ses yükseldi: “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? “
Bunun üzerine söyleyebileceğim bir söz gerçekten yok.
Kötülük bize ne yapar, soru bu şimdi.
Süreyya Karacabey: Adana’da doğdu. 1992’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK’sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht’ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.