Peki neydi bu isyanın ana kaynağı? Kur’an dışı mıydı sözleri? Hadis kaynaklarından uzak mıydı dilleri? “Neyin feryadını ediyorsun evladım” sözü de her daim yolda görenin arka cebinde kapak misali. Kurtarıcının, kurtaranın bini bin para. Neyi? Kimden? Kimi? Nerden kurtarıyorsun emmi?
“Tövbe tövbe, Allah sizi ıslah etsin, sizin içinize şeytan kaçmış okuyun bir çocuğum” diyen bile var. Aslında asla onlardan olmadılar. Hep aykırıydılar çünkü. Bu aykırılık dün sistemin kendisine idi. Bugün ise emmisine olunca çarşı karıştı elbette. Ki aynı yolun yolcusuyken bir anda saflar kaydı, taraflar kılıçları çekti ve “haydi bre pehlivan” naralarıyla kalemsel bir çatışma halini aldı.
Bir adam çıktı ve dedi ki: “Yahu bir yerde bir yanlış var, bize yedirdiklerinizin bir yanı galiba acı.” Acıyı tatlıyla bastırmakta üstümüze yoktur vesselam…
Bu konuda dünyanın neresini dolaşılırsanız dolaşın, şu bizim millet gibi acıyı tatlıyla bastıranını bulamazsınız. Severiz acının üzerine tatlı yemeyi, malum bastırmak lazım. Acılarımız “doğu”ydu, acılarımızın çığlıkları hep “doğudan” yükselirdi. Kulak tıkadık, sustuk. Zulme rıza göstermek de zulümdü. Bizler, burnumuzun dibindeki doğuya kulak tıkarken, uzak doğu hayalleriyle yandık tutuştuk. Anlaşılmadı önce uzak doğu maceralarımız. Yandık, yakıldık. Küffar “fazla yanmayın biz doğuyu ayağınıza getiririz” dedi ve getirdi de.
Bir kadın çıktı sonra. Dini başka, dili başka, rengi bile başkaydı. Fazla beyazdı. Tankın önüne attı kendini. İsyancılar feryat etti, “Nedir bu şimdi?” diye. “Nedir aslolan? İnsan olmak mı? Yoksa İslam olmak mı?” Bizler, burnumuzun dibinde yakılan köylere ses etmezken, bakmazken, hatta duymazken, bizden olmayan bir kadın sırf bizi rahatsız etmek için kalktı ve hayatını koydu ortaya. Bunu da görmezden gelmek en iyisiydi galiba. Görmedik de. Sonra doğudan feryat, figan, insan, silah, sesleri yükselmeye başladı. Emmilere baktı bu huysuz isyancılar. Hiç ses yok. Daha doğrusu var da yok. Çıkan ses sadece “vah, vah, vah…”
Sonra bir çığlık daha yükseldi. Çocuk çığlıkları… Sokaklarda sıkıntıdan dolaşmaya başlayan isyancı güruh sokaklardaki rezilliği seyretmeye başladı. O kahve köşelerinde sabahlara kadar kurma planları yaptıkları, bu uğurda çalıştıklarına inandıkları sistem daha başlamadan çökmüştü. Bağlanıp tutulacak yeri de yoktu zaten. Ve isyan ses çıkarmaya başladı. Kiminin işine geldi kimi de “cixx, bizden değil bunlar” dedi.
Çatlak sesler, “Müslüman” olmayan “İnsan” olamaz diyen öğretiler bir anda düşünmeye itti insan olanı.
Aynı toplumda, aynı havayı teneffüs ettiğimiz insanlarda “bizi dışlıyorlar” diye bir öğretilmişlik vardı. Şimdi bunca çaba, bunca tebliğ pazarı, bunca kurtarılmış insan boşa mı gitmeliydi? Gitti de…
Ve isyan başladı… Bir anda çatlak sesler çoğalmaya, yargılar artmaya başlayınca, suskunluk yerini sessiz çığlıklara bıraktı. Ellerinde ayet-hadis boldu ama hangisini, nereye koyacağız diye düşünürken, hepsini hayata koymayı denediler. Konuldu da… Çünkü hepsinin yeri vardı ve hazırdı.
Adalet bir şeyi yerine koymaktır. Zulüm ise bir şeyi yerine olması gereken yerden farklı bir yere koymaktır.
Kendi nefislerine yaptıkları zulümler son bulunca, başka nefisler nefes alamaz hale geldi sanırım, ki sesler çıkmaya başladı. Savunmalar hazırlandı ama nafile. “Allah’ın ayetleriyle insan korkutmak” burnunun dibindeki kazıktan habersiz el gözünden çöp çıkarmak, kurtarıcılık rolünün jönü olmaktan çıkmak zor gelmiş olsa gerek ki, herkes kendi inandığı doğruları haykırmaya başladı. Ortaya karışık usulü bir anda taraflar, tarafçılar ve salaklardan oluşan bir başka güruh fırladı. “Doğu”nun her yanı cayır cayır yanarken davanın yönü değişti. Mideler yanmaya başladı.
Eee, ne oldu bizim dava şimdi? Başka bahara mı kaldı? Kimin eli kimin cebinde belli değil. Herkesin doğrusu kendine demeye başladık. Hani doğru tekti, tek olan doğru nerede şimdi?
Kur’an’da birleşelim diyenler, ayette birleşemedi..
“Gerçek şu ki, Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saf, 4)