Kızılelma, Şaman Türklerinin ele geçirme, istila etme, hükmetme, kontrolüne alma tutkusuna denir. Şaman Türklerin dünyaya egemen olması idealidir. Hiç bitmez ve sınır konulmaz işgal ve istila arzusudur. Bu nedenle kızılelma hızı kesilmez bir tutkudur. Bir yer ele geçirilince daha yok mu denilerek başka taraflara göz dikilir. Şaman Türklerin “güneşi bayrak, gökyüzünü çadır” kabul eden egemenlik hedefleri ile İngilizlerin “güneş batmayan imparatorluk” ülküsü doğrudan örtüşür.
Askerî-tarım imparatorluklarının hâkim olduğu çağlarda krallar egemenlik tutkularının peşine halkı takmak için kızılelma afyonunu halka sürekli koklatmışlardır. İnsandaki kazanma ve hükmetme hastalığı, Tanrılaşma tutkusu olan “ulu mefkûre”[1] söylemleri bencilliğin çağlar öncesi giydiği elbiselerden sadece biridir. Tüm istilacı kavimlerde işgallerini meşrulaştıran ülküler bulunur. Roma, Bizans ve Mısır kendi egemenlik ve istila tutkularını Tanrı’nın istekleri olarak yansıtmışlardır. Bu nedenle Tanrı Râ’nın gözü olan Firavunlardan Tanrı’nın yeryüzünde bedenlenmiş imparatoru olan Sezarlar ve Tanrı’nın buyruğuyla yönetme emri almış Oğuz Kağan aynı emperyal bakışın temsilcileridir. Emevilerin Şam, Horasan, Kudüs, Kıbrıs ve İstanbul istilasını meşru göstermek için uydurdukları hadisler İslam toplumlarını asırlardır peşinden sürüklemiş ve yansımaları günümüze taşınmıştır.
Yahudilerin vaad edilmiş toprakları ele geçirip Tanrı krallığını kuracakları ve tüm insanlığı kendilerine hizmetkâr yapacakları büyük ülküleri dinsel kızılelmanın küresel çaptaki yıkımlarına örnek oluşturur. Osmanlının İstanbul, Roma, Vatikan, Moskova’yı ele geçirme idealleri Emevi, Romalı ve Mısırlılardan geri kalmayan ihtiraslardır.
Tüm kızılelmacılar hedeflerine ulaşmak için mutlaka dinsel ögelerle örülmüş bir dil kullanır. Halka dinin emri ve yaratıcının isteği bu yöndedir mesajı verilerek halk işgal ve istilaya yönlendirilir. Mesela Haçlı seferleri için kızılelma Kudüs’tü. Yani zenginlik ve nimetlerdi. Ancak Haçlı seferlerinin motivasyonu Kudus’ü kâfir Müslümanlardan kurtarıp İsa’ya layık Hıristiyanlar olmaktı. Esasında sosyal, ekonomik, psikolojik yönlerden çöken toplumlarda halkı ayağa kaldırmak ve ortak hedef sağlamak için ortaya yüksek idealler konur ve buna kızılelma denir. Bu tıpkı İbni Haldun’un bahsettiği asabiye[2] kavramıdır. Arap toplumlarında nasıl ki insanları harekete geçirecek asabilere ihtiyaç duyulduysa Türklerde de kızılelmalar gerek görülmüştür. Her kızılelmacı yalan tarih, menkıbe, mesel ve uydurma rivayetlere ihtiyaç duyar. Yoksa kitleler uyutulamaz ve yöneticilerin ihtirasları peşinden koşturulamaz.
Son dönem Osmanlı aydınları arasında Batıcılık ve İslamcılık yaklaşımları birer kızılelmaydı. Osmanlının yıkılış sürecinde yıkılışı durdurabilecek veya yeni devlete egemen ideoloji olabilecek Türkçülük ideolojisi Osmanlının bir kısım aydınları tarafından kızılelma olarak sunulmuştur. Turancılık da bunun bir yansımasıydı. Ziya Gökalp’in Kızılelma şiiri Türkçü kızılelmanın amacını şöyle dillendirmektedir:
Herbiri parlamış bir başka gökte
Aynı ruhu bulmuş yüzlerce gövde.
………………………………………………..
Ne târihi vahdet[3] ne kavmî safvet[4]
Kızılelma işte buna işaret.
………………………………………………….
Her hayal bir hakikat olabilirken
Var etmemek niçin bunu şimdiden
…………………………………………………
Bulalım onu vicdanımızda
Bir güneş yapalım Turan’ımızda[5]
……………………………………………….
Pekin’e, Delhi’ye bunun için vardık
Viyana burcunu bunun için sardık
Yukarıdaki şiirde görüleceği üzere kızılelma Türkleri etrafında toplayan, onları motive eden, Türk birlik ve beraberliğini sağlayan, Türklere uzak hayallere ulaşma gazı veren, Türklerin iç dünyasında heyecan uyandıran, Türklerin savaş ruhunu diri tutan aşıdır. Bundan dolayıdır ki Türkçülerin kızılelması Türklerin cihâna hâkimiyet mefkûresi ve sembolüdür.
Tüm toplum ve bireylerde mutlaka kızılema vardır. Ancak her ideal ve ülkü dünyaya getireceği değerle ölçülür. İnsanların yurtlarını işgal eden, halkları köleleştiren, kadın ve kızları cariyeleştiren yahut sultanlara odalık yaptıran, emek ve üretimleri sömüren, insanların kendi halkı tarafından yönetilmesi yerine yabancılar tarafından idare edilmesini sonuçlandıran; öldürme, işgal ve istilayı meşrulaştıran; ölümü kutsayan, yaşamı önemsizleştiren; barış, adalet, sevgi, kardeşlik, eşitlik, özgürlük değerlerini gerçek anlamda hayata geçirmeyen; kendi din, mezhep ve kurallarına itaat etmeyenleri kılıçtan geçiren, karılarını alıp, mallarına el koyan; kendilerine ululuk/yücelik veren ve diğer halklara kendilerine biat ettikleri oranda yaşam hakkı tanıyan egemenliklere Kur’an’da asla yer verilmezken geçmişin tüm askeri-tarım imparatorluklarında böylesi bir emperyalist kızılelma gerçekleşmiştir.
İşgal, istila ve mutlak egemenlik tutkusuna kapılan krallar kızılelmalarını kutsallaştırırlar. Bilge Kağan krallığını dini bir dayanağa yaslamak için “Tanrı istediği için kral oldum. Dünyanın dört tarafındaki insanları düzene soktum…Türk Tanrısı milleti yok olmasın diye babam İlteriş Kağan’ı ve annem İl Bilge Hatun’u gökten tutarak yükseltmiş.” der. Yani halkın Bilge Kağan’a itirazı Tanrı’ya itiraz, Bilge Kağan’a itaati Tanrı’ya itaat olarak sunulur. Tanrı devlet yapılarının en büyük belası zaten bu anlayıştır. Bu tarz devlet başkanlığı ve mutlak boyun eğme fikri Muaviye döneminden beri İslam coğrafyasında da görülmeye başlanmıştır. Roma’dan kalma “Sultanlar Tanrı’nın gölgeleridir.” sözü bir hadis patentiyle İslam aklına taşınmıştır. Tuna Bulgarlarının hânı Melemir Han kendisinin Tanrı tarafından gönderildiğini ve Tanrı’ya benzediğini söyler. Böylece tıpkı Yahudilerde olduğu gibi yeryüzüne hükmeden kralın kendisi olması gerektiği iddiasını dinsel bir inanca dönüştürür.
Burada en önemli soru “Kur’an bir kızılelma getirmiş midir?” diye sormaktır. Kur’an’ın kızıl elması Türk hâkimiyeti, Arapların dünya efendiliği, Farsların dünya saltanatı, Hintlilerin dünya başbuğuluğu, Sırpların Balkan hakimiyeti değildir. Tıpkı Yahudilerin dünya efendiliği, Almanların dünya liderliği, Katollikler ile Tapınakçıların Tanrı krallığı olmadığı gibi. Hiçbir din, soy ve millet dünyayı tekeline alamaz, dünyayı tek tipleştiremez. Çünkü Allah çok seslilik ve çok renkliliğe imkân vermiştir. Bir ideal, ülkü ve mefkûre peşinden gidilecekse bu ancak ve ancak dünya ümmeti kurma olabilir. Tek olan sadece Allah’tır, Tanrı dışındaki her şey çoktur. Bu nedenle ideal dünya çoğulcu ve barışçı bir dünyadır.
Kur’an, silahlara veda ettiren, tokalaştıran, barışa kapı açan her türlü eylemin yanındadır. Kur’an’daki savaşlar savunma savaşlarıdır ve savaş ayetleri savaşı teşvik etmez; bilhassa Muhammed-4. ayet savaş ahlakını inşa eder. İlâ-yı kelimetullah[6] adıyla da olsa halkların toprağını ele geçirme işgaldir. Hz. Peygamberin savaşları İlâ-yı kelimetullah kılıfına sokulmuş istila ve işgal savaşları değildir. Tamamen savunma ve erken önlem alarak düşmanın toparlanmasına imkân vermeme mücadelesidir. Kur’an, toprak ele geçirme, köle ve cariye getirip hem satma hem de odalık yapma anlayışına dayanan bir fetih tanımını asla onaylamaz. Bu uygulamalar Bizans, Roma, Sasani gibi eski dünyanın askeri-tarım devlet emperyalizminin fetih anlayışıdır. Müslümanlar Emevilerden beri eski dünyanın fetih mantalitesini[7] Kur’an’ın fetih anlayışına tercih etmiştir.
Kızılelma gündeme gelmişken Kızılelmacıların su-i istimal ettiği belde, mülkiyet, millet gibi Kur’an kavramları da bizzat kendi dünyaları içindeki sözlükler üzerinden tanımlanmalıdır. Bu nedenle Lisânu’l-Arap, Tâcu’l-Arûs, Kamusu’l-Muhît, Müfredât, Furûg fi’l-Luğa, Mekâyisu’l-Luğa, Esâsu’l-Belâğa, Tezhîbu’l-Luğa, Misbâhu’l-Münîr ve Kitâbu’l-Ayn gibi dil kaynaklarını görmezden gelemeyiz; ayrıca kelimeleri Kur’an’daki bağlamlarıyla anlamlandırmak zorundayız. Çünkü kızılema kavramı bagajında başka sözcükleri taşımaktadır. Bu bağlamda millet “aynı değerler etrafında bir inanç oluşturmuş topluluk, farklı veya aynı kavmin ortak inançlıları tarafından oluşturulan birlik”; milliyet “milletçilik, millet egoizmi, millet yüceltisi, millet bilinci”; ırk “bitki kökü, kök, soy, damar, asıl, köken, tür. Ark anlamıyla aynı suyolundan beslenen, aynı kültür köklerinden türeyen topluluk”; ümmet “aynı siyasi, sosyal, ekonomik değerler etrafında birleşmiş topluluk.” demektir. Kavim “kültürel olarak ortak yaşam değerlerini yakalamış ve bu nedenle soy genetiği bakımından da birbirine karışmış topluluk, kültür ve soy genetikleri karışmış topluluk, yaşam değeri ve biçimleri belli kıvamı yakalamış ve bu sebeple bir vücut gibi olmuş topluluk”tur. Kıvam sözcüğüyle eşdeğerdir. Kavmiyyet, “Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık, Çerkezcilik, Farsçılık, Slavcılık gibi kavimcilik, kavim egoizmi ve kavim yüceltisi, kavim putçuluğudur.” Tüm kavmiyetçiler aidiyetlerinin özel yaratılmış olduğuna inanırlar. Bu nedenle kızıl elmaları başka topluluklar üzerinde egemenlik kurmaktır. Kur’an buna Yahudileşme demektedir. İsrail oğullarını Yahudileştiren ana düşünce de üstünlük kompleksiydi.[8]
Kavim soy ortaklığı temelinde yükselen en alt kültürel birliktir; millet inanç ortaklığıyla oluşuyor, ümmet hukuk ve siyaset ortaklığıyla varlık sahnesine çıkıyor; Medine Sözleşmesi’nin 2. maddesi ümmeti dini birlik olarak değil siyasal birliktelik olarak tanımlar. Siyasal birliktelik içinde inanç ve soy değil ortak hedefler etrafında oluşturulmuş birliktelik ortaya konur. Kur’an, milleti inanç birliği olarak tanımlar, millet-i İbrahim gibi.[9] Hıristiyan Birliği, İslam Birliği millet yapılanmalarıdır; NATO, BM, AB, ABD, Sosyalist Birlik, Komünist Enternasyonal, Afrika Birliği, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ), Şangay İşbirliği Örgütü ümmet tipi yapı, Arap Birliği kavim tipi yapı, İslam Konseyi millet tipi yapıdır. Fenerbahçeliler Derneği farklı kavim ve milletten oluşmuş taraftar ortaklığı olduğu için ümmet tipi yapıdır. Herkesin kendi değer ve inançlarını koruyarak bir amaç için bir araya gelmesine günümüzde plâtform denirken eskiden ümmet denirdi. Örneğin Konyalı Mehmet Ağa Türk kavminden, İslam/Müslümanlık milletinden, Türkiye ümmeti’ndendir. Türkiye, farklı inanç ve soyun birlikte yaşadığı Anadolu toprakları üstünde kurulmuş devletin adıdır ve birliktelik anlatır; dinsellik ve soy aidiyetini anlatmaz. İslâm, barış; iman, güven demek olduğundan farklı din ve mezheplere bağlı kimselerin barış ve güvenin tarafında birleşip barışçıl eylemler[10] ortaya koymaları halinde ortaya çıkan birlikteliğe ümmet denir.
Kur’an ve Veda Hutbesi insanın şerefini istilacı, işgalci kızılelmacılıkta değil güven (iman), birliktelik (tevhit), barış (İslam) ve adalet değerlerinde arar. Çünkü Müslümanlık haysiyettir, elçi Muhammed’in yanında durulan yerdir. Türk, Arap, İngiliz aidiyetleri İslam haysiyetinin gölgesinde olan tarihsel bir kimliktir. Mekkeli Arap Muhammed haysiyet dersinde tüm insanlığa elçi Muhammed’in ilkelerini temel değerler olarak öğretti. Ancak elçi Muahmmed’i kabul edenler ve etmeyenler oldu. Ebû Cehil Arap onurunu, Ebûbekir İslam haysiyetini seçti. Biri Arapçılığın, öteki tevhit değerlerini Arap diliyle anlatmanın sembol adları oldular. Yani biri Arapçıydı, diğeri sadece Arap’tı; biri Arapların egemenliği peşindeydi öteki sadece ilahi değerlerin yüceltilmesi için ana dili olan Arapçayı kullanıyordu. Ebû Cehil, Arap kızılelması peşinden ayrılmayan ve Kureyşçilik ülküsünü yüksekte tutan ulu mefkûrenin savunucusuydu. Elçi Muhammed’e karşı çıkışında köle, siyah ve Arap olmayanla veya Arap’ın kuvvetsiz kabileleriyle eşit olmaya karşı çıkıyordu. Onları yönetmeyi kendinde hak olarak görüyor, egemenliği kendi kavmine ait kabul ediyordu. Elçi Muhammed ise tüm insanlığı mülkiyet, aidiyet, hakimiyet alanlarında eşit ve kardeş olarak görüyordu.
Kızılelma özellikle millî kelimesi üzerinde oynanan bir oyunla piyasaya sürülmektedir. Millî sözcüğünün içeriği Türklüğe esir ediliyor ve Türkçülük inşaatının iskelesine dönüştürülerek Müslüman pazarında aranan meta[11] haline getiriliyor. Kehf-20, Yusuf-37, İbrahim-13, Hac-78, Sa’d-6,7; Hucurat-13, Al-i İmran-95 ve Bakara-120 ayetleri millet kelimesini Türkçüler ile Türkiye’deki resmi veya derin ideolojinin anlayışı dışında tutar. Kızılelması Türkçü bir millîlik tanımı olanın İslam ülküsüyle ilgisi olamaz. Ebû Bekir’in değil Ebû Cehil’in yoldaşı olur. İslam kızılelmasını bilip tanımadan ve özellikle kasıtlı biçimde kendi kavmiyet kızılelmasını yüceltenler Müslüman kılıklı kripto[12] Şaman ve derin münkirlerdir.[13]
Melik, Arapçada yönetim gücünü elinde tutan demektir. Mülk, emir ve yasak koyarak yönetmeye denir.[14] Yani siyasal güç sahibi olma ve halk üzerinde egemenlik yetkisine sahip bulunma mülk kelimesiyle anlatılır. İnsanlar içinde emir ve yasak koyan yöneticilerin olacağını vurgulayan[15] Kur’an yöneticilerin, kayıtsız şartsız yönetim yetkilerini lehü’l-mülk[16] diyerek sınırlamaktadır. Çünkü bir şeyin Allah’a ait olması o şeyin hiç kimseye ait olmaması, herkese ait olması, kimsenin özeli olmaması, kamu ait olmasıdır. Örneğin “Kâbe Allah’ın evidir.” demek Kabe’nin tüm insanlara ait oluşunu, hiçbir devlet, halk ve inanç mensubuna ait olmayışını anlatır. Siyasal yönetim biçiminin tek taraflı, tek yetkili, sorumsuz, istediğini istediği gibi yapan, hukuk ve siyaseti kendi hesaplarına göre kanalize eden bir yönetim anlayışının olamayacağını Kur’an başta lehü’l-mülk ibaresiyle dillendirir. Bu bağlamda Suudi Arabistan devletinin hac ve umre için aldığı paralar hizmet giderleri dışında haram kazançtır. Ayrıca Allah kendini Meliku’l-hak[17] diye tanımlarken en gerçek emir ve en gerçekçi yasak koyan diye tarif eder. Allah, somut bir varlık olmadığı; herkesi, kamuyu, hiçkimseye ait olmamayı da içerdiği için bu tamlamadan hareketle hiçbir yönetici toplumdan, halktan üstün değildir anlamı çıkar. Yani “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” cümlesi Kur’an’a uyar. Melikler toplum adına yetki kullanırken gerçek yetki ve güç kaynağının toplum olduğunu unutmamalı, halkla birlikte emir ve yasaklar koymalıdır. Bu durum tekçi ve baskıcı yönetim biçimlerini reddeder; toplumsal şûrâyı zorunlu hale getirir. Kur’an yönetim paylaşımı ve ülke servetlerinin kullanım ilkesini Haşir-7, Bakara-104,219,279; Şûrâ-8, 38; Fussilet-10, Necm-39, Kasas-5,6; A’raf-31; Sebe-31,32, 33; Fâtır-5, Fecir-17,18,19,20 ayetleriyle netleştirir. Buralardan bakıldığında yönetimlerin emperyalist emelleri ve derin çıkar ilişkileri ulu mefkûre adı ve kızılelma süsüyle çarşafa sarılamaz.
Belde,[18] ortaklaşa yaşanmasından dolayı insanlar arasında etkileşim gerçekleşen ve çevresi belirli olan yerdir.[19] Ölülerin yattığı mezarlık ile vahşi hayvanların yaşadığı dağ ve çöllere de belde denir. İki kaş arasındaki boşluk da sınırı belli olan bir yer olduğu için belde diye adlandırılır. İz, eser anlamı dikkate alındığında kişinin iz bıraktığı, eser ortaya koyduğu yere de belde denir. Vatan, yurt anlamında kullanılır. Bir topluluğun yaşadığı, etkileşim içinde olduğu, iz bıraktığı, eserler ortaya koyduğu yer belde, yurt, vatan diye tanımlanır. Bu anlamda her toplumun bir beldesi vardır, her belde saygındır, hiçbir belde işgal edilemez. Beldeler arası barış ilişkileri geliştirilir. Yeryüzünün tüm lehü’l-mülk[20] ilkesi gereği beldeleri Allah’ın’dır. Bu nedenle insanların yurt edinme hakları engellenemez, yurtlar işgal edilemez, beldeler arası geçişi zorlaştıran engeller konamaz, Allah’ın kulları Allah’ın beldelerinden uzak tutulamaz, kimse yurdundan sürülemez; Yeryüzünde barış içinde yaşanır.
Kur’an yurtları kutsamayı değil, emin belde[21] yapmayı öne çıkarır. Yani güven içinde yaşanan yurdu önemser. İnsan yeryüzünün herhangi bir yerini yurt yapmasıyla Allah’ın mülkünü kullanır. Vatanseverlik, yurtseverlik asla vatan putçuluğuna ve yurt kutsamasına dönüştürülmemelidir. Herkes yaşadığı yerde anılar biriktirdiği ve eserler ortaya koyduğu için yurdunu sever. Ancak hiçbir vatan/yurt sevgi, adalet, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, paylaşım, dayanışma, yardımlaşma, güvenlik ve barıştan üstün olamaz. Yeryüzünün her yanı yaşayanı için cennettir. Şairin “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ” demesi başka yurtların cehennem olması anlamına gelmez. Değerler elbette bir vatanda yaşanır. Bu vatan yeryüzünün bir parçası ve Tanrı’nın mülküdür. Hiçbir yurt Tanrı’dan tapulu olarak bir soy, boy, kavim ve millete özel mülk olarak verilmemiştir.
Vatan/yurt, yerleşim yeridir. Vatan, kişinin içinde doğduğu, özgürce yaşadığı, temel ihtiyaçlarını karşıladığı yeryüzü bölgesidir. Kişinin özgürlük, adalet, eşitlik ve sevgi değerlerini yaşadığı yer/alan/bölge kişinin yurdudur. Bir yerde doğmak oranın vatan olması için temel şart değildir. Temel insani değerlerin özgür ve eşitçe yaşanması bölgeyi vatan diye tanımlamayı gerektirir. Yurt sevgisi, toprak ve sınırlarla çevrili bir bölge sevgisine dönüştürülürse tıpkı Yahudilerin vaad edilmiş toprak kutsayıcılığı gibi toprak ve sınır putçuluğuna kapı aralar. Hakbuki yurt sevgisi yurt üzerinde özgür ve adil biçimde yaşamanın sevgisidir, toprak ve sınır hayranlığı değildir. Çünkü yurtların tümü insanlığa Tanrı’nın armağanıdır. Bu yüzden peygamberler özgür ve eşit yaşayamadıkları vatanları terk etmiş ve yeni yurtlar (yerleşim yerleri) edinmişlerdir.
Yurt sembolleri Tanrı’nın insana verdiği hakların verilmeyişine ve bir kavmin diğer kavimler üzerinde kurduğu egemenliğe ait bir sembole dönüşürse bu sembollere karşı adalet, eşitlik, kardeşlik ve barış için yeni semboller ve alternatif yaşam alanları üretilmeye çalışılır. Bu amaçla öncelikle direnişler gerçekleştirilir. Tıpkı Hz.Muhammed’in müşrik ideolojiyi dayatanlara başkaldırısı ve Medine’yi kurması, Musa’nın Firavun zorbalığına karşı isyan etmesi ve Mıısr dışına halkı yönlendirmesi gibi.
Kur’an’ın savaş ayetlerinde yurt savunması üzerinde durulur. Ne işgal et ne de işgale uğra mesajları verilir. İnsanları yurdundan sürenlere karşı tavır almamız gerektiği vurgulanır. Kavmiyetçilerin kutsal vatan yüceltileri yerine Kur’an’ın barış (İslam) ve güven (iman) yurdu nitelemesi Müslümanın değer ölçüsüdür. Kavmiyetçiler ataları yüceltip toprağı kutsar, egemenlik sınırlarından içeriye kimseyi almamak için kan döker; masum, mazlum, mağdur, mahrum ve arayış içindeki insanların kendileriyle yurttaş/vatandaş olmalarına engel olur. İnsanlığın aynı köklerden gelen bir aile olduğunu kabullenmez ve bu tavrıyla yâ eyyühe’l-insân[22] hitabına karşı çıkar. Değerler için yaşamanın göçü olan hicret felsefesine vatan kutsaması ve toprak yüceltisi adına karşı çıkar. Hâlbuki insanlığın iman atası İbrahim, İslam atası Muhammed’dir. İbrahimle Muhammed arasında gelmiş elçilerin pek çoğunda hicret gerçeğini görürüz. Hicret, peygamberlerin sünnetidir; zulüm beldesini âdil, eşit, özgür ve barışçı bir yaşam kurma amacıyla terk etmedir. İbrahimle Muhammed gibi elçilerin dışındaki soy ataları bunların değerleriyle ne kadar barışıksa biz de onları o nispette sever ve onlara o oranda sahip çıkarız. Müslüman bu bilincin temsilcisidir. Yoksa kızılelması Arap, Fars, Türk, Kürt, İngiliz, Alman, Yunan, Bulgar, Fransız mefkûreciliği olanlar Kur’an siyaset felsefesinden bahis açamazlar.
Türkçü Kızılelmacıların beğendiği İslam tipi Türk-İslam sentezciliğidir. Bu sentezlemenin amacı Kur’an’daki İslam yerine geleneksel mezhepçi ve tarikatçı İslamcılığın devlet tekeline alınıp siyasal muktedirlere hizmet ettirilmesidir. Batı dünyasında Ortodoks ülkelerin din-devlet işbirliğinin yöntemidir. Ancak burada devlet dine baskındır; din, devletin egemenliğini sağlama alan bir araçtır. Katolik dünya ise Şiilere benzer. Onlarda da din sınıfı devlete hükmeder. Her ikisi de Muhammedi uygulamalarla çatışan yöntemlerdir. Çünkü Medine Sözleşmesi din devlet eşitliği ve birlikteliğidir. Türk-İslam sentezi dinin sivil ve bağımsız yanını yok edip tarihteki Tanrı-krallık modellerinde olduğu gibi Muaviyeci/Emevici bir modelin savunulmasıdır. Bu sentezlerde kutsanan bir devlet ve devlete hizmet eden bir din vardır. Türk-İslam sentezi Hıristiyan Ortodoks dünyanın İslamlaştırılmış din-devlet zihniyetidir. Kur’an’ı dikkate aldığımızda dini düşünce siyasal güçlerin emrine giremez, vicdanları kontrol eder, ilkeler getirir, siyasal sistemlere karşı vicdani hareketler doğurur, yönetim ilkeleri ortaya koyar; devleti değil adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, barış, paylaşım, emek, direniş, dayanışma, çoğulculuk, ortaklaşa karar verilen bir yaşam düzenini amaçlar. Türk-İslam sentezciliği muktedirler tarafından evriltilmiş dindarlık modelidir. Dönüştürülmüş dindarlık türü olduğundan kızılelmacıların çok hoşuna gider. Onların “Yarım elma, gönül alma; dinsiz olma ama dinden de geri kalma” anlayışlarının ideal iman tarzlarıdır.
Geçmişin kızılelmalarına ayakçılık yapan siyâsetnâme, mulûk, ahkâmu’s-sultâniye kitapları; muktedirlerin halk üzerindeki iktidarını yücelten ve din kılıfına sarılan politik çıkar kitaplarıdır. İçeriği ve amacıyla Kur’an siyasalına cephe alırlar. Geçmişin Arap-İslam sentezciliğinin ideolojik temelleri ve mezhepçi hedefler bu tür kitaplar sayesinde halkı uysal koyuna dönüştürmüştür. Uysallaşan halklar da kızıelma, îlâ-yı kelimetullah, Allah yolunda cihat, şehadet şerbeti içme aldatmalarıyla hırsız ve hırslı muktedirlerin nalları altında ezilmişlerdir.
İslâm’ın “Kızıl Elma”sı Kur’an’da dört kavramla anlatılır:
- Ümmet-i Vâhide: Siyasal, ekonomik, hukuksal ve toplumsal anlamda tüm inanç, ideoloji, soy ve kültürel aidiyet farklılıklarının uyumlu birliktelik içinde yaşandığı düzen demektir. Bu düzende ülke, mahalle, dil, mabet, ritüel ayrımı yoktur. Halklar ve bireylerin mutlak eşitliği esastır. Sınıf, sınır eşitsizliklerinin olmadığı bir dünya kurma ütopyasıdır. Kur’an’a göre insanlığın temeli böyleydi ve dinlerin amacı bu sosyal düzeni yeniden kurmayı başarmaktır.[23]
- Millet-i İbrahîm: Sevgi ve acımayı bayrak edinmiş millet anlamıyla elçi İbrahim’in kişiliğinde sembolleşen inanç ilkelerine bağlı topluluklar demektir. Bir soy egemenliği, Türk’ün cihan hakimiyeti tezi değildir. Aynı iman değerlerinde birleşen halkların tek millet olma bilincidir. Bu durumda Türk Kürt’e, Arap Fars’a, Hintli Malay’a karşı egemenlik tutkusu içinde olmaz; eşit ve adil bir düzenin parçaları olur. Çünkü millet olma İbrahim değerleri üzerinde gerçekleşecektir; Türkçülük, Kürtçülük ve Arapçılık üzerinde değil. Türk, bir kavimden gelmeyi belirten tarihsel kimlik olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Ancak Kur’an değerleri ve Allah’ın bizlere layık görerek verdiği Müslim/Müslüman (barışçı) kimliği[24] en gerçek ve en üstün kimliğimizdir. Kızılelmamız da sevgi, acıma ve barışı yeryüzüne yaymaktır.
- Cennet: Tüm İbrahimi kitaplı dinlerin ortak mefkûresidir. Kur’an tarandığında belli haller ve ortamlar cennet olarak betimlenir ve insanlığın getirilmesi gereken yaşam düzeyi olarak sunulur. Cennet huzur içinde uzanıp dinlenebilme, istediği meyve ve içeceği istediği an yanında bulma; gözleri sadece kendilerini gören, gözlerinin içine bakan ve gözü dışarıda olmayan eşe sahip olma; sevgi dolu, özgür, eşit ve adil bir yaşam sürme; güzel, faydalı ve estetik konuşmalar yapma, şırıl şırıl akan pınarların içinde olma; sevinç ve huzura kaynaklık eden yüksek yerlere kurulmuş mekânlarda oturarak sevinç ve huzurla dolma; dolup dolup boşalan kadehlerden içme, serilmiş halılar ve sıra sıra yastıklar arasında keyif sürme; hem yürekten bağlı hem de fiziksel ve psikolojik bakımdan birbirine denk eş sahibi olma; görkemli ağaçlar ve üzüm bağlarıyla donanmış bahçelerde yaşama; alt tarafından ırmaklar geçen bahçelere yerleşerek oralarda altın künye ve bilezikler takma, incilerle süslenme ve ipek elbise giyme; özgürlükleri sınırlandırmama, güzel sözlere uyma, sözün güzelinin peşinden gitme, açıktan söylenebilen veya söylenemeyen düşüncelerin sadece iyi olanına ilgi duyma; eşiyle birlikte özgürlük, eşitlik, barış, kardeşlik ve adalet düzenini yaşama; bitmez tükenmez bir üstünlük kurma tutkusu ile söz geçirme hevesi ve egemenlik kurma saplantısından uzak durma; uçsuz bucaksız mal biriktirme hırsından kurtulma olarak dillendirilir.
Cennet hiçbir soyun egemenliğinde olmayan, ulu mefkûrecilik saplantısı taşımayan, herkesin eşit hak ve imkânda yaşadığı, mutluluğu herkese ulaştırma amacı güden bir vahiy kızılelmasıdır.
- Dâru’s-Selâm: Barış yurdu demektir. Allah bizi barış yurdu kurmaya, savaşsız bir dünya var etmeye, silahları gömmeye, barış çubukları içmeye, dost ve kardeşlik içinde saygıyla yaşamaya, hukuka gerekli özeni göstermeye, her türlü güven ve güvence içinde olmaya, barışı zorlamaya, kavga ve çekişmeleri yok etmeye çağırmaktadır. Allah’ın tüm insanlığa çağrısı budur.[25] Yani Allah’ın kızılelma çağrısı barış yurdu kurmadır. Müslümanın ülküsü barış, mefkûresi barışla çevrilmiş bir dünyadır.
Kur’an’ın kızılelması ne lider kavim ne öncü millet ne önder ümmet ne de karizmatik başbuğ yolunda ölmektir. Tamamıyla ilkeler ışığında hayatı yaşanabilir kılan değerlerdir. Bunlar da adalet, eşitlik, kardeşlik, sevgi, acıma, özgürlük, yakınlaşma, paylaşım, emek, direniş, dayanışmadır. Müslüman bu değerlere teslim olup onları içselleştiren, mü’min bu değerlere yürekten güven duyan ve kendisine bu konuda güven duyulandır.
Kur’an’ın kızılelması arasında Türk’ün cihan hakimiyeti, İngiliz’in dünya egemenliği, Yahudilerin Arz-ı Mev’ûd’u,[26] Evangelistlerin Tanrı Krallığı yoktur. Pan-Slavizm, Pan-Türkizm, Pan-Amerikanizm; nüfus kâğıdındaki islam kimliği taşıyanların birliği anlamına gelen Pan-İslamizm Kur’an’ın kızılelması olamaz. Sevgi medeniyeti, saygı uygarlığı ve barış ülküsü dışındaki tüm kızılelmalar bâtıl,[27] mekruh[28] ve merduttur.[29]
Fetih dert, sıkıntı ve kederi kaldırma anlamında gönlü açma, kalbi ferahlatma, mutluluk getirme; kapalıyı açma; mal, para, altın, gümüş gibi şeyler vererek yoksulluğu bitirme; bilginin kapısını açma, bilinmeyeni herkesin bilgisine açma; kararı açığa çıkarma; yol açma, kapı açma, fırsat tanıma, imkân verme; zoru aşma anlamlarına gelir.
Fetih öldürme ve savaş yoluyla bir yeri ele geçirme değildir. Zorunlu durumda zulmü kaldırmak için zalimin silahlı gücünü yok ederek adaletin kapısını açmak da fetih olur. Ancak savaş savunma ve korunma koşulları doğduğunda ahlakileşir, yoksa saldırıp toprak elde etme yöntemi fetih değildir. Zulüm bölgesini adalet beldesine dönüştürmek için savaş yoluyla kapıyı açmak saldırı tehlikesi üzerine meşrulaşır. Saldırıya karşı savaşmak fetih değil savunma hakkıdır. Bir yurt veya şehri savaşarak ele geçirmeye Kur’an fetih dememektedir. Kur’an’ın fetih anlayışı bambaşkadır. Mekke fethi tanımlaması da doğru değildir.
Bir davada hiçbir kapalı yönün olmamasına, davanın tüm seyrinde şeffaf olmasına “feteha’l-gaziyye(te)” denir. Araplar her zaman açık olan kapı, hiçbir zaman kapanmayan kapı derken “bâbun futuhun”; elbisenin genişletilmiş koluna ve geniş kollu elbiseye “kummun futuhun”, açma aracı olan her türlü anahtara fetih sözcüğünden türemiş olan “miftah(un)” derler.[30] Fetih, iki şeyin arasında kalanı ortaya çıkarmak için iki şeyin arasını ayırma/açmadır. Fâtih, adalet-zulüm, barış-savaş, özgürlük-baskı, hukuksuzluk-hukuk çelişkisini ayıran; adalet, özgürlük, barış ve hukuk yollarını açan demektir. Yağmur, toprakta gizlenmiş bitki ve canlıları ortaya çıkardığı için “fetûh” diye adlandırılır. Araplar kapının açılmasına “fethu’l-bâbî”; anlaşılmayan bir şeyin anlaşılır yapılmasına “anlamaya yol verdi, anlaşılmaya yol açtı” manasında “feteha ile’l-ma’nâ fethan” derler.[31]
Fetih, kapalı olan bir şeyi açma temel anlamı yanında Yemenlilerin dilinde yargı anlamına gelir. Yemenlilerde fettâh ve fâtih, hüküm veren, yargı kararı veren, hâkim/yargıç anlamlarına gelir.[32]
Elçi Muhammed ve arkadaşları, H.6’da savaşmanın yasak aylarından olan Zi’l-Kâde’de[33] Mekke’de hac yapmak için ihrama girdi, yanına kurbanlıklarını aldı. Ancak Mekkeliler haram aya rağmen iki yüz kişilik süvari birliği oluşturarak Müslümanlar üzerine gelmek üzereyken Müslümanlar Mekke’ye 17 km. mesafesi olan ve Cidde-Mekke yolu üzerinde bulunan Hudeybiye’ye gittiler. Osman’ı Mekke’ye göndererek amaçlarının hac yapmak olduğunu belirttiler. Osman gittikten sonra Osman’ın öldürülmüş olacağı fikri yaygınlaşınca Peygamber herkesin savaşacağına dair söz aldı. Buna biatu’r-rıdvân[34] dendi. Fakat Osman’ın öldürülmeden Hudeybiye’ye dönüşünün ardından Mekkeliler, elçi Muhammed ve arkadaşlarının Medine’ye dönmesi için Alkame adında birini gönderirler. Alkame onların ihramlı olduklarını görünce bir şey demeden döndü; ama Mekkeliler tacizi sürdürdü. Bu sırada Mekkelilerin önce kırk kişilik sonra da seksen kişilik müfreze bölükleri Müslümanlar tarafından tutsak edildi, ama serbest bırakılıp Mekke’ye gönderildi. Elçi ve dostlarının niyetlerini çözen Mekkeliler başında Süheyl bin Amr’ın olduğu üç kişilik bir heyet göndererek anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmaya mekânından dolayı Hudeybiye Barış Anlaşması denir. Buna göre:
- On yıl savaş yapılmayacak.
- Mekke’den kaçanlar iade edilecek, Medine’den kaçanlar iade edilmeyecek.
- Mekke ve Medine dışındaki kabileler istedikleriyle anlaşma yapabilecek, bu nedenle düşman kabul edilmeyecek.
- Hac yapılmayacak, gelecek yıl üç günlüğüne umre yapılacak. Bu sırada Mekkeliler Mekke’den çıkacak, Muhammedilerin üstünde yolcu kılıçları dışında bir şeyleri olmayacak.
Hudeybiye süreci on dokuz gün sürdü. Anlaşma üzerine Peygambere sahabeden pek çok itiraz geldi. Fakat bu anlaşma Mekke lehine görülse de Medine’nin bir güç olarak kabul edildiğini gösterir. Yani anlaşmayla Medine’nin tanınmazlık rolü bitti. Barış ortamı başladı, duygusal ve fiziksel yakınlaşmanın kapısı açıldı. Gücün sözü bitti, sözün gücü meydana çıktı. Hayber belasının def edilmesi için Mekke tehlikesi devreden çıkarılmış oldu ve üç ay sonra Hayber üzerine yüründü. Çevre kabileler üstündeki Mekke karizması çizildi. İki yıl içinde Müslüman olanların sayısı iki kat arttı. Medine’ye alınmayan Müslümanlar Mekke-Medine arasında üs kurup Mekke kervanlarına zarar veren silahlı örgüt kurunca Mekkeliler ikinci maddenin kaldırılmasını istediler. Daha sonra da anlaşma ikinci yılını tamamlamadan anlaşmayı bozdular. Bunun üzerine saldırı ve savaş tehdidi oluşturan Mekke’ye girildi. Mekke’ye girerken kan dökmemeye azami gayret edildi.
Fetih suresi Hudeybiye Barışı’nın ardından dile getirildi. Fetih suresi, yapılan anlaşmayı fetih olarak değerlendirir, bir savaşı ve onun sonucunu fetih olarak nitelendirmez. İlgili surenin ilk ayetini serbest tercüme ve antropolik çeviri bütünlüğü içinde Türkçeleştirirsek şöyle bir gerçeklik ortaya çıkar:
[35]Ey Muhammed! Allah’ın verdiği vicdan, akıl, sağduyu ve olumlu strateji sayesinde gerçekleşen Hudeybiye Barış Anlaşması sonucunda hiç şüphesiz önünde yepyeni bir açılım gerçekleşti. Mekke’nin duvarları yıkıldı. Dert, sıkıntı ve kederin gitti, için açıldı, kalbin ferahladı; önüne fırsat doğdu, önyargı kapısı kırıldı, yolundaki engel kalktı; ambargo delindi, kılıçlar kınına girdi, kan dökülmesi durduruldu. Medinelilerin de maddi varlığa ulaşmasının ortamı doğdu.[36]
Yukarıdaki ayet çevirisi maksadı dikkate almış bir çeviridir ve ayetin fetihten ne anladığını apaçık ortaya koymaktadır. Müslümanın kızılelması için gerekli olan fetih barış anlaşması yapma, kavga ve savaşı durduracak ortam hazırlama, birbirini dinleyen ve anlayan vicdan sahiplerinin sayısını artırma, birbirinden uzaklaşanları yakınlaştıran köprüler kurmadır. Yoksa ülkelere girme, kadın ve kızları cariyeleştirme, mülke çökme, halkları istekleri dışında yönetme, şehri üç gün talan etme, girilen yerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını yeme, halkı zoraki vergiye bağlama değildir. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı; Roma, Bizans; Mısır, Sasani, Pers artığı fetih anlayışları ve kızılelma hülyaları İslam’ın fetih kabulü ve kızılelma ülküsü olamaz.
[1] Mefkûre: İdeal, büyük fikir, ideal düşünce
[2] Asabiye: Damar, soy, birleştiren sebep, amaç birliği
[3] Vahdet: Birlik
[4] Safvet: Temizlik, saflık, duruluk
[5] Tûrân: Hazar’ın doğusundan itibaren tüm Türk boylarının yaşadığı bölge. Büyük Türk birliğini kasteder.
[6] Allah’ın sözlerini yayma
[7] Mantalite: Anlayış
[8] Kompleks: Karmaşık, karmaşa, bileşik, hemen kavranamayan, farklı bölümlerden oluşmuş bütün, düşünce karışıklığı, takıntılı düşünce
[9] Âl-i İbrahîm, 95
[10] Amel-i sâlih
[11] Metâ: Geçerli görüş, ticari mal, kabul edilen fikir
[12] Kripto: Dini ve politik görüşünü gizleyen, gerçek kimliğini saklayan
[13] Münkir: İnkârcı, gerçeği yalanlayan, aydınlığı karartan
[14] el-Müfredât, m-l-k maddesi
[15] Mâide, 20
[16] Siyasal güç ve egemenlik Allah’ındır./Zümer, 6
[17] Mu’minûn, 116
[18] Bilâd, buldân (çoğulu)
[19] el-Müfredât, b-l-d maddesi
[20] Mülk Allah’ın’dır, yönetim toplumundur, egemenlik halkındır
[21] Tin, 3
[22] Ey insan ailesi
[23] Hûd, 118
[24] Hac, 78
[25] Yunus, 25
[26] Nil-Fırat nehirleri arasındaki vaad edilmiş topraklara egemen olma
[27] Bâtıl: temelsiz, çürük, dayanaksız, direksiz, asılsız, geçersiz
[28] Mekruh: İğrenç, tiksinti uyandıran
[29] Merdut: Reddedilmiş, dışarı atılmış
[30] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, F-T-H Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007
[31] Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûg fi’l-Luğa (Farklar Sözlüğü), Fasl ile Feth Arasındaki Fark, İşaret Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2017
[32] Hakkı Yılmaz, Kur’an’daki Önemli Sözcük ve Kavramlar, Fetih Maddesi, Nergiz Yayınları, İstanbul, 2017
[33] MS. 13 Mart 628
[34] Rızaya dayalı söz verme
[35] Fetih, 1
[36] İnnâ feteh-nâ le-ke fethan mübiynen