Yürekten dindar bir müslüman aileden dünyaya geldim. Namaz, oruç vs. gibi ibadetlerimizi titiz bir muntazamlıkla yerine getirirdik. On yaşımdayken Kur’an’ın tamamını ezberimden okuyabiliyordum.
Anne ve babamın, kişiliğimin ve ilk inançlarımın şekillenmesinde belirleyici bir etkisi vardı. Annemden dürüstlük, şevkat, kanaatkârlık, sebat ve hepsinin üstünde, sevgi gibi faziletleri öğrendim. Babam geleneksel İslam düşüncesiyle eğitilmiş bir din alimi idi. Modern eğitimi hem inanç hem de ahlâk için bir zehir olarak gören o zamanın geleneksel İslam bilginlerinin çoğunun aksine o, İslam’ın modernite ile hem bir tehlike hem de bir fırsat olarak yüzleşmesi gerektiğine kâni idi. Aynı inancı şu güne kadar babamla paylaşmaktayım. 1933’te ata yurdumuzdan şu anda Kuzeybatı Pakistan’daki “Bahçeler ve Üniversiteler Şehri” denilen Lahor’a taşındık. Orada modern bir Üniversiteye gittim; evde ise babam, Kuzey Hindistan’daki Deoband Medrese’sinde aldığı, geleneksel İslamî eğitimi/düşünceyi bana aktarıyordu. Doktoramı aldığım ve peşinden de Durham Üniversitesi’nde hocalık yaptığım İngiltere’ye gittikten sonra, almış olduğum modern eğitim ile geleneksel eğitimim arasında bir çatışma doğdu. 1940’lı yılların sonlarından 50’lerin ortalarına kadar, felsefe çatışmalarımın sebep olduğu, yoğun bir şüphecilik yaşadım. Geleneksel inançlarımı darmadağın etmişti. 1956’da Prophecy in Islam adlı bir eser yazdım; orada geleneksel İslam kelamcılarının görüşleri ile dinin mahiyeti hakkındaki kuramlarını Yunan felsefesinin öncüllerinden hareketle oluşturan müslüman filozoflar arasındaki belirgin ihtilafları inceledim. Filozoflar aklî olarak zeki, delillendirmede çok başarılıydılar; ama onların Tanrı’sı cansız bir ilke olarak kalmaktaydı: hem kudret hem de sevgiden yoksun zihinsel/aklî bir kurguydu bu Tanrı. Aklî açıdan daha az hünerli olsalarda, kelamcılar dinin Allah’ının dualara karışılık veren, insanlara hem birey hem de topluluk olarak yol gösteren ve tarihe müdahale eden capcanlı ve yaşayan bir hak/hakikat olduğunun adetâ insiyakî olarak farkındaydılar. “O konuşuyor ve davranışta bulunuyor”du. İbn Teymiye’nin veciz biçimde ifâde ettiği gibi. Filozofların yanlış yönde gittikleri kanaatine vardıktan sonra, İslam’ı anlamak için taze bir şevkle “yeniden doğdum”. Fakat bu İslam neredeydi ki? Onu babamdan öğrenmemiş miydim? [Evet öğrenmiştim] ama babam bana on dört asırlık bir geleneği aktarmıştı ve benim şüphelerim bu geleneğin bazı önemli unsurlarına yönelikti zaten. Sonra şunu kavradım: Müslümanlar inançlarının, hukuklarının ve maneviyatlarının -Peygamber Muhammed’in aldığı vahyin somutlaşımı olan- “Kur’an’a dayandığını” iddia edegeliyorsalar da, Kur’an hiçbir geleneksel eğitim kurumunda bizzat kendisi vasıtasıyla değil, hep tefsirler yardımıyla öğretilmişti. Kendi başına Kur’an’ı ve Peygamber’in hayatını inceleyişim, Kur’an’ın manasına ve hedefine dair yeni bir görüş kazandırıp geleneğimi yeniden değerlendirme imkani verdi bana. Çok geçmeden vardığım yargı şu oldu; gelenekler büyük kafaların ve zihinlerin yaratıcı düşünsel faaliyetleri için yollar göstermeleri bakımından yaşayan dinler için kıymetli olmakla birlikte, o dini1insanlığın diğer kısmından fiilen soyutlayan şeylerdir. Netice olarak; bütün dinlerin2 sürekli canlandırılması ve yeniden şekillendirilmesi fikrini taşımaktayım. Kur’an ısrarla, ilâhî rehberliğin bütün insanlara geldiğini, tek bir toplumun özel mülkü olmadığını söyler. Ve o, birbirlerini karşılıklı olarak dışlayan ve karşılıklı çatışan dinleri kesinlikle bir tür çok tanrıcılık olarak telakki eder. Hakikat üzerinde mülkiyetçi/tekelci iddialarda bulunan yahudileri reddeder ve hıristiyanları da azarlar. Ama aynı zaman da müslümanlara da ilahî mesaja sırtlarını dönmeleri halinde “sizin gibi olmayacak başka bir toplumu getireceği” uyarısında bulunur. Bundan dolayı müslümanlar ilahî vahiylerin tümüne; sadece Kur’an’a ve diğer Sami dilinde vahyedilen kitaplara değil” Allah’ın vahyetmiş olduğu her kitaba” inanmakla emredilmişlerdir. Ama oluşumunun ilk merhalesinde müslüman toplumu kendisinin yanılmaz olduğunu ilan etmeye sürüklenmiştir.Benim inancımın bütün yapısı Kur’an’ın öğretisine dayanır. Şimdi Kur’an’ı yakından incelediğimizde görürüz ki, Kur’an’ın Allah’ı da isbat edilmesi değil “keşfedilmesi gereken” bir varlıktır. [Bunun en önemli adımı olarak şu sorulmalıdır:] Salt hiçlik değil de niçin şu varlık çokluğu mevcuttur? Bu acil ve önemli soru kesin bir cevap gerektirir. Allah Kur’an’da zorunlu telakki ediliyor ve Allah terimi 2500’den fazla geçiyorsa da -ki diğer isim ve sıfatları hariçtir- Kur’an’ın ana hedefi insanların yapıp etmelerinde yol göstericiliktir. Kur’an’ın ilk ve son vurgusu hem bireysel hem de toplumsal olarak insanın davranışlarıdır. Allah’a iman elbette temelde yer alır; ama O’nun mahiyeti tartışmalarına yanlış yere sevk etmek için değil, insanın kişiliğinin bütünlüğünü korumak ve geliştirmek için: “Allah’ı unuttukları için, sonunda Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olamayın.” [59:19]. Kur’an’ın Allah’ı “bir insan ile o insanın kendi kalbi” ve aynı zamanda, insan ile insan arasına girer; çünkü” Üç kişinin hiçbir araya gelişi yoktur ki Allah dördüncü şahıs olmasın; ne de beş kişinin buluşmasında altıncı şahıs O olmasın. Ve ne de Allah’ın olmadığı daha az veya daha fazla kişinin birlikteliği vardır” [58:7]. ‘İslam’ Allah’ın emrine uyarak “güvende, sağlıklı ve bütün olmak” anlamına gelir. Allah’ın emrine uyan şahıs bir Müslim’dir (Allah’a teslim olan). Kur’an tüm doğaya “müslim” der; çünkü tabiat, kendisine yerleştirilen Allah’ın emrine /yasalarına göre hareket eder. İlahî emrin yerleştirilmesinden dolayı tabiat büyük, boşluksuz bir sistemdir; bir karmaşa (chaos) değil, bir düzendir (cosmos). Ama, tabiat otomatik olarak ilahî emre uyduğu için (muslim), Allah doğanın islamı (Allah’a itaati) ile tatmin olmayıp kendi iradesiyle/ihitiyari müslim olsun diye insanı-sorumluluğun tek odağı ve Allah’ın yeryüzündeki yardımcısını3 yaratmıştır. İşte tam da bu gaye ileydi ki; “yerküreden adaletsizlikleri kaldırıp onun işlerini düzene koyacak” ve sağlam bir ahlâk temeline dayalı toplumsal bşr düzen kurmak için “iyiye yönlendirip kötülüklerden sakındıracak” bir “Müslim (Allah’ın emrine teslim olmuşlar) Toplumu” kurulmuştur Kur’an tarafından. Şimdiye kadar söylemiş oldukalarımın hepsi şuraya varır; Tek Allah ve tek insan. Kur’a’ın 610’da başladığı ve 632’de kendisiyle sona erdiği biricik davet budur. Kur’an Mekke Araplarının çok tanrıcılığına karşı çıktığı kadar, adaletsizlikle kokuşmuş Mekke ticâret toplumundaki fecî sosyo-ekonomik dengesizliğe de karşı koyuyordu. Bundan dolayı o, cemiyetin yoksullar, yetimler, kadınlar ve esirler gibi ezilmiş kesimlerine yerden kaldırmak üzere sürekli ve yoğun bir çabada bulunmuşutur. O, ırk, renk ve benzeri farklara dayandırılan bütün ayrım ve ayrımcılıkları ilgâ etmiştir: “Sadece birbirinizi teşhis amacıyla sizleri farklı kavimler halinde yarattık; yoksa, Allah nazarında en iyiniz, en fazla sorumluluk duygusuna (takva) sahip olanınızdır” (49:13). Yukarıda bahsedilen, ‘yerküreyi ıslah edip düzene koyma’ görevinin tarihsel islam tarafından yerine getirilmediği aşikardır. İslam’ın ilk dönemlerinde şaşırtıcı bir hızla meydana gelen fetihlerin sonucu olarak öyle çok sayıda esirler ve esir kadınlar müslüman şehirlere doldurulmuşlardır ki, Kur’an’ın toplumsal-siyasi tüm planları engele takılmıştır. Bunun yanında; Kur’an’ın bir ahlak düzeni kurma hedefi bir gün İslam’a dışardan dayatmalı bulunan bir kültürler karşımı dalgası altında boğulmuştur. İslam toplumu büyük hızla ama büyük bir bedel ile genişlemiştir. Bu demek değildir ki İslam tarihi tam bir başarısızlık tarihidir; çünkü müslümanlar yükseliş devrinde gerçekten harikulâde olan bir medeniyet kurmuşlardı. Özellikle İspanya ve Orta Doğu’da müslüman yönetimi altında müslümanlar, hıristiyanlar, yahudiler, mecusiler ve diğerleri bilim, felsefe, edebiyat ve tıbda düşünsel bir kültür oluşturmak için ortak hareket etmişlerdir ki, bu kültür muhteşem, çok uluslu ve çok dinli idi. Meselâ, bilgili her yahudinin kendisiyle kıvanç duyduğu Musa b.Meymun (Haçlı seferlerinin başındaki Arslan Yürekli Rişar’ın müslüman rakibi olan) Selahaddin Eyyûbi’nin saray hekimi idi. Buna dair çok sayıda başka örneklerde vardır. Durum her ne olursa olsun, benim içtenlikle inandığım şey, biz müslümanların, Kur’an’ın görüş ve gayelerine tarihin enkazı altından yeniden canlandırmayı kendimize ve tüm dünyaya borçlu olduğumuzdur. Çünkü Kur’an’da gerçek ve ideal yan yanadır. Bu konuda kendime düşen katkıyı Devlet Başkanı Eyüp Han’ın daveti üzerine Pakistan’da bulunduğum zaman diliminde (1961-68) ifâ ettim. Kendisi tarafından, İslam’ın ilkelerine sadık ve modern dünyanın değişen şartları içerisinde tatbik edebilmek için yeniden yorumlanacak olan dini politikalar konusunda hükümete tavsiyelerde bulunmak üzere kurulan İslamî Araştırmalar Enstitüsü’nün başındaydım. O zamanlar Pakistan felaket şekilde yoksuldu; dolayısıyla, yoksulluk onun başta gelen ahlakî sorunuydu. Bu kötü durumu düzeltmek için servet yaratılmalı, sonra da ulus arasında hakkaniyetle paylaştırılmalıydı. Buna uygun olarak ben İslami gerçeklere dayanarak hükümete ve umumî topluma tam da bunu tavsiye ettim güçlü şekilde. Bu modern teknolojinin -Batı’dan ithal edilen teknolojinin- geniş boyutlu girişi demekti. Fakat [bir tehlike vardı;] Batı’nın kendisi, teknolojisinin ve ona eşlik eden bilimleri geliştirirken insanî ve ahlâkî değerleri ortadan kaldırmaya tehlikeli biçimde yaklaşmıştı. [Ahlâkî değerlerden soyutlanan] Salt teknolojinin baskısı altında insanın görüş açısı öylesine daralır ki gündelik yaşar durur ve Kur’an’ın kullandığı kelimelerle “öteyi/sonrasını” gözden kaçırır, böylece de insanın tüm davranışları anlamını ve “bütün değerini/ağırlığını kaybeder” .Böyle bir insanın öncelikleri yer değiştirir ve karışır. O önce atom silahları üretip, onları yığar ve ancak bundan sonra bunların sonuçlarını düşünmeye başlar. Yerkürenin işleri gittikçe daha karmaşık ve tehlikeli şekilde çözümsüz hale gelirken, o Ay’a uçar. İranlı Şair Firdevsi’nin demiş olduğunu diyesiniz gelir:
Yeryüzünün işlerini iyice hallettin mi ki
Kendini gökler ile meşgul etmeye başladın?
Bu nedenle bir yandan Pakistan devletini ve halkını çıplak teknolojinin gizli tehlikelerine karşı uyarırken, bir yandan da tavsiyelerimiz, yayınlarımız ve konferanslarımızla bu teknolojinin alınma gereğini vurguladım. Bu ve benzeri ihtilafların birikimsel bir sonucu olarak; 1968 yazında görüş ve fikirlerime karşı geniş çaplı huzursuzluk ve rahatsızlıklar patlak verdi. O yılın Eylül ayında istifamı sundum. Altı ay sonrada Eyüp Han hükümeti düştü. 1969’dan beri, İslam Düşüncesi profesörü olarak mensubu bulunduğum Chicago Üniversitesi’nden Kur’an’ın mesajını yaymaya çalışan kitaplar ve makaleler neşretmekteyim. Geçen bu on beş yıl boyunca tarafımdan ve benzer düşüncedeki insanlar tarafından savunulan fikirler çeşitli ülkelerdeki, gittikçe artan sayıda, müslüman düşünürler (aydınlar) üzerinde görülür bir etkide bulunmaktadır. Çok yakın bir zamanda (1985) Endonezya hükümetinin davetiyle İslam’ın ortadaki durumu değerlendirmek için bu ülkeye ziyarette bulundum ve özellikle, modernite ile daha yaratıcı bir tarzda yüzleşmeye çalışan yüksek İslâmî Eğitimin yeniden düzenlenmesine yönelik tavsiyeler serdettim. O sıralarda tutucu İslâm, İran, Pakistan ve Sudan’da hükümetlerin resmi politikası haline gelmişti. Şu anda İslâm keskin şekilde parçalanmış haldedir ve aşikar bir geçiş dönemi içerisindedir. DİPNOTLAR:
En sert tepkiyi tutucu dindarlardan gördüm; Bu tepki kadın hakları ve aile hukukunun yeniden düzenlenmesi konularında odaklanıyordu. Ortaçağlardaki İslâmî oluşumlar boyunca kadınların hakları sürekli ihlal edilmiş, günümüze kadarda devam etmiştir. Bir kadın boşama hakkını bile kullanamıyordu; halbuki Kur’an daha ilk günden itibâren ona bu hakkı vermişti. Batı’daki mevcut feminist hareketlerin müslüman kadınlar için model oluşturamayacağına inanıyorum; ve yine inanıyorum ki bu Batı fenomeni, Batılı kadınların -müslüman hem cinslerinden daha kötü olan- orta çağdaki durumlarına şiddetli bir tepkidir. Ama, müslüman kadının zulme varan feci yoksunluklarla malül kaldığıda inkâr edilemez. Durum hala acil bir düzeltmeyi gerektirmektedir. Eyüp Han hükümetince 1961’de yürürlüğe konulan ve İslam Aile Hukuku’nu yeniden düzenleyen yasayı bütün kalbimle savundum ve destekledim.
Ama [bu geçiş döneminde] ortaçağ tutuculuğu günümüzün sorunlarını çözmek için gerçek, yeterli ve etkili cevaplar sunamamaktadır. Bu tutuculuk, büyük ölçüde, Batı sömürgeciliğine bir tepki gibidir. Bundan dolayı ben, Kur’an’ın saf İslâm’ının nihaî başarısından eminim; zira bu İslâm taze, vaatkâr ve gelişmecidir. Ama, şu andaki engellemeciliğin mezara gömülmesi için biraz daha zaman ve büyük bir çaba gerekmektedir. Hayatımın geri kalan yıllarında faaliyetlerimin odağı bu hedefin gerçekleştirilmesine yönelik olacaktır.
* “An Autobiographical Note” The Caurage of Conviction, ed. Philip L. Berman, New York: Ballantine Books, 1985. 1. Metin’de “that tradition” yazmaktadır; bağlama bakılınca “o dini” olarak anlaşılması daha uygun görünmektedir. Yani; gelenekler ‘dinin tek anlaşımı’ haline gelip başka zaman ve mekanların din anlayışlarının önünü kapamaktadır.
2. “All religious traditions”ın da böyle çevrilmesinin uygun olduğu fikrindeyiz. (Ç.N.)
3. Bu bağlamda genellikle “halife” terimi kullanılır, ama kastı daha iyi ifâde ettiği için “yardımcısı” demeyi uygun gördük. Kaldı ki metinde de “to assist” fiili kullanılmaktadır (Ç.N.).
Prof. Dr. Fazlur Rahman, İslâmî Yenilenme/Makaleler III , Çev.: Adil Çiftçi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2002.