Orta ümmet olmanın fikir planındaki karşılığı insanlık tarihinin birikimlerinden süzülüp gelen teorik bileşkeyi -şimdiki zamanda anlamlı bir yaşam kurmak için- oluşturmaktır. Tarih bize bunu inşa edecek eşsiz bir ufuk sağlar. Çünkü tarih yenilgilerin ve yanılgıların deposudur aynı zamanda. Tarih bilinci bu büyük arşivden geleceği yaratmak için önemli bir malzeme sunar.
Tarihten bu günü oluşturacak “temel ilkeler malzemesi” edinebiliriz; ama şimdiyi kuşatacak bütünlüklü mutlak doğrular bulamayız. Değilse tarihte herhangi bir kişiye, kuruma, ideolojiye taparcasına diğer her şeyi göz ardı ederek dayanmak hep trajedilere yol açmıştır. En büyük kişilerin, en görkemli dönemlerin bile tarihsel birikim olduğu unutulmamalıdır. Onun için tarihsel malzemeyi günümüzün üretim ilişkilerini ve bu düzenin şifrelerini bilerek kullanmak ve geçerliliğini yitirmiş alışkanlıkları ve teorileri terk etmek bunca karmaşanın içinde bizi yalancı fantezilerden, sığ dünyalardan kurtaracak çağımızın şahidi olan gerçek bir var oluş imkânı sağlayacaktır.
Yarım hakikatlerle oluşmuş sekter doğrulara bağlanmak yerine, entegrist saraylarda rehin alınmış ortak iyinin parçalarının birleştirmek jargonlarımızın zindanından çıkarak başkalarının inancına açılmak hem bereketli bir tartışmayı ve diyalogu sağlayacak hem de Allah’a inanmanın gereği olan insan gibi yaşamanın bütünlüklü programını oluşturacaktır. Zaten aşkınlık hiçbir zaman statükoya mahkûm olmamak, halin sapıklıklarına son verip bir gelecek yaratma imkânıdır aynı zamanda.
Garaudy’nin ifadesiyle, Allah’a inanmanın ebedi lanetlilerin olmadığına, geçmişleri kendilerini mahkûm edenler için bile bir gelecek bulunduğuna inanmak demek olduğunu düşünürsek, yeryüzünde halife olan insanın bugünkü piyasa düzenini aşma iradesini ortaya koyması var oluşunun en önemli dayanağıdır.
Piyasa Tektanrıcılığı Ve Tükenen İnsanlık
Bugün neo-liberalizmi oluşturan piyasacılığın felsefi temellerini atan “İngiliz Filozofları” Doğu Hint Adaları Şirketi’nin doğrudan ücretli teorisyenleri, kendi dönemlerinin imparatorluk ekonomisine sıkı sıkıya bağlı siyasetçiler olmuşlardır.
Kapitalizmin yasalarını doğanın yasaları olarak gören Hobbes(1588-1679)’ten; para birikimini temel alan devletler için zorunlu olan faizi öven ve “insan kazandığı oranda değerlidir ve mülke sahip olan kişi için kumarhaneye dönüştürülmüş olan bankaların oyununa girmeye hak kazanır” diyen John Locke(1632-1704)’a;1714’te “Arılar fablı”nda özel kötülüklerin kamu iyiliğine hizmet ettiğini savunan Mandeville(1670-1733)’ye; insanı yalnız haz peşinde koşan ve acıdan kaçan bir hayvan türü olarak gören ve “Faizin Savunması” isimli bir kitabı olan Bentham(1748-1832)’a; herkesin kendi kazancını düşünürse böylece görünmeyen bir el tarafından yönlendirilecek toplumun manfaatine hizmet edeceğini düşünen Adam Smith’e kadar tüm piyasacı düşünürler, Jamaes Mill, Malthus ve diğerleri güçlünün kazandığı bir dünyanın teorisini yapmışlardır.
Bu piyasacı görüşler kapitalizmin ana felsefesi olmuş; fakat Adam Smith’in toplumun hizmetine dönüşeceği rüyası gerçekleşmemiş, dünya açlığın, yoksulluğun arttığı kaynakların bir avuç tufeylide olduğu bir düzene yani Piyasa Tektanrıcılığına mahkûm olmuştur.
Çağımızda insan tüketen, haz peşinde koşan, yarışan, korkularla yaşamını kuran, gelecek kaygısı ile hemcinsi ile bitmek bilmez bir rekabette boğuşan, temel değerlerini yitirmiş, gösteri dünyasının yalancı sokaklarında anlamsızlaşan ve büyük kitleler için beteri temel ihtiyaçlarını gideremeyen veya gidermek için gece gündüz çalışan bir robota dönmüştür.
Bu dünya dinlerin çağırdığı dünyanın tam tersidir. Dinler eşitliği, güçlünün değil halkın hakim olduğu bir dünyayı vaz’eder ve insanın önündeki insan görünümlü olan ya da olmayan tüm putların yıkılmasını aynı zamanda insanın gerçekten insan kalabilmek için yaratıcılığını ortaya koyacak bir düzenin kurulmasını ister.
Azgın piyasacılığı görmeden “meşru servet” “helal zenginlik” kavramları ile sömürüyü meşrulaştıran kişileri biraz kapitalizm okumaya ve İhsan Eliaçık’ın yazıları üstüne derin-derin düşünmeye davet ediyoruz.
Determinizm mi Aşkınlık mı? İnsan Yüzlü Bir Sosyalizm
Öncelikle Batı büyüme modelinin sorgulandığı ve sosyalizmin insan, tabiat ve Tanrı görüşlerine dayalı diğer batılı olmayan biçimlerinden Çin, Hint, Afrika, İslam ve Latin Amerika sosyalizminden ilhamla, memleketimiz özelin de yerli bir sosyalizmin ve insan yüzlü bir geleceğin imkânlarından bahsedeceğiz.
Diğer sosyalizm görüşlerini Roger Garaudy’den özetlersek:
a) Çin Sosyalizmi
Mao’nun yarım yüzyıl boyunca siyasetini yürüttüğü Çin’de sosyalizmin kuruluş tarzından çıkan “davranış modeli” Batı tipi büyüme toplumunun inkâr edilmesidir. Mao egemen ülkelerin tasarlamış olduğu şekliyle büyümenin, ülkeler içindeki eşitsizlikleri çözemeyeceği tam tersine arttıracağını düşünmüştür.
Mao daha 1927’de, Emperyalizmin en güçlü kalelerine delicesine saldıran Şanghay ve Kanton işçilerinin katliamından sonra, Stalinci dogmayı tartışma konusu ediyordu. Bu dogmaya göre işçi sınıfının en güçlü olduğu yerde ilkin saldırıya geçmek gerekiyordu.
Daha 1948’den itibaren Sovyet modeli ile bağları kopararak, tarım sorunlarının çözümüne öncelik vermiştir.
1938 Ekiminde Merkez Komitesinin tüm üyelerinin hazır bulunduğu altıncı toplantısında Mao şöyle diyordu:
“Marksizmi “Çinlileştirmek” yani ona Çin’in özelliklerinin damgasını vurmak tüm partinin anlamak ve hemen çözüm bulmak zorunda olduğu bir sorun haline gelmiştir.Yabancıların basma kalıp formüllerine karşı kesin bir tavır almalıyız.Boş ve soyut nakaratları biraz daha az tekrarlamalıyız.Dogmatizmi bir yana bırakmalı ve onun yerini yeni ve canlı bir şeylerle, Çin’in sıradan insanlarının kulağına ve gözüne hoş gelen Çin üslubu,bir Çin tarzıyla doldurmalıyız”
b) Kızılderili Uygarlığından Kurtuluş Teolojisine Kadar Latin Amerika
Kızılderili’ye göre Batılı insan, kosmostan kopup ayrıldığı için tabiatı yağmalamaktadır; diğer insanlardan ve topluluklardan kopup tek başına kaldığı için de tarihin iki büyük felaketine yani özel mülkiyetle savaşa sebep olmuştur.
Batı tipi sosyalizm bu kötülüklere, mutsuzluklara son vermiyor, çünkü onun içine şu Kızılderili görüşü sinmemiştir: İnsan evrenle karşılıklı bağlılık, dayanışma içindedir ve tüm varlıklar birbirine tutkun bir topluluk oluşturur.
Regnaya şöyle diyor:
“Marksist komünizm insanı kozmik(evrensel) boyutunu hesaba katmıyor, kendini dünyadan tecrit ediyor. Eflatuncu bir Hıristiyanlık da aynı şeyi yapmamış,”Maddeyi hoş gör ruhunu kurtar” öğüdünü vermemiş miydi? İster Hıristiyan ister Marksist olsun, bu Batılı dünya görüşü ikiciliktir, evrenden ve toplumdan ayrılmadır; oysa Kızılderili dünya görüşüne göre her varlık, yaratılışının bir gereği olarak özgürce, evren ve toplulukla birlikte yaşamalıdır.”
Kızılderililerin manevi hayatının belirgin niteliği olan bu birleştirici, bütünleştirici, toplulukçu dünya görüşünden tam anlamıyla İnka’lara has sosyalizm biçimi doğar.
Yine Latin Amerika’da doğan Kurtuluş Teolojisi dar Marksizm’i aşan bir modeldir. Bunların ortak niteliği insan yüzlü bir kapitalizmin olmayacağı, buna karşılık sosyalizmde bir takım bozukluklar olsa bile, insan yüzlü bir sosyalizmin,insanın ilahi boyutlarını yani aşkınlığı ve sevgiyi hesaba katmamazlık etmeyen bir sosyalizmin var olabileceğini göstermektedir.
1971’de Din İşleri Kurulu için hazırlanmış iş dünyası ile ilgili bir belgede, Perulu piskoposlar şöyle yazıyorlardı: ”Hıristiyanlar, bürokratik, totaliter ve Allahsız olmayan, insancıl ve Hıristiyan olan bir sosyalizmden (yalnızca tercihte bulunabilirler değil) tercihte bulunmak zorundadırlar.”
Ağustos ve Eylül 1968’de Medillin’de Latin Amerika piskoposlarının hepsi şunları kesinlikle söyleyerek tavır alıyorlardı: ”Latin Amerika’da barış sadece şiddetin olmaması veya kanın dökülmemesi değildir (…) adalet barışın vazgeçilmez bir şartıdır (…) Sahip olduğu imkânlarla adaletten yana harekete geçmeyenlerle gözü peklik isteyen ve gerçekten etkili olan her türlü eylemin gerektirdiği tehlikeleri göze almaktan ve fedakârlıklara katlanmaktan korkarak hareketsiz kalanlar adaletsizliklerden sorumludurlar (…)
c) Afrika Sosyalizmi
Irkların ve insanların ansı Afrika, günümüze kadar Afrika Mısır’ında doğduğunu gördüğümüz doğulu maneviyatın nefesinin geçtiği, insanla dünya, insanla topluluk, görünür gerçeklikle görünmeyen gerçeklik arasında yaşanmış ilişkiyi muhafaza etmiştir.
Afrikalı insana tabiatın ayrılmaz bir parçası nazar ile bakar, Avrupalı da gerçeğe aykırı olarak buna “canlıcılık”(animizm) adını takar. İnsan ulûhiyetin bir kıvılcımıdır. Avrupalı bunu çok tanrıcılık ile karıştırır. İnsan, hayatı için zorunlu olandan yani topluma katılmaktan koparılıp alınamaz; oysa Avrupalı kalkıp bunu kişiliğin inkâr edilmesi diye yaftalar.
Afrika’ya özgü olan sosyalizmin anayasası geleneksel çekirdek topluluk olan Ujamaa’yı belli başlı üç niteliğiyle tanımlayan 5 Şubat 1967 tarihli Aruşa Bildirisi’nde açıkça belirtmiştir:
1. Karşılıklı alaka: Batı ferdiyetçiliğinin tersine, her Afrikalı şunun bilincindedir: Her biri ötekinin ayrılmaz bir parçasıdır.
2. Mülk topluluğundur, kişinin değil.
3. Çalışabilecek durumda olanlar çalışmak zorundadır.
Sosyalizme verilen görev, yetersizliklerin üstesinden gelmek, yoksul ve cahil bir kitleyi her bir kişinin herkesin geleceğinden sorumlu olduğu bir ulus haline getirmektir. Bu yeni sosyal dokunun esas hücresi genellikle, on aile veya on evden oluşan bir köydür; bunlar git gide özerk biçimde iş gören ve yönetilen yönetim çevreleri, bölgeler ve milli konseyler halinde toplanmışlardır, yani her karar merkezde değil de sorunların ortaya çıktığı düzeyde alınır.
Bunlara İslam Sosyalizmini ve onun önemli külliyatını ekleyebiliriz. Bu başka bir yazının konusudur. Şu kadarını söyleyelim ki, İslam’ın sınıf mücadelesi tarihindeki birikimi ufuk açıcı, orijinal ve çözüm üretecek bir imkana ve derinliğe sahiptir.
Ne yazık ki bugün İslamcı yazarların eskiye nazaran-ki eskiden kapitalizme bağlılık siyasi ahlak açısından utanılacak bir şeydi- dinen çare aradıkları konular, sermayesi olanların nasıl rahat edecekleri,banka faizleri,helal borsa yatırımları gibi mevzulardır. Tabi post-modern hülyaları unutmamak lazım…
“Oysa eskiden böylemiydi? Seyyid Kutup gibiler,”Toplumumuzda göğüs germekte olduğumuz sorunlar nelerdir? Sorusunu temel mesele olarak ele alır ve en başta “mülkiyet ve servetin dağılımındaki bozukluk” ve emek ücret dengesizliği” problemlerini der edinirlerdi” (Burhan Sönmez)
Bugün kapitalizmi müminin yitiği olarak gören çılgınlar vardır.
Eğer bugün piyasa insanın karşısında onu öğüten, parçalayan, korkular içinde ne yaptığını bilmez bir şaşkınlıkla onurunu ve hürriyetini yok eden bir heyulaya dönüştüyse; dindar için vazife dinin gayesi olan tam insanı oluşturmak önündeki bu engeli kaldırmaktır. Değilse unutulmamalı ki piyasacılığın hüküm sürdüğü yerde ne kök kalır ne gelenek, ne din kalır ne iman..
Piyasacılığa karşı topyekun insanı savunmak, insanın derinliğini, yaratıcılığını, sanatkârane yapıcılığını, imanı ve aşkı görmeyen-bilimin her şeyi halledebileceği sapmasıyla teorik bir mücadele sonunda bilimi insanlığın hizmetinde bir araç haline getirmek ancak insana gaye verecek aşkınlığı keşfetmekle mümkündür. Şu halde devrimin determinizme değil aşkınlığa ihtiyacı vardır.
Her türlü büyümeye tanrısal bir misyon yükleyen ve insanlığın geleceğini bu büyümenin içinden fışkıracak yeni bir toplum beklentisine indirgeyen anlayış eninde-sonunda kaba pozitivizme, bilimciliğe ve totalitarizme dönüşür.
“Marksizm’i teorik açıdan “ekonomik determinizm” şeklinde tanımlayabilmemiz mümkün değildir; oysa kapitalizm insanı yabancılaştırarak, ekonomiyi tarihin muharrik gücü haline getirmiş ve bütün toplumsal ilişkilerin düzenlemesini piyasanın eline bırakmıştır. Bütüncül ve totaliter bir determinizmin felsefi yayılışı ancak tutucu bir siyaseti temellendirebilir. Eğer gelecek şimdinin içindeyse ve ondan çıkartılabilirse o zaman yeni bir şey ortaya çıkamaz, hiçbir kopuş hiçbir devrim mümkün olmaz” (Roger Garaudy)
İnsan yüzlü bir geleceğin oluşturulması için, yaşamı anlamak için bize büyük olanak sağlayan Marksizm’i determinizme, pozitivizme, büyüme efsanesine hapsedemeyiz. Gelecek üretilen değerlerin eşit olarak paylaştırılmasını sağlayacak bir bürokrasi yaratmayla değil, her insanda eşitliği içselleştirecek bir imanla mümkün olacaktır.
İnsanlığın vicdanı ve şimdinin iyisiyle Allah’ın sözü arasında bir çelişki olamayacağına göre, her türlü insan yaratımını hesaba katarak örülecek ortak iyinin yolları, dar kimliklerden sıyrılarak bulunabilir. Kesin, mutlak, sekter doğrular üretmiyoruz. Ama kesin olan bir doğrumuz vardır: İnsan piyasa tanrısının her gün yeni bir azaba ve anlamsızlığa sürükleyen girdabından kurtulmalıdır.
“De ki: “Herkes (geleceğin kendilerine getireceği şeyi) ümitle beklemektedir; öyleyse siz de bekleyin, bakalım; çünkü kimlerin düz yolu seçtiğini ve kimlerin doğru yolu bulduğunu yakında göreceksiniz!” (Taha-135)