Bölge ülkelerinin kendi başlarına mahkûm olacakları katı güvenlikçi politikalar yerine işbirliği içerisine girerek kendi sorunlarını çözme konusunda işbirliğine yönelmeleri olacaktır. Bölge ülkelerinin işbirliği içerisinde iç sorunlarını çözme sürecine yönelmeleri durumunda bölge dışı faktörlerin sabotaj girişimleri minimize edilebilecektir.
Ortadoğu’da işgal ve iç çatışmalarla talan edilen iki sembol ülke vardır: Irak ve Suriye!
Şimdiye kadar bu ülkelerde olup bitenlerle ilgili bolca ölüm ve göç istatistikleriyle karşılaştık. Ancak şöyle bir istatistiki çalışmanın sonucu hep merak konusu olmuştur:
Mesela Iraklılara şöyle bir soru sorulsa ve dense ki işgal öncesi dönem yani zalimliğiyle ünlü Saddam dönemi ile Saddam sonrası yaşanan mezalim karşılaştırıldığında şu anki hal mi daha iyidir, yoksa Saddam dönemi mi daha iyiydi? Acaba verilecek cevapların oranları ne olabilirdi?
Aynı soru, kitlesel ölümlere maruz kalan, evini barkını bırakıp yabancı ellerde dramatik bir yaşam standardına mahkum edilen Suriye halkına sorulsaydı. İç çatışmaların başladığı dönem öncesini mi, yoksa çatışmaların başlamasıyla maruz kaldığınız yaşam koşullarını mı tercih ederdiniz sorusu karşısında perişan olmuş Suriye halkı nasıl bir cevap verecekti?
İtiraz, kavga ve çatışmalar insanlık tarihiyle eşdeğerdir. Peydahlanan sorunların makul zeminde çözüme kavuşturulamadığı ortamlarda kavga ve gürültüler kaçınılmaz olur. İnsanlar, belli zümrelerin yararına oluşan kurulu düzenler bozulmasın diye her türlü haksızlığı sineye çekecek de değildir. Bazen öyle şartlar oluşur ki, ölmek yaşamaktan daha değerli bir hal alabilmektedir. Ancak günümüzde olduğu gibi haksızlığa itiraz etmek ile haksızlığa uğramanın oluşturduğu kırılgan duyguların şeytani odakların manipülasyonlarına terkedilmesi apayrı şeylerdir.
Örneğin Irak halkının zamanında kırımla sonuçlanmış olsa da kendi öz dinamikleriyle Saddam’ın zulmüne karşı çıkışları asla yadırganmamıştır. Oysa işgal süreciyle beraber Amerikan gücüne bel bağlayarak sahalara çıkmaları hep yadırganmıştır. Keza aynı durum Suriye halkı için de geçerlidir. Örneğin ülke içinde bir şehri ele geçirmek stratejik bir yanlışlık olmasına rağmen 1982’de Hama’da yaşananlar konusunda ehli vicdan olan hiç kimse Suriye halkını ayıplamamıştır. Ancak emperyalizm destekli iç çatışma sürecinin dayatılması sonrasında yaşananlar konusunda Suriye halkına karşı çok farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Aslına bakılırsa Irak’ta olduğu gibi işgal stratejisinin başarısızlığa uğramasından sonra Libya ve Suriye’dekine benzer süreçler, son kertede emperyal odakların İslam dünyasının geneli için bir müdahale modeli şekline dönüşmüştür. İslam dünyasının genelinde egemenlerin hoyratça sürdürdükleri yönetim alışkanlıkları beraberinde birçok sorunu getirmektedir. Oluşan sorunları çözme arzusu oluşmadığı gibi, sorunların üzerine kaba kuvvetle yürümek adeta “Milli güvenlik sorunu”nu bertaraf etmenin yegâne yöntemi olarak benimsenmiş durumdadır.
Yaşanan sorunlar ülkeden ülkeye farklılık gösterse de sorunları çözme iradesi birçok ülke yönetiminde ya yoktur ya da çözme iradesi belirdiği anda bölge dışı faktörlerin komplolarıyla karşılaşılarak çözüm iradesi akim bırakılabilmektedir. Bu durum neredeyse her ülkede devasa mağdur kitleler peydahlamakta, bu kitleler de itiraz haklarından yoksun bırakıldıklarından dolayı öfke kusacakları fırsatlar kollamaktadırlar. Çözüm iradesinin yokluğu ve kitlelerde biriken öfke zamanla kokuşarak adeta leş kargalarına davetiye çıkarabilmektedir. Uygun koşullar oluştuğunda leş kargalarının ortalığa dadanmasıyla da bir anda baş gösteren sosyal patlamalar, önü alınamayacak iç çatışmalara dönüşebilmektedir. Kısacası birçok İslam ülkesinin hali şu anda tam da bundan ibarettir.
Sosyal patlamaları tetikleme potansiyeline sahip sorunlar, bir taraftan emperyalist odaklarca tolere edilirken, bir yandan da sorunların oluşturduğu derin öfke birçok ülkeye karşı şantaj aracı olarak kullanılmaktadır. Birçok ülkenin politik tavrı, küresel düzen dayatmacılığı içerisinde hizada kalıp kalmamasıyla ölçülmektedir. Müesses küresel düzene kafa tutma emarelerinin oluşması ile kafa tutucu ülkede sosyal patlamaların baş göstermesi arasında çok derin bir ilişki mevcuttur. Sosyal patlamalara kaynaklık eden sorunların devamı bu yönüyle küresel düzen sahipleri açısından paha biçilmez değerler ifade etmektedir. İşin tam da burasında derin bir paradoks ortaya çıkmaktadır.
Teknolojik imkanlar ve iletişim alanındaki baş döndürücü gelişmeler, kitleleri boğuştukları sorunlar ve hak talepleri üzerinden manipüle ederek ortamı kaos ve keşmekeşliğe dönüştürmeyi oldukça kolaylaştırmaktadır. Artık ortalığı karıştırıp insanları birbirine kırdırmak için eskiden olduğu gibi Hamperleri, Lawrensleri ve katlandıkları “Fedakârlık” hikayelerinin güncel versiyonları yoktur. Herkesin cebine girip hayatlarının vazgeçilmezi haline gelen cep telefonları, gerektiğinde birer Hamper veya Lawrens görevini ziyadesiyle ifa edebilmektedir.
Gerek “Arap Baharı” sürecinde, gerekse şu anda başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın dört bir köşesinde süren toplumsal olayların çoğu haklı ve meşru talepler üzerinden başlamış olmasına karşın sokak gösterilerinin birçok yerde görünür organizatörlerden yoksun olması, gösterilerin birçoğunun arkasında örgütlü bir yapı veya öncülük edecek kurumsal yapıların olmayışı, en masum taleplerin bile belli bir süre sonra devasa taleplere dönüşerek çoğunun da küresel düzene yeniden entegrasyonu hedeflemesi, üzerinde düşünülmesi gereken yeni bir sosyolojik vaka olarak önümüzde durmaktadır.
Kitleler önce masum taleplerle sokaklara çekilmekte, talepler belli bir süre sonra “Devrim” heveslerine dönüşmekte, organizatörleri kim sorusuna ise sosyal ağlar üzerinden örgütleniyorlar denilerek insanların aklıyla alay edilmektedir. Küresel düzene şartsız teslimiyet kabul edilirse sokaklar sakinleşerek “Devrim” çığırtkanlıkları bıçak gibi kesilmektedir. Aksi halde “B Planı” devreye girmektedir ki, bu da sokakların silahlandırılması ve yıllarca sürecek iç çatışmaların fitilinin ateşlenmesi hedeflenmektedir.
Bu yöntem artık işgal süreci sonrası benimsenen son yöntem şeklidir ve sokak gösterileri bastırılsa da çoğu zaman yıkıcı etkisi tartışılmaz durumdadır.
Bu durumda Müslüman ülkeler, tek çıkış yolu olarak içinde debelendikleri paradokstan kurtulma çabasına girmelidirler. Her bölge ülkesinin kendine özgü iç sorunları vardır. İç sorunların birçoğunun çözülmeye çalışılması bile kimi zaman hedef haline gelmelerinin sebebi olabilmektedir. En iyi yöntem, bölge ülkelerinin kendi başlarına mahkûm olacakları katı güvenlikçi politikalar yerine işbirliği içerisine girerek kendi sorunlarını çözme konusunda işbirliğine yönelmeleri olacaktır. Bölge ülkelerinin işbirliği içerisinde iç sorunlarını çözme sürecine yönelmeleri durumunda bölge dışı faktörlerin sabotaj girişimleri minimize edilebilecektir. Mevcut sorunlarla ömür boyu “Beka endişesi” içerisinde yaşama stresi sürdürülebilir bir hal olmaktan çıkmıştır. Kaldı ki bu stres, ortamın daima gergin olmasına yol açtığı gibi çoğu zaman siyasi ve ekonomik krizleri tetikleyici unsura da dönüşebilmektedir.
Bir yöntem olarak uygulanan iç sorunlar üzerinden kaosa sürükleme stratejisi belli dönemlerde boşa çıkarılsa bile yine ve yeniden ortaya çıkma potansiyeline daima sahiptir.
Müellif: Ali Özgür / Kaynak: İnzar Dergisi- Şubat 2020