New York
BM’de kadının statüsü komisyonunun yürüttüğü 57. oturum devam ederken Fatma Şahin çeşitli ülkelerin heyetleriyle sürekli olarak görüşmeler yaptı. Hollanda Eğitim Kültür ve Bilim Bakanı, Fransa Kadın Hakları Bakanı, Liberya Cinsiyet ve Kalkınma Bakanı, Pakistan İnsan Hakları Federal Sekreteri, İran Cumhurbaşkanı Danışmanı ve Mısırlı bakanlık yetkilisi bu muhataplardan bazılarıydı.
Görüşmelerin bir kısmı Türkiye’nin Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi konusunda attığı adımların ve aldığı mesafenin değerlendirilmesini içermekteydi kuşkusuz ama bir kısmı da bu sözleşmeye henüz imza koymamış ülkelerin “ikna” edilmesini kapsıyordu.
Şöyle ki: Sözleşme hükümleri, onaylayan taraf için elbette ciddi maliyetler içeriyor. Çünkü şiddetin izlenmesi ve önlenmesi, eğer önlenemezse etkin bir cezalandırmanın söz konusu olması ve tekrarının engellenmesi için kamu erkinin kurumsal kapasitesini epeyce artırması gerekiyor. İç hukukun sözleşmeye uyarlanması ve iç hukuka dayandırılan proje ve uygulamalar, maliyeti yükselten etkenler. Kimi Batı ülkelerinin Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’ni henüz imzalamamış ya da imzalamakla beraber onaylamamış olmalarının tek sebebi var: Ekonomik kriz.
Ancak takdir edersiniz ki Fatma Şahin’in “ikna” amaçlı görüşmelerinin muhatabı, ekonomik kriz yaşayan Batılı liberal demokrasilerdeki mevkidaşları değil. Halkı Müslüman bazı Ortadoğu, Uzakdoğu ülkeleri ve Türk cumhuriyetleri.
Zira İstanbul Sözleşmesi, ülkelerin kadına yönelik şiddet vakalarına kendi örf, gelenek ve inançlarını mazeret göstermelerini kesin bir dille reddeden maddelere sahip. Nitekim BM’deki 57. KSK (Kadının Statüsü Komisyonu) toplantılarında kadına şiddeti ve ayrımcılığı mazur gören anlayışı dışlayan yeni bir “utanç kültürü”nü oluşturmaktan bahsediliyor. (En azından BM Genel Sekreter Yardımcısı Jan Eliasson’dan bu ifadeyi aynıyla duydum.)
Söz konusu müktesebatın nedenini anlamak çok zor değil; çünkü kadın haklarını görünmez kılanlar yüzyıllardır inaçları ve örfü mazeret gösterdiler.
Öte yandan toplumsal yaşamı pozitif hukuktan çok örfi hukukla belirlenen ülkeler de sözleşmeyi imzalasalar bile “onay” safhası ve metnin içeriğini karşılama noktasında tereddüt içindeler. Siyasi erkin halkla karşı karşıya gelmeyi, bu kadar açık bir “Geleneklerimize bir çekidüzen vermeliyiz; çünkü Batı öyle istiyor” resmi vermek istemediklerini tahmin etmek zor değil. Türkiye sanırım bu noktada devreye giriyor: “Bakın biz Müslümanız, üstelik inançlara değer veren muhafazakâr bir partiyiz, biz imzalıyorsak siz de yapabilirsiniz.”
ABD’nin Müslüman ülkelerle savaşıp savaşıp sıra konuşmaya, barışmaya, ittifaka geldiğinde ciddi şekilde çuvalladığı bir an vardı. “İşte o an” için, “Türkiye’nin devreye girmesi” olarak özetlenen “model ortaklık”, ABD’nin ve Türkiye’nin beklentileri ve birikimleriyle örtüştüğü noktalarda başarı sağladı.
Ancak ben, Müslüman toplumlara serbest piyasanın caiz, kredi kartının helal, finans kapitalizminin mubah olduğunu anlatma işinin bize düşmesinden hiçbir zaman hoşnut olmadım. İnsanlığın yararına olduğu hayli su götürür olan “ürünleri” satmanın görünür artıları kadar görünmez veballeri de var diye düşündüm.
Ancak şu konuda hiç kuşkum yok: Türkiye’nin ikna edeceği ülkelerden birinde 10 kız çocuğu daha kadın sünnetinden kurtulacak, 5 kadın daha az ölecekse, 3 kadın daha sağlıklı doğum yapacaksa kazanılanlar kaybedilenden daha fazla olacak. O vakit bedel ödenecekse bile değer.
Fatma Şahin 5 değil 25 ikna turu da yapacak olsa değer.
* * *
Bu 8 Mart’ta, “Kadınlar öldürülmesin” yerine, faili muhatap alan bir slogan duymak istiyorum.
Saldırının nesnesi haline gelen kadının adını ölümle aynı cümle içinde geçirmeye ara versek. Kadını şiddet görmeyle ilintileyen dili erteleyip, bu şiddetin failini işaret eden bir dile dönsek.
Ve direkt, doğrudan söylesek. “Kadınlar ölmesin” demek yerine, “Erkekler öldürmesin” desek. 8 Mart, hem kadınlara hem de erkeklere gelsin, Allah hepimize idrak yolları açıklığı versin, 8 Mart bahane olsun.
(HT)