Yeryüzünde bir zamanlar varlığından dahi bahsedilemeyecek olan şirk olgusu (sahip olma- yönetme-üstünlük iddiası- bencillik vb.), eşitsizliklerin ortaya çıkması sonucu varolmuştur. Yani varoluşun özünde denge ve adalet vardı. Varlıkların tamamı ihtiyaç duydukları herşeye sahipti. Yeryüzü cennet idi, bu yüzden kanunlara da, devletlere de, peygamberlere de gerek yoktu. Tevhid varoluşun başlangıcından itibaren pratikte hayat bulmuş, varoluşun fıtratının gereği olarak kendiliğinden (müdahaleye ihtiyaç duymaksızın) varoluşun bütünselliğini yansıtmıştır. Bu birbiriyle uyumlu olan bütünsellik Kur’an-ı kerim’de açıklanan adem (insan) kıssasında cennet olarak ifade edilmiştir.
“Dedik ki: “Ey Adem! Sen ve eşin şu yemyeşil diyara yerleşin. Orada özgürce yaşayın, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (2/35)
Şirk’in hayata müdahalesiyle birlikte her şeyin zıttıyla varolabilmesi ilkesi gereği daha önce ihtiyaç dahi duyulmayan mücadele kaçınılmaz olmuş, hak- batıl çatışması ortaya çıkmıştır. İnsanın bu günahı Tevhidin ilkelerini yeniden hayata geçirinceye dek sürecek olan çatışmanın pimini çekmiştir.
Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı ve böylece onları fıtratlarından uzaklaştırdı. Bunun üzerine biz de, “zaaflarınızla birlikte dağılın. Işte size belirli bir süre için barınma ve geçinme yeri olacak yeryüzü!” dedik. (2/36)
Özüne-fıtratına uyumlu yaşayan, hayatı ve ölümü dahi birbirinden ayırmayan insanın en büyük korkusu yok olmak olmuştur.
Yokluğun imkansızlığının farkındalığını yaşayan insan, artık bu korkuyla yaşar hale gelmiş ve aslına bakılırsa ölüm (yok olma duygusu) dahi bu andan sonra icad olmuştur. Ancak ahiretin (geleceğin) sorumluluğunun bilinciyle yaşayanlar bu korkudan emin olabilmişlerdir.
“Sonra Adem Allah’tan sözler belledi. Sonra Allah, tövbesini kabul etti. Çünkü O tövbeleri kabul edendir, sevgi ve merhamet kaynağıdır. “Hepiniz dağılın, gidin!” dedik. Artık benden size bir yol gösterici gelirde kim bu yolda yürürse korkularını yenecek, sıkıntılarınıda giderecektir.” ( 2/37-38)
İMTİHAN GEREĞİ Mİ EŞİT DEĞİLİZ?
Asla yok olmayacağının bilincinde olan insanın, metafizik boyutta “ruh’un” ontolojik varlık olduğuna inanması, geriye kalan maddi varlığının ölümlü (yok olacağı) olmasını düşünmesini kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu yanılgı her bir bireyin yaşadığı hayata, topluma, doğaya daha da önemlisi kendine yabancılasmasına sebep olmuştur. Yeryüzü eşitsizliklerini (özel mülkiyet- İktidar) meşrulaştırmak adına uydurulan bu metafizik, böylece sonsuza kadar varolacağının bilinciyle-duyarlılığıyla (sorumluluğuyla) yaşayan insanı parçalayarak, ontolojik boyuta sahip olduğu düşüncesinden kaynaklı; topluma, doğaya, hayata karşı; duyarsız, sorumsuz, bencil bir tavır sergilemesine sebep olmuştur. Ontolojik boyutunu, maddi boyutundan ayıran insan için artık bu hayat anlamsızlaşmış, anlamlı olan şu anda görmediğimiz, bu alemde asla da göremeyecek olduğumuz metafizik alem olmuştur. Dolayısıyla burada yaşadığımız herşeyin; zulüm, haksızlık, adaletsizlik ve benzerlerinin hesabı başka bir alemde görülecek, çektiğimiz yoksulluk, açlık, sefalet, kölelik için isyan etmemize gerek yok, zenginlikte fakirlikte- kölelik de, efendilik de sadece bizim bu gerçek olmayan alemde imtihan edilmemiz için birer vesile, sabredersek karşılığını gerçek alemde alacağız, bize zulmeden, sömüren kanımızı içenlerde nasıl olsa diğer tarafta hesabını verecek. Eşitlik bu dünyada gerekli değil, zaten eşitlik olsa imtihanın anlamı kalmaz….! biçiminde sorumsuzlukların meşrulaşmasına zemin hazırlamıştır.İnsanı dahi bölüp parçalayan bu “din” tek tanrı (tevhid) inancının çok tanrıcılığa (şirke) dönüşümünün tezahürüdür .
Halkın köleleştirilmesini- her türlü eşitsizliğe maruz bırakılmasını mümkün kılan bu dine mensup olanların inançlarının alt yapısında, uydurdukları tanrının kurallarının, sahip oldukları ayrıcalıkları koruyor olma özelliği yatıyordu.(sahip oldukları ayrıcalığın diğer insanlar nezdinde kabul görebilmesinin yegane yolunun bu olduğunu gördüler, bu sayede halk ayrıcalıkların gasp edilerek değil, tanrı kaynaklı olduğunu düşünsün). Esas itibarı ile çok tanrılı dinlerle mücadele etmenin açılımı her tür ayrıcalığa karşı çıkmaktır. Her varlığa eşit mesafede olan bir adil-i mutlak Allah anlayışını kabul etmek, beraberinde eşitliğe aykırı olan tüm negatif pratiklerden kaçınmayı gerektirir. Bu pratiği gerçekleştirmeye yanaşmayan mahluklar, pratiklerini onayan eşitsizliklere onay veren bir tanrı yaratmış, hayatı cehenneme çeviren bu zalim tanrılarını da adalet boyasına batırıp çıkarmışlardır. Görünen alemde bu boyama işlemi gizlenebilir olmadığından dolayı da önce bu tanrıyı, sonra da her varlığı parçalara ayırmış ve tümüne metafizik boyut kazandırmışlardır. Bu parçalama sonrası artık her şeyin görünmeyen ve bu alemde algılanması imkansız olan bir yönü olduğu yanılgısı yaygınlaştırılmıştır. Bir taraftan görünmeyen yön yaratılırken diğer yandan gerçek bu yanılgıya hapsedilmiştir. Görünen alem artık anlamsız-değersiz, görünmeyen sonradan uydurulan metafizik alem ise hakikat olarak algılanmıştır. Tevhid önderlerinin açıkladığı din ise tamda bununla mücadele ediyor ve yeryüzünde eşitliği öngörüyordu.
‘ZENGİNİ ZENGİN, FAKİRİ FAKİR KILAN ALLAHTIR’ YALANININ ARKA PLANI!
Şirk dini mensuplarının eşitsizliğe olan tapıcılıkları, inanma ihtiyacı duydukları tanrının ölümüne tahammül edemiyordu. O’nun ölümü onların ayrıcalıklarınında yok olması anlamını taşıyordu. Nitekim o’nun varlığının tek karşılığı ayrıcalıkları meşru kılmaktı. Alemde; zengini – yoksuldan, yöneticiyi – yönetilenden, erkeği – kadından, Türk’ü – Kürt’ten, patronu – işçiden, sunniyi – aleviden, insanı, hayvandan, doğadan ayrıcalıklı kılan her din aynı psikolojinin eseridir ve “sekülerin, sekülerleştirmenin temsilcisi olan” şirk dinini ifade etmektedir. Her tür ayrıcalık şirk dinini, her alanda eşitlik ise tevhid dinini ifade ediyor iken, günümüzde zengini zengin, fakiri fakir kılan Allah’tır yalanı, Firavun döneminde köleleştirilmiş yığınların bizleri köle onları ise efendi olarak yaratan Allah’tır yanılgısını nasılda hatırlatıyor.
Bu yanılgının kaynağının her “şey”e eşit mesafede olan bir tek gücün varlığının sebep olması imkansızdır. Böyle bir gücü (tek tanrıyı) kabul etmek beraberinde eşitliği kaçınılmaz kılar. Tersinden değerlendirecek olursak, aslında her “şey”in tek başına güç -Tanrı- olabilme ihtimalini engelleyebilecek yegane şey o herşeye eşit mesafede uzak olan tek gücün varlığıdır.
Tevhid peygamberlerinin metafiziğini oluşturan “şey”, tüm tanrıları- tanrılaşma ihtimallerini ortadan kaldıran “Adil-i Mutlak” olan Allah anlayışıdır. İlk sınıfsız toplumun dine ihtiyacının olmaması, “şeylerin” Adil-i mutlağın muradına uyumlu olmasındandı. Nitekim varoluş mutlak adaletin öz- bozulmamış biçimiydi. Varoluş aleminde bir çok şeylerden bir takım “şeyler”in, metafiziği yaratması sonrasında Adil-i mutlağı tanıma gerekliliği doğdu. Önceden de var olan-ezeli olan gerçekliğin kendini ifadesi kaçınılmazdı artık. Gerçeklik ontolojik değildi, varoluşun kalbinde, insanın özünde idi ve oradan seslendi, vahyetti…..
VAHİY ONTOLOJİK BİR KAYNAKTAN DEĞİL, SOSYOLOJİK BİR GERÇEKLİKTEN SUDUR ETMEKTEDİR.
Tek tanrı (tevhid) inancının, çok tanrıcılığa dönüşümünde ciddi rol oynayan etkenlerden bir diğeri de vahyin tersinden yorumlanarak ontolojik boyuta kaydırılmasıdır. Bu durum sosyolojik realite anlamında kitabın, pratiğin teorik ifadesi olma boyutundan koparılarak, pratiği belirleyen teori biçimine sokulması sonucunu doğurmuştur. Bu tarz bir okuma kitabı-metni-vahyi dogmaya dönüştürerek , teoriden pratiğin şekillenmesi beklentisini dayatmaktadır. Oysa ki kitap, pratikten bağımsız bir teori ortaya koymamıştır. Yaşanan hayatın-pratiğin, teori ile bütünleşerek metne dökülmesi kitabı yaratmıştır. Vahiy ontolojik bir kaynaktan değil, sosyolojik bir gerçeklikten sudur etmektedir. Varoluşun bütünlükçü biçimde algılanması sonrası hayat bulan toplumsal yapının olabilirliği resmedilmektedir.
Yeryüzünde varlığını sürdüren-sürdürecek olan her “şey”in tek başına, değil değer üretmesi yaşaması dahi imkansızdır. O “şey” lerden biri olan insanı baz alarak değerlendirecek-düşünecek olursak kendini yeterli görmesinin ne kadar olağan dışı olduğunu rahatlıkla fark ederiz. “hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder” (alak-7) Insan biyolojik birey anlamında kendiliğinden varolması imkansız bir varlıktır. Varolmasını dahi o her”şey”in ezeli varoluşuna borçludur. Varoluşunu geçsek yaşamını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyacağı su, hava, gıda vb. birçok şeye ihtiyaç duyduğunu görürüz, değer üretmede de birçok meteryale ihtiyaç duyar, kendisi dahil, ürettiği hiçbir şey, her”şey” olmadan ortaya çıkamaz.
Yaratılışını ezeli olana, yaşamını doğaya, tabiata, değer üretebiliyor olmasını yaşadığı sosyolojik gerçekliğe borçludur. (Bu örneklerde sıraladığım “şey”lerde esasında birbirinden bağımsız değildir, anlaşılabilmesi için bu şekilde ifade ettim). Toplumda yaşayan hiçbir birey ya da varoluşta bulunan hiçbir “şey” bir diğerinden daha anlamsız ve değersiz değildir. Var olan her “şey” aslında O mutlak “şey”in varlığının kaçınılmaz unsurudur. Bu dengeyi oluşturan şey ise mutlak adalettir. İşte insanın kendini yeterli görmesi sonucu ortaya koyacağı, büyüklenme, bencillik, zenginleşme, kısacası diğer varlıklardan kendini üstün kılmaya dayalı atacağı her adım onu şirke (çok tanrıcılığa) düşüren unsur olacaktır. Bunlardan kaçınmak ise tevhide olan imanının yansıması. Tevhid dini olan İslam’ın günümüzdeki geleneksel algıda nasılda şirk dinine dönüştürüldüğünün anlaşılması için, büyüklenmenin, bencilliğin, kendini yeterli görmenin günümüz örneklerini sevgili İhsan Eliaçık hocamın “kitap yüklü eşekler” adlı makalesinden alıntılayarak aktarıyorum….
EY ABDESTSİZ YERE BASMAYANLAR!
Ey Mekke’deki “uzayıp giden mal” sahiplerinin ve Medine’deki “Allah’ın veli kulları” olduğunu iddia edenlerin yerine geçmiş olanlar…
Ey “Ayet bizden bahsetmiyor” diye arkalarına bakanlar…
Ey yoksulla aynı mahallede olmamak için semt değiştirenler…
Ey “V.I.P umre ziyareti… Kabe ayağınızın altında!” diye küstahça ilanlar verenler…
Ey Kabe’ye (Velid bin Muğire gibi) 120 kilo altın işlemeli örtü asanlar…
Ey eşitlik ritüelinden (tavaf) çıkar çıkmaz kral dairelerinde konaklayanlar…
Ey kaşânelere, villalara, burjlara taşınıp kendilerine halktan ayrı muamele (sahife) isteyenler…
Ey bir eşeği tutsa önüne koyduğu ot işçisine verdiği asgari ücret’den (599 TL.) daha fazla tutacak olan patronlar…
Ey yanında 20 yıldır çalışan işçisi hala kirada otururken kendisi katlar, yatlar, apartmanlar sahibi olanlar…
Ey fabrikasına bir taraftan mescit açarak, diğer taraftan iftar ve sahur yemekleri vererek işçileri afyonlayan, öte yandan da “İslam’da grev yoktur, sendika caiz değildir” diye kitap bastırıp dağıtanlar…
Ey bu türden kitapları yazan alim taslakları, her biri “zengin soytarısı” haline gelmiş fetva vezneleri…
Ey asgari ücretin kaç lira olduğunu bile bilmeyen “Allah’ın velileri!”
Ey Nuh’a dedikleri gibi “ekâbirân” (büyükler/zenginler) “erâzil” (ayak takımı/yoksullar) ile aynı yerde olamaz, onları yanından kov diyenler…
Ey halkla aynı şeye muhatap olmayı, onların oturduğu yerde oturmayı, onların yediğini yemeyi, giydiğini giymeyi kibirlerine yediremeyenler…
Ey kitabın bilgisine sahip olmayı zenginleşme, sınıflaşma, hiyerarşi ve hegemonya aracı haline getirerek “din mesleği” icra edenler…
Ey yıllardır Velid bin Muğire gibi hacılara su dağıtanlar… Kabe’nin örtüsünü değiştirip duranlar …
Ebu Cehil gibi salât edenler, 40/1 yeter diyenler, abdestsiz yere basmayanlar…
İSLAM’DAN EZİLENLERİN SESİNİ BASTIRIP, DİLLERİNİ AZI DİŞLERİNE DEĞDİREREK “AYN-GAYN” PATLATANLAR!
Ey TV’lerde 1 saat tadil-i erkan (abdest ve namazın kuralları) anlatıp mazmaza (suyu ağızda çalkalama), istinşak (burna su verme) anlatılarıyla, aynlar ğaynlar patlatanlar: “Vay o namaz kılanların haline” ayetine nasıl muhatap olmayacağımızı anlatırken tek kelime “yetimi koruma” ve “yoksulu doyurmaya teşvik”ten bahsetmeksizin, dilimizin yanını azı dişlerimize bastırıp yayarak nasıl “azîîîm” çıkaracağımızı kameranın zoomlamasıyla ağzını aça aça göstererek Mâun suresi tefsiri yaptığını sananlar…
Ey (Kayseri tabiri ile) Kur’an’ın “ıcığını cıcığını” çıkardığı yani tartışılmadık hiçbir konusunu bırakmadığı halde iş “mülk” konusuna gelince “gözleriyle devirecek gibi bakanlar”…
Ey “Asgari ücretle işçi çalıştıranın kıldığı namaz boştur” sözünü duyunca “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri” gibi kaçanlar, daha da semtime uğramayanlar…
Ey din ile uğraşmak kendisine entelektüel gevezelik, akademik geveleme, dinci lakırdı, imtiyaz, kariyer, rütbe, titr, makam, mal, para, iktidar, hiyerarşi, cemaat, vakıf getirdiği halde bir türlü en-Nâs’a dönme; sokaktaki yangını görme, kum tepelerinden inip kumlara karışma, paylaşma, bölüşme, kardeşlik, sevgi ve merhamet getirmeyenler…
Ey ruhsuz ve heyecansız kuru kuruya yatıp kalkanlar, şaklabanlıklar, iki yüzlülükler, yalanlar ve birçok mübtezel merasimlerle oyalanıp duranlar…
Ey “Bana özel sahife” veya “Allah’ın seçkin kulu” kasınmasıyla korunaklı evlerde oturanlar, korumalarla dolaşanlar, ellerini öptürenler, eteklerini yalatanlar, cahil ve fakat samimi dindarları kendilerine kıyam, kıraat, ruku ve secde ettirenler…
Ey “Allah Allah” nidaları ile hamile kızın bebeğini düşürenler…
Ey “Bu çocuk hangi suçundan öldürüldü?” diye sorulduğunda vereceği bir cevabı olmayanlar…
Ey dini “muktedir sopası” olarak kullananlar…
Devam edecek