İçinde akıp gittiğimiz 21.yüzyıl; sivil toplumsal örgütlenmelerin, devleti yücelten ve devleti, tek iradi organ olarak gören, devlete dayalı toplumsal örgütlenmelerin önüne geçeceği bir döneme doğru ilerlemektedir. Sivil iradenin giderek hayat bulması, toplumun kendi çoğulcu, çok renkli yapısını; paylaşımcı, dayanışmacı ve katılımcı bir zeminde gelenekselleştirdiği bir toplumsal biçimlenmeye yol açmaktadır. Siyasal, ekonomik, hukuksal, kültürel, sanatsal bütün devlet örgütlenmeleri ise bu gelişime, farklı tepkilerle set çekmek ya da yönlendirmek için yeniden konumlanmaktadır.
İktidarlar bu konumlanmayı; devlet örgütlenmelerini, ya sinsi ya da pervasız bir şekilde otoriterleştirerek yani devlet örgütlenmelerini, topluma yön veren tek otoriter güç haline getirerek ya da kendine bağımlı oldukları açık ya da gizli olan bazı sivil toplum örgütlerini evrimleştirerek veya stratejisine uygun yeni sivil toplum örgütleri yaratarak, mümkün hale getirmektedir. Ancak toplumun çok renkliliğine ve meşru doğallığına setler çekmek olanaksızdır.
İslam coğrafyasında, İslam’ın siyasallaştırılması 21. Yüzyılda daha da hızlanarak yükselmektedir. İslam’ı siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik bir düzen ve sistem olarak görenlerle, İslam’ı sadece bir inanç ve ahlak sistemi olarak gören laikler arasında, amansız bir mücadele devam etmektedir. Dinin siyasallaştırılması tarihin her döneminde vardır. Laiklik düşüncesi ise, Orta çağ Hristiyanlığında “ Tanrı Devleti” anlayışına karşı çıkan bir Rönesans’la güçlenmiştir. Aurelius Augustinus (354-430) “Tanrı Devleti” adlı eserinde bu konuda ilk ifadeleri yazan kişidir. (*) Siyasal İslamcıların, “ Taguti Devlet ve Rahmani Devlet” anlayışlarının, bu zihniyetten ne kadar farklı olması gerektiği mutlaka tartışılmalıdır.
İslam dünyası, Batı’da ve Doğu’daki inançlar gibi, yapısal bir reform geçirmemiştir. Japonya, Çin Hindistan ve topyekün Batı, kapitalizm ile uzlaşan bir inanç reformunu topluma kabul ettirmişlerdir. İslam coğrafyasını ve yeryüzünü sömürgeleştiren kapitalizmin; demokrasi, eşitlik, modernleştirme ve kalkınma masalları, insanlığın başına tam bir bela olmuştur. Halbuki hiçbir inanç ve dinde insanları kullanmak, sömürmek, kul hakkı yemek, emeği gasp etmek ve toprakları işgal etmenin meşruiyeti yoktur. Dolayısıyla dinleri ve inançları siyasallaştıran yani siyasal çıkarlar için dini ve inançları kullanan herkes, (Doğu ve Batı, Kuzey ve Güney fark etmez) Allah’ın karşısında en büyük günahı işlemektedir. Çünkü kutsal olan insandır, insan hayatıdır ve insanın özgür vicdanıdır. Allah, insanları ancak özgür vicdanları üzerinden yargılayacaktır. Vicdanını, etik ve moral değerlerini yitiren her insan veya buna yol açan her kurumlaşma, Allah’ın karşısındadır.
İslam alemi; kapitalizmin saldırgan tahakküm savaşlarına karşı, varlığını sağlamlaştıracak bir yenilenme ve reform hareketine hala ihtiyaç duymaktadır. 1919 ile başlayan Anadolu İsyanı, bu noktada saptırılan bir çıkış olarak yarım kalmıştır. Türkiye dahil olmak üzere bütün bir İslam coğrafyası, hala kapitalizmin tahakkümü ve istismarı altındadır. Yazının başlangıcındaki sivil toplum örgütlerindeki değişim ve dönüşüm dinamiklerine dönersek, Müslümanların kapitalizme karşı çıkışlarının netleşmesi, toplumsal çok renkliliğin ahlaki ve vicdani boyutlarını derinleştirmeleriyle mümkün olacaktır. Bu farklı ve özgün boyutların özgürleşmeleri sayesinde, tahakküm ve istismar ağlarının yok olacağı açıktır. Fakat bu dönüşümün başarılması için, Müslümanların tek tek, hane hane, belde belde özgürleşen vicdanlarıyla, devlet örgütlenmesini; yarattıkları bu doğal yapılaşmaların bağlantı ve koordinasyonunda yardımcı olmakla sınırlı olan, anti-otoriter zihinsel bir dönüşüme uğratabilmeleri zorunludur. Devlet, kendisi bir otorite olmaktan çok, otoriterleşmenin önünde bir güç merkezi olarak yeniden yapılaştırılmalıdır.
İslam coğrafyasından yayılacak gerçek bir özgürleşme ve doğallaşma; büyük ve gerçek bir Rönesans olacaktır. Batı’nın ve Doğunun daha da derinleştirdiği kapitalizmin bataklığından, artık böylesi bir Rönesans beklenemez. Asli Müslümanların; insanların doğallaşma ve ortak iyilikten yana olan yapısallaşmasını koruyan, yöresel ya da grupsal, zümresel ya da zihinsel bir otorite oluşumunun toplumda gelişimini engellemeye doğrudan açık olan, bir devlet reformunu zihinsel ve kültürel her alanda başarmaları ve bu somut ihtiyacın farkındalığını yeryüzüne yaymaları mümkündür. Bu asli sorumluluk, vicdani, ahlaki ve meşru bir haktır. Hakk’ın yeryüzünün bir bölümünde de olsa, adaletini ve sözünü sürdürebilmesinin somut ifadesi, kapitalizmin bütün kavram ve yönelimlerine karşı, zihinsel ve yapısal bir reformun açığa çıkmasıyla hayat bulacaktır.
Aydın Mutlu Dinçoğul
_______________________________
(*)“ Dünyada iki tür devlet tipi vardır. Mevcut yeryüzü devletini, şeytana uyan ve ona boyun eğenler kurmuşlardır. Tanrı devletini ise, Tanrı ülkesinin insanları kuracaktır. İnsanlık tarihi, Şeytan Devleti’nden Tanrı Devleti’ne doğru bir gelişme içindedir. Hayatın temel amacı budur.” Aurelius Augustinus (354-430)