Irk sözcüğü TDK da anlam olarak; 1-Kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu.2- Soy. 3- Bir canlı türünde aynı karakteri taşıyan canlıların oluşturduğu alt bölüme denir. Irk, toplumsal olarak farklı görülen fiziksel ve sosyal olarak niteliklere göre insanların gruplandırılmasıdır.
17.yüzyılda ilk olarak kavramsal olarak ortaya çıkan ve 18. yüzyıldan itibaren iyice belirginleşen ırkçılık kavramı, günümüze yakın zamanda ortaya çıkmış bir olgudur. 17. Yüzyılda François Bernier antropolojik anlamda ilk defa ırk sınıflaması yapmıştır. Yüz, deri ve vücutsal özellikler olarak açıklanan bu özellikler insan çeşitliliklerini gösterme amaçlı kullanılmıştır. Bunun nedenlerinden birisi de sömürgecilik faaliyetlerinin artmasıyla keşfedilen bazı halkların daha bir aşağılık olarak görülmesi ve onları bu şekilde rasyonalize etme, onları kontrol altına alma çabasıdır.
Irkçılık; Irklar arasındaki fiziksel farklılıkların ve doğduğu çevrenin insanların yeteneklerinde ve zekalarında farklılıklar yarattığını ve bazı ırkların diğer ırklardan üstün olduğunu savunan görüşlerdir. Örneğin bir ırktan olan diğer ırkı geri zekâlı ve hor görebilmiştir. Irkçılar kendilerinden daha aşağıda gördükleri kişilere kötü davranır, ayrımcılık uygular ve kendileriyle eşit haklar tanımazlar.
Avrupalılar, sömürgeciliğe başladıktan sonra beyaz olmayan insanlarla karşıya gelince beyaz ırkın temsilcileri olan Avrupalıların daha erken medeniyeti kurmuş ve gelişmiş olması onları kendilerini üstün görme inancına itmiş ve bu durum sömürge savaşlarına paralel olarak gelişmiştir. Irk ayrımcılığı zamanla artarak bazı ülkelerde bir arada yaşayan değişik ırktan insanlar arasındaki düşmanlıklara savaşlara ve katliamlara yol açmıştır. Örneğin Kolomb ‘un 1492’de Amerika kıtasına ulaşmasından sonra yaklaşık beş asır boyunca Avrupalılar tarafından Amerika Kıtasının yerlileri olan ‘’Kızılderililer’’ e karşı sistematik katliamlar olmuştur. ABD’de ise Afrika’dan getirilen siyahi köleleri kırbaçla, silahla boğaz tokluğuna çalıştıran güneyli çiftçiler, acımasız ve kötü davranışlarını haklı göstermek için köleliğin aşağılanmış ırktan olan Siyahlar için doğal bir olgu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yine örnek olarak Almanya’da, Hitler’in öncülüğünde yönetime geçen Naziler, ‘’Ari ırk kuramı’’na (Üstün ırk) sahip çıkmışlardır. En katışıksız Ari topluluğunun Germenler yani safkan Almanlar olduğunu öne sürerek Almanya’nın içinde bulunduğu bunalımdan kurtulabilmesi için Ari olmayan başta Yahudi olmak üzere ve öteki yabancı ırklardan kendi ırklarının arındırılması gerektiğini savunmuşlardır. Bunun için Almanya’da ve 2. Dünya Savaşı sırasında işgal edilen ülkelerde toplama kampları kurulmuştur. Korkunç işkencelere maruz kalan Yahudilerden milyonlarca kişi gaz odalarında öldürüldü ve yakıldı. Bunlar sadece en bilinen olanlarıdır.
Toplumları fiziksel ve akılsal bakımdan alçaltmak amacıyla gündeme getirilen ırk kavramı hakkında genellikle ırkçılığı destekleyecek biçimde açıklamalar ve kullanımlar olmuştur.
Irk kavramı kökensel olarak eski tarih dönemlerine kadar gitse de, yakın zamanlardaki dönemlerde içeriğinin değiştiği söylenebilir. Modern zamanların ulus devletlerinin inşası sürecinde ırkçı söylemler ön plana çıkmaya başlamıştır. Kendi vatandaşını inşa etmek isteyen modern devletler, vatandaşın tek tipleşmesini sağlama mücadelesi vermişlerdir. Ülkedeki bütün farklılıklar bir şekilde asimile edilerek milletlerin genel olarak inşası sağlanmıştır. Bu sürecin dışında kalmak için çeşitli çabalar veren farklı etnik ve dinsel topluluklar ise baskı ve şiddet altında tutulmuşlardır. Milli kimlik inşa süreçlerinde ise tabiri caizse tarih yeniden kurgulanmış ve bir şekilde yeniden yazılmıştır. Tarihin derinliklerinde başarılı atalar bulunmuş ve birçok kahramanlıklar ve hikayeleri onlara atfedilmiştir. Bu şekil millet anlayışı, farklı tarihi olaylar yoluyla ırk dayanışması üzerinde durulmuştur.
“Ulus” ve “ulusçuluk” modernitenin sonucu ortaya çıkan kavramlardır. Topluluklar, Rönesans, Reform ve Aydınlanma Devrini içeren, Avrupa’da ortaya çıkan bir dizi tarihsel sürecin parçası olarak uluslar haline gelmiştir. Ulus olgusu daha sonra Batı’nın kapitalizm, emperyalizm ve bölgesel, ekonomik ve kültürel araçlarıyla giderek tüm dünyaya yayılmıştır. Milli kimliklerin oluşum aşaması ve ırkçılık arasında bağlantı çok önemli bir konudur. Fransız İhtilaliyle(1789) birlikte doruk noktalara ulaşan milliyetçilik duygusu, farklı milletlere ve ırklara karşı kötü etki olarak dışlamayı, ötekileştirmeyi, küçük görmeyi hatta etmeye varan şiddetli olayları beraberinde getirebilmektedir. Fransız İhtilali sonrası oluşan uluslar kendi kültürel değerlerini zamanla oluşturdukları devletlerinin genel ve ortak değerleri haline getirmişlerdir. Yönetimi elinde bulunduran uluslar, kendi kültürel değerlerini ülkelerinin genel değerleri haline getirmeye çalışmışlardır. Bu süreçte, ülkelerdeki farklı kimlikler ve kültürler görmezden gelinmiştir. Oluşturulan devletin tek tipçi bir yapıya bürünmesi amaçlanmıştır. Bağlılıklar artık yerel hanedanlara değil de oluşturulan ilgili ulus devlete ait olmalıydı. Bunu gerçekleştirmek için yapılan şeylerde çoğu zaman eşitli yöntemler kullanılmış, oluşturulan ulus devlet için makyevelist politikalar benimsenmiştir.
Irkçılıkla milliyetçilik arası bağlantılara gelince , bir görüşte “Milliyetçilik’’ modern kalkınma tarihinde maalesef patolojik bir olgu olmuştur; Bireylerdeki asabiyet ve anksiyete ondan beslenir. Köklerini, toplumlar için dünyanın büyük bir kısmına dayatılan çaresizliğin ikilemlerinde bulur ve tıpkı nevrotik bir durum gibi o da asli bir muğlaklıkla yüklüdür, karmaşıktır ve içine doğru benzer bir ağırlaşma eğilimi barındırır, tedavisi çok zordur. Hobsbawm’a göre ise milliyetçilik feodal üretim tarzından kapitalist üretime geçişin bir sonucudur. Millet ve milliyetçiliği ‘’icat edilmiş gelenekler’’ olarak tanımlanır. Bu geleneklerle geçmişle gelecek arasında bir köprü yapılmıştır. Bu köprünün ismi de ‘’Milli Bilinç’’ olmuştur. Hızlı sanayileşmenin yol açtığı ayrılmalar, buna bağlı çözülmeler ve uzlaşmazlıkları çözmek, sermayenin her gün yeniden üretimini sürdürerek sistemin devamını sağlamak için toplumsal bütünlüğün yaratılması lazımdır. Özellikle 1870-1914 yılları arasındaki dönemde Amerika ve Avrupa’da birçok milletin oluştuğuna işaret edilmiştir. Milliyetçilik ideolojisi seçkinler tarafından üretilmiş ve ulus devletler tarafından uygulanmıştır. Yine başka bir görüşte Benedict Anderson’a göre de millet hayal edilmiş bir olgudur, çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğer tüm üyelerin hepsini asla tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğunun varlığı hakkında bile hiçbir şey işitmeyecektir. Yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam edecektir. Bu hayalin üç özelliği vardır:
İlk olarak ulus ‘’sınırlı’’ olarak hayal edilmiştir. Çünkü en kapsamlı ve büyük ulusun üyeleri bile kendileri dışında başka ulusların olduğunu bilirler; hiçbir ulus milletleri kendi milletlerinin insanlığın tamamını kapsadığı fikrini benimseyemez. İkinci olarak, ulus “egemen” olarak hayal edilmiştir. Egemen bir devlet yapılmıştır. Üçüncü olarak ise “cemaat” olarak hayal edilmiştir. Bu cemaat hayalidir çünkü ulusun öğeleri olan cemaatin çoğu birbirini asla tanımadan yaşayıp ölecektir. Bir ulusun mevcut üyeleri arasında birçok eşitsizlik ve sömürü faalyetleri ve insan hakları ihlalleri bulunur ama buna rağmen ulus daima “yatay eksenli ve derin bir yoldaşlık” olarak aktarılır. Ulusun belli bir topluluktaki önemli sayıda insanın kendilerinin bir ulus oluşturduğunu düşünmeye ya da bir ulusmuşçasına davranmaya başladıkları zaman var olmaya başladığıdır “Milliyetçilik ulusların kendi öz-bilinçlerine uyanma süreci değildir; ulusların var olmadığı yerde onları icat eder.
Millet olgusunun inşasını gerçekleştirmek için başvurulan en temel öğelerin başında “Milli Dil” gelir. Ulus devlet aşamasının en önemli inşası dildir. Dil aslında insanlar arası iletişimin temel unsurudur. İnsanlığın başından beri vardır. Ancak bu doğal unsur bazı devletlerce kirli oyunlara yem olabilmiştir.
Yerel dillerin tanınıp çoğalmasının ulusal tarihte gelişmesinden bahsedersek; 1450’de Gutenberg in modern matbaayı icadıyla birlikte, Gutenberg’in üretimi, özellikle de 1455’te bastığı ‘’Kutsal Kitap’’ yüksek kalitesi ve ucuz fiyatıyla kısa sürede başarılı olmuş ve bu buluş Avrupa’dan başlayarak tüm dünyada yaygınlaşmıştır. Matbaanın icadı, Dünyanın durumunu değiştirmiştir. Yayınevleri başta tek dil olarak Latince yayım yapmış Latince okur-yazar pazarı doyunca, halk dillerinde eserler basmaya başlanmıştır. Böylece halk dilleri büyük bir hızla yaygınlaşmıştır.
Halk dillerinin yaygınlaşması, dinsel ve siyasal hayatta köklü ve büyük değişimleri beraberinde getirmiştir. Bir yandan, insanların dini ve kutsal metinlere Latince değil de kendi bildikleri yerel dilde ulaşmaları, kilise egemenliğini sarsmıştır.
Milliyetçilik, ulus-devletin ideolojisi, ulus-devlet ise milliyetçiliğin devlet ekinde yapılanması olarak tanımlanabilir. Milliyetçilik, ulusal sadakati siyasal iktidarın kaynağı ve dünya düzeninin temeli olarak tutan ve her birinin kendine özgü karakterine sahip milletlerden oluşan bir ideolojik harekettir. Tarihsel süreç içerisinde önce devletler ortaya çıkmış ve daha sonra milletler oluşmuştur. Bu süreçte dilin ırka özgü olarak kullanımına örnek verirsek Fransız devleti, çok dilli yapısına rağmen belirli bir lehçeye karar vererek eğitimi standartlaştırmış ve Fransızca kavramını yaratmıştır. Bu şekilde ulus içindeki diğer kullanılan dillerin asimile olması veya yok olması amaçlanmıştır. Fransız Milleti, Fransız Devleti tarafından icat edilmiştir. Aslında tüm devletler de kısmen yapay olarak inşa edilmiştir. Çoğunluk görüşe göre Milliyetçilik kendi DNA’sında bütün insanların, halkların ve milletlerin eşitliğini kabul eden bir politik davranış türü içermemektedir. Milliyetçilik diğer halkları ve milletleri daha değersiz olarak görür ve ona göre davranışlar geliştirir. Bu şekilde milliyetçiliğin kendi içinde ırkçılığa evrilme ile iç içe olduğu gözlemlenir. Diğer milletleri kendileriyle karşılaştıran milletler doğal olarak kendi milletini üstün görmektedir.
Irkçılık ile milliyetçiliğin birbirine çok uzak durdukları bir dönem hiçbir zaman olmamıştır. Irkçılığın tek nedeni milliyetçilik olmasa dahi, onun ortaya çıkmasında belirleyici olmuştur. Milliyetçilikten durmadan hem içeri hem de dışarı doğru olmak üzere ırkçılık çıkmaktadır. Aynı şekilde milliyetçilik de ırkçılıktan çıkmaktadır. Karşı çıkılan resmi milliyetçilikler ırkçı oldukları için, milliyetçilik ulusların yeni ideolojileri olarak ortaya çıkmışlardır. Sömürgeci ırkçılıktan üçüncü dünya milliyetçilikleri, Antisemitizmden ise Siyonizm ortaya çıkmıştır. Irkçılık milliyetçiliğe bir ektir, onun dışavurumu değildir. Irkçılık milliyetçiliğe oranla daha aşırıdır ve milliyetçiliğin inşası sürecinde ırkçılığa her zaman ihtiyaç duyulur. Ama bu inşa sürecinin tamamlanmasında ırkçılık her zaman yetersiz kalmaktadır. Milliyetçiliklerin ırkçılıkla iç içe geçtiği ve bu sürecin oluşumu bellidir. Irkçılık ve milliyetçiliğin ortaya çıktığı zemin aslında ortaktır. Her iki ideoloji de, içinde türedikleri üretim ilişkisinin yerleşmesine, devam etmesine hizmet eder. Bunu daha açık ve vurgulu şekilde ifade edersek Irkçılık, en temelde kapitalist toplumda köle emeği kullanılmasını meşrulaştırmanın bir ideolojisidir. Çağımızda köle emeğinin yerine, değişik etnik kökene sahip işçilerin konumu yer almıştır. Yani ırkçılık; Egemen bir ulusun dışında kalan göçmen işçilerin ya da farklı etnik kökenden işçilerin aldıkları ücretlerin eşit olmaması, daha düşük olması ve yaptıkları işlerin daha düşük nitelikte olmasını meşrulaştırmayı sağlamıştır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ırkçılığın ortak bir kökene sahip olmayan insanlara yöneldiğidir. Irkçılık ulusal sınırlar içinde işlev üstlenir. O insanların düşük nitelikte olması dışında psikolojik ve fiziksel zorbalıklar yapılabilir.
Milliyetçilik ise aynı üretim ilişkisi içinde en temelde, emek gücünü satmak zorunda olan insanları sisteme bağlamanın ve ulusal sınırlarda bir devlet oluşturmanın etkili bir ideolojisidir. Bu demektir ki milliyetçilik, onu kullananların ortak bir geçmişe ve kökene sahip oldukları insanlara yönelttiği ideolojidir. Milliyetçi ideolojinin temel işlevlerinden biri, ulusal sınırın dışındaki savaşları gerekçelendirmek ve geniş halk kitlelerini bu savaş için seferber etmektir.
Kültürel homojenliğin mümkün olabileceğini varsayan ve kültürel farklılıkların aşılamaz olduğunu iddia eden ırkçılık türleri de vardır. Sömürge ırkçılığı kendini farklı şekillerde takdim etmeye çalışmıştır. Mesela Fransız sömürgeciliği kendini sunarken “asimile edici” olduğunun altını çizerken, İngiliz sömürgeciliği ise “bütün kültürlere saygı duyan” olarak kendini ifade etmiştir. Sömürgeci beyazlar, kendileri dışındaki beyazları “kötü beyazlar” olarak göstermeye çalışmıştır. Bu bağlamda her ulus kendini manevi yönden “en beyaz” olarak, yani en eğitimli ve en evrenselci olarak sunmaya özen göstermiştir. Irkçılık kendini sadece siyah-beyaz gibi belirgin bazı özelliklerden yola çıkarak konumlandırmakla yetinmemiştir. Bir diğer örnek olarak Almanların “ari ırk” oldukları yönündeki iddiaları, bütün diğer milletleri alt sınıflar olarak konumlandırmaya çalışır. Devleti maceralara sürükleyen unsurlardan biri ırkçılıkla ideolojik milliyetçiliğin birleşmesidir. Hitler Almanya’sı bu durumun en iyi örneğini oluşturur. Emperyalist bazı devletler amaçlarına ulaşmak için milliyetçilikten faydalanabilmektedirler. Tam tersi durum da mümkündür. Emperyalizme karşı mücadele için milliyetçilik itici güç olabilir. Bu durum ülkelerin Kurtuluş Savaşlarında kendini göstermiştir. Ancak maalesef ki emperyalizme karşı mücadele veren çeşitli toplumların, bağımsızlıklarını kazandıktan sonraki ulus devlet oluşum dönemi uygulamaları, emperyalist devletlerin tutumlarından çok da farklı olmamıştır. Güçlü olan toplumlar beraberce bağımsızlıklarını kazandığı, görece güçsüz toplumları devlet kurulması aşamasından sonra ötekileştirip ezebilmiştir. Bu nedenle bağımsızlığını elde eden devletlerde Batı ile uyumlu bir ırkçı milliyetçi anlayış ve uygulamalar sıkça görülmektedir. Emperyalizm ve milliyetçilikten oluşan kibir ve üstünlük duygusu maalesef halkların kardeşliğini yenmiştir. Irkçılık ile ideolojik milliyetçilik birleştikleri takdirde devlet maceralara sürüklenebilmektedir. Bunun en iyi örneği Almanya’dır. Emperyalist amaçların gerçekleştirilmesi için de milliyetçilikten faydalanılmak yaygın bir unsurdur.
Milliyetçiliğin yakın yüzyıllarda oluşturduğu “kendi uğruna insanları öldürmeye hazır hale getirme kudreti” önceki dönemlerde tahmin edilememiştir. Milliyetçiliğin adanmışlık seviyesi çok yüksektir ve buna bağlı olan toplumunu ölmeye razı hale getirir. Bu itibarla, insanlarla arasında bu derece güçlü bir adanmışlık ve bağlılık ilişkisini milliyetçilik olgusu kurmuştur. Bunun örneğini ülkelerin Kurtuluş Savaşları oluşturmaktadır. Modern dünyada artarak kendini gösteren ırkçılık, sanıldığı gibi ilgili ulusu tanınmayana karşı gerçekleştirilmez, tam tersine kendisi tarafından en çok tanınana gösterilir. Toplumlarda ortaya çıkan ırkçılık ve düşmanlık, maalesef daha çok kendine en yakın olan ötekine karşı geliştirilmektedir. Örneğin detaylıca araştırdığımızda Yahudilerin kültürleri ile Almanların kültürleri birbirine çok yakındır. Doğu Avrupa Yahudilerinin kullandığı dilde Alman diline benzemekte ve birçok ortak noktası vardır. Almanlar ve Yahudiler arasında çok yakın kültürel bağlar vardır. Hatta Alman kültürü ile Yahudi kültürünü birbirinden ayırmak zor bir iştir. Dolayısıyla Nazi Soykırımı (Holokost) Yahudilerin Almanlara farklı olmasından değil, Almanlara çok benzer öteki olmasından dolayı gerçekleştirildiği söylenebilir. Milliyetçilik ve ırkçılık aynı olmamakla birlikte birbirini hep tetiklemektedirler. Millete yüklenen üstün meziyetler destansı hikayeler ve oluşturulan tarihi düşmanlıklar ırkçı hareketlere ortam hazırlamaktadır. Başta Batılı toplumlarda yaygın olarak yerleşmiş olan ırkçılık, özellikle 19. yüzyıldan itibaren artan bir şekilde Batı haricindeki bazı milletlere de yayılmış ve insanlığın felaketine neden olmuştur.
İSLAMIN BU KONU HAKKINDA GÖRÜŞÜ
Tarihsel süreçte de kendine yer edinen ırkçılık ve milliyetçilik kavramları Kuran da da işlenmiştir. Hz. Adem’in yaratılışının ardından Yüce Allah’ın ‘’secde edin’’ sözüne karşı iblis kendi soyunu daha üstün görmüş ve kibirlenerek reddetmiş ve lanetlenmiştir. Bakara Suresi 37. Ayette bu durum şöyle vahyedilmiştir. ‘’O vakit biz meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışında tümü secde etmişti. İblis yan çizmiş, kibre sapmış ve nankörlerden olmuştu.’’ A raf 12 ve 13. Ayetlerde’’ Allah buyurdu: “Sana emrettiğimde secde etmeni engelleyen neydi?” iblis dedi: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.” Allah dedi ki “Yıkıl oradan! Orada büyüklük taslamaya hakkın yoktur. Defol! Sen değerini yitirenlerdensin.”
Bu olay bir ırk- soy yarıştırmasıdır. iblisin bu yaklaşımı tarihte milliyetçiliğinde ana dinamiklerinde bulunan üstsoy yaklaşımının belki de ilk örneğidir. Üstünlük taslama ve seçilmiş grup olarak kendilerini görme durumu Kuran da yaşamı anlatılan tüm peygamberlere karşı kendi kavimlerinde de görülmüştür. İnsanların eşit olduğunu anlatan peygamberler, çevrelerindeki kendilerini üstün ve kibirli gören belirli bir zümre, topluluk yada uluslar tarafından tehdit edilmiş, işkencelere uğratılmışlar hatta bazıları öldürülmüşlerdir. A raf Suresi 88. Ayette ‘’Toplumunun büyüklük taslayan kodamanları dediler ki: “Ey Şuayb! Ya kesinlikle milletinize dönersiniz yahut da seni ve seninle birlikte inananları kentimizden mutlaka çıkarırız.” Dedi ki: “Ya istemiyorsak; zor ve baskıyla mı?’’ Hud Suresi 27. Ayette ‘’Halkının ileri gelenlerinden ayetleri görmezlikten gelenler (kafirler) dediler ki “Görüşümüze göre sen, tıpkı bizim gibi bir insansın. Sana uyanların da görüş belirtmede en aşağılarımız olduğunu görüyoruz. Sizin bizden üstün bir yanınızı da görmüyoruz. Aslında sizin yalancı olduğunuz kanaatindeyiz.” Bu ve benzeri birçok ayetten anlaşılacağı gibi ırksal ve milliyetçi düşüncenin en önemli unsuru olan üstünlük iddiası, uzun dönemlerce devam etmiş ve Semavi kitaplar ve sonuncusu olan Kur’an’da aynı şekilde işlenip eleştirilmiştir. Dolayısıyla milliyetçilikle ilgili birçok ayet vardır.
Yine İslam Peygamberi Hz. Muhammed zamanı Cahiliye Dönemi’nde ırkçılık çok büyük seviyelere ulaşmış, toplumlar arasındaki en büyük övünç kaynağı kan bağı olmuştur. Bireyler, ancak ait olduğu kabilenin güçlerine göre değerlendirilmiştir. Kabilenin çokluğu büyük bir sevinç kaynağı sayılmış, hatta bazı kimseler kabile bireylerini sayarlarken ölüleri bile sayıp onlarla övünürlerdi. Bu durum farklı versiyonlarla günümüze kadar gelmiştir. Tekasür Suresi 1 ve 2 de ‘’Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri, Öyle ki, ziyaret edip saydınız kabirleri.’’ Sözleriyle bu durum vahyedilmiş olup ilgili ayetlerin devamında Yüce Allah’ın bu konudaki açıklaması şöyledir. ‘’Ama iş öyle değil; yakında bileceksiniz! Hayır, hayır! İş öyle değil! Yakında bileceksiniz.
İş, sizin bildiğiniz gibi değil! Ne olurdu, şaşmaz ve aldatmaz bir bilgiyle bilseydiniz Yemin olsun, o Cehennemi mutlaka göreceksiniz! ‘’
İnsanlar arasında farklılıklar aslında ilahi düzenin mozağini ve ahengini oluşturur. Ancak buna zıt olarak milliyetçilik ve ırkçılığın en önemli ana damarı üstün ırk inancıdır. Bazı soy, aile, kabile ve milletleri doğuştan beri üstün olarak görme anlayışı milliyetçiliğin ve ırkçılığın yaşam kaynağıdır. Bu noktada Kur’an, bu anlayışı insanın yaratılışından itibaren çözmek adına bazı ayetlerde insanın kökünden ve kökeninden söz etmiştir. Rum Suresi 22. Ayette ‘’Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri için elbette ibretler vardır.’’ Hucurat Suresi 13. Ayette de ‘’Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve örfler yoluyla tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, boylara ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında en seçkininiz, sakınılması gereken şeylerden en çok sakınanınızdır. Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.’’
Bu ayette tüm insanlar arasında eşitlik ve ortak payda vahyedilmektedir. Bu gibi farklılıklar, insanlar arası asla bir üstünlük olarak değil sadece bir tanışma unsuru olarak nitelendirilmiştir. İslam da insanlar arası tek üstünlük takvadadır. Bu takva durumu ise ancak insan ile Yüce Allah arasındadır. Birlikte güzelce yaşamanın yolu bu tarz farklılıkları şeytani bir kibre kapılarak üstünlük olarak görmek değil İlahi Kudret’in bir delili ve gücü olarak görülmesidir. İnsanoğlu; rengi, etniği, dili, cinsiyeti, milliyeti ve ırkları sebebiyle değil, Yüce Allah’ın yarattığı bir kul olması nedeniyle değerlidir ve dokunulmazdır. İslam dini; insanları farklı kimliklere ve çeşitli kollara bölen, kabileler veya milletler arasında ırk temelli savaşlara neden olan milliyetçilik duygusunu tabiri caizse “cahiliye nevrozu” olarak isimlendirmiştir. Böylece milliyetçiliğin İslam dışı bir akım olduğu Kuran da açıklanmıştır.
Her insanın canı, şerefi, gururu ve haysiyeti her türlü hak ihlali ve tecavüzden korunmuştur. İşte bu anlayış, insanlar arasında kardeşlik bağını yok ederek kin ve nefreti, adalet yerine haksızlığı, beraberlik yerine ayrımcılığı sokan zehirli bir anlayıştır. Bu zehir içine girdiği insanların insanlığını öldürür. Bu zehirli anlayış yüzünden milyonlarca suçsuz günahsız insan yerinden yurdundan kovulup sürülmekte, zorla asimile edilmekte hatta en doğal yaşam hakları olan kendi dillerini, örf ve adetlerini kullandıkları için bile egemen güçler tarafından suçsuz canlar işkencelere ve cinayetlere kurban gitmektedir. Bu zehrin panzehri ise yine insanın kendisindedir.