Hayatta her şeyin bir anlamı vardır.
“İnsanlar etraflarındaki şeylere anlam verirler, dolayısıyla aslında her şey anlamsızdır.” usavurumunun nereden geldiği anlaşılabilir ancak bu beyan farkındalık yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
Evrimin bir sonucu olarak insanlar, çevrelerinde gördüklerine anlam verirler ve yaşamlarını bu anlam doğrultusunda sürdürürler.
Nesnelere, olaylara ve ilişkilere anlam atfetme şeklimiz beynimizin zihinsel bir aktivitesidir.
Ve bir şeyleri anlamlandırma yeteneğimiz evrende var olan bir şeyin ürünüdür:
Beyin.
Biz farklı bir şey çevremizde gördüklerimiz farklı şeyler değillerdir.
Her şey evrendir.
Bunu mistik bir anlatı gibi almayın.
Fiziksel bağlamda biz de insanlar olarak evrendeki malzemeyiz.
Doğa denilince aklımıza hep akarsular, ağaçlar, dağlar, evren denilince de aklımıza hep yıldızlar, bulutsular ve galaksiler gelir.
Kendimizi güya bunlardan farklı şeylermişiz gibi yorumlarız.
Biz evreni camın arkasından izleyen gözlemcilermişiz gibi…
Oysaki evren biziz zaten.
Biz evrenin içinde değiliz, biz evrenin kendisiyiz.
Bir galaksiye baktığınızda siz de o galaksiyi galaksi yapan atomlarsınız.
Siz galaksinin kendisisiniz.
Sizi bir şekilde yok edebilse idik (ki bu şu anda fizik bilgimizle mümkün gözükmüyor.) galaksinin miktarı azalırdı.
Benmerkezciliğimizden ötürü kendimize Third Person View verip olup bitenleri dışardan izliyormuşuz, sanki biz o olup bitenlerden ayrı bir varlıkmışız gibi sanrılara kapılıyoruz.
Biz evrendeki madde değiliz, biz evrenin ta kendisiyiz.
Bu nedenle çevremizdeki nesneler ile etkileşip onlara anlam yükleyip değer vermemizi sağlayan tüm kognitif yetilerimiz beynimizdir.
Beyinlerimiz de evreni evren yapan atomlardır.
Bu da demek oluyor ki çevremizde her şeyin bir anlamı var, çünkü biz öyle söylüyoruz.
Zira bir şeylere değer ve anlam yükleyen şey de bir madde topluluğudur.
Sanki bir Yüksek Evren Mahkemesi varmış da neyin önemli veya anlamlı olduğuna o karar veriyormuş gibi düşünmeye meylediyoruz.
Hatta böyle bir mahkeme olsa ne yazar?
Varsayalım ki bundan siz söyleyin kaç ışık yılı ötede bir medeniyet evren işlerini yönettikleri bir mahkeme kurmuş.
Orada evrende neyin anlamlı neyin anlamsız olduğuna hükmediyorlar.
Böyle çok yüce bir mahkeme var olması şu anda bu yıldızlararası mahkemenin varlığından habersiz benim ve türdaşlarımın eylemlerimizin anlamdan yoksun olduklarını mı gösterir?
Biz de evrendeki madde olarak evrende olup bitenlerin ta kendisiyiz.
Konuşmalarımız, davranışlarımız, ilişkilerimiz, dertlerimiz, kavgalarımız, davalarımız ve daha binlercesi ile biz de varız ve evrenin bir parçasıyız.
Bundan milyarlarca ışık yılı mesafedeki sözde bir otoritenin bizi yaptıklarımızla yargılayabilecek olması insanlık olarak anlamsız olduğumuzu göstermez.
Bir devletin anayasasına aykırı hareket eden bir vatandaş devlet tarafından alıkonabilir, doğru, ama bu o devletin suçlu olarak nitelediği şahsın eylemlerinin hem kendi hem de diğer insanların hayatlarını etkilediği gerçeğini değiştirmez.
İşin aslı o şahıs devletin “Bu şekilde davranacaksın.” buyruğunu umursamayıp davranışlarını tam tersi istikamette şekillendirdiği için göze çarpıyor ve dikkate alınası bir tehdit oluşturuyor.
Yani devlet o şahsın davranışlarını yorumluyor, iyi veya kötü bir anlam iliştiriyor.
Sınırlar Arasında Anlam Arayışı
Kendimizden katlarca büyük devasa yıldız sistemlerine, galaksilere, karadeliklere bakıyoruz ve şöyle diyoruz:
“Vay be, evrende ne kadar küçüğüz. Bu evren için hiçbir şey ifade etmiyoruz.”
Bu birkaç sebepten dolayı epey sakat bir düşünce şekli:
1) Birincisi, evrendeki bir şeyin anlamı ve değeri, onu oluşturan atomların miktarına ve bu miktarın belirli bir hacme ne kadar yayıldığına göre mi şekillenir?
2) Bir şeyin evrendeki değeri kapladığı hacim ile (boyutu ile) belirleniyorsa, “Evet, bu ciddiye alınacak kadar değerli!” diyebileceğimiz şey ne kadar “büyüktür”?
3) Evrendeki şeylerin kıymetleri boyutları vasıtasıyla belirleniyor ise, bunu ölçmenin bir yolu evrendeki tüm şeyleri tek tek tanımlamak ve onları büyüklüklerine göre sıralamak olabilir.
Örneğin, listenin en dibinde güncel bilgimize göre evrendeki en küçük şeyler olan kuarklar, listenin en üstünde ise evrenin kendisi yer alır.
Mantık yönünden, evrendeki en büyük şey evrendeki bütün maddelerin toplamıdır, bu da evrenin kendisidir.
Evrendeki galaksilerin “en geniş kümesini” bulacak olsanız bile, bu küme hala kendisi ile aynı çerçevedeki diğer galaksi kümeleriyle bir arada ele alınan genel resimden daha küçüktür.
4) 3.madde göz önünde bulundurulduğunda aşağıdaki sonuçlar çıkarılabilir:
Evrendeki en büyük şey evrenin kendisi ise evreni evren yapan maddeleri çeşitli sınırlar çizerek parçalara ayırmamız neticesinde meydana gelen daha küçük evren parçacıklarının istisnasız her biri evrenin toplam boyutundan daha küçük boyutlarda olacağı için hazırladığımız gözlem listesinde ilk sırada bir bütün olarak evrenin kendisi bulunacaktır ve dolayısıyla evrenin tamamı dışında diğer her şey anlamsız ve önemsizdir.
Şayet “Boyut sıralamasında ilk bilmem kaça girecek kadar büyük olan şeyler anlamlı ve dikkate değerdir.” biçiminde üniversite için öğrenci ayıklıyormuşuz gibi keyfi bir kota oluşturmayı deneyecek isek evrendeki şeylerin büyüklük tablosunda ilk kaça girenler yeterince “WOOOWW!!” olarak nitelendirilecek?
5) Eğer evrendeki şeyleri ayrı ayrı tespit edip onları boyutlarına göre sıraladığımız bir katalog oluşturuyorsak bu listede bir “şey” olarak vasıflandırılıp yarışmacı olabilmenin koşulları nelerdir?
Örneğin üzerinde bulunduğumuz, “Dünya” adını verdiğimiz kaya yığını evrende bulunan şeylerin büyüklüklerinin kıyaslanacağı listede “bağımsız ve özerk bir şey” olarak kendine 41829547390253. sırada yer bulabilecek mi?
Yoksa “Dünya” diye isimlendirdiğimiz bu gezegeni bir yıldız sistemine dahil madde olarak yorumlayıp “Güneş Sistemi” adını verdiğimiz bölgeyi mi evrendeki diğer şeyler ile büyüklük kıyaslamasına sokacağız?
Peki Güneş Sistemi de Orion Kolu adını verdiğimiz yerel kabarcığa dahil değil midir hocam?
Peki Orion Kolu da Süt Yolu denen bir plazma ve toz yığınına dahil değil midir hocam?
Peki Süt Yolu da…
6) Evren bir bütündür ve biz bu bütünü keyfi limitler çizip o hudutların neticesinde oluşan keyfi bölgelere göre anlamlandırmaya çalışırız.
Örneğin, 4’ü 3 ve 1’e ayıklarız ve sonrasında 3 1’den büyüktür deriz.
Evet, yaptığımız bu ayrıştırma işlemi neticesinde ortaya çıkan bölgeleri birbirleri ile kıyaslayabiliriz.
Ama yapabileceğiniz bölme işlemleri sonsuz sayıdadır.
4ü 1,11 ve 2,89’a ayıklayıp bu ikisini kıyaslayabilirim.
Veya 3,14 ve 0,86’ya ayıklayıp aynı karşılaştırmayı yine yaparım.
Hatta 4ü iki tane 2’ye böler ve oluşan bölgelerin denk olduklarına hükmederim.
Yapabileceğiniz ayrıştırmalar sonsuz.
Bunu ortaokul ve lise sınavlarında bolca karşınıza çıkan “Yukarıdaki şekilde kaç tane üçgen vardır?” sorularına benzetebilirsiniz.
Ama fiziksel gerçeklik teorik matematiğin uygulama kapsamına girmiyor ise evreni sonsuz nicelikte bölgeye ayrıştıramazsınız.
Zira evreni bir bütün olarak düşündüğünüzde o bütünü sadece “kendisinden daha küçük parçalara bölünemeyecek en küçük yapı”ya ulaşana kadar bölmeyi sürdürebilirsiniz.
Söz konusu yapının ne olduğunu spesifize etmeyeceğim.
Bunu aklınızda isterseniz bir atom olarak canlandırın, isterseniz bir proton, isterseniz aşağı yukarı bir kuark ya da belki Planck uzunluğu.
7) Anlaşılması gereken nokta şu ki eğer evren dediğimiz o “bütün” daha küçük “bütün”lere ayrılabiliyor ise her bir “bütün” kendisini o “bütün” olarak nitelendirmemize neden olan “alt bütün”lerin birikimidir.
Olur da belli bir noktadan itibaren bir “bütün”ü onu oluşturduğunu varsaydığınız daha ufak “bütün”lere ayrıştıramıyorsanız işte o ayrıştırılamayan bütün evrendeki tek gerçekliktir.
Çünkü o ayrıştırılamaz bütün kendisinden büyük tüm “bütün”lerin içeriğini oluşturur.
8) 7. maddeden hareketle söyleyebiliriz ki bir “bütün” kendisini oluşturan daha küçük “bütün”lere sahip değil ise o “bölünemez bütünler”i bir araya getirerek daha büyük yeni “bütünler” meydana getirdiğiniz zaman söz konusu “bütünler”in ne kadar sayıda “bölünemez bütün”ün bir araya gelmesi neticesinde vücut bulduklarını sizin keyfi sınırlarınız belirler.
Örneğin iki “bölünemez bütün”ün aynı karede düşünüldüğü miktar tek bir “bölünemez bütün”ün miktarından daha fazladır deriz.
Bu da bizim varlık algımızı oluşturur.
Önceki örnekte söz ettiğim “yalnız başına duran” “bölünemez bütün”ü aynı örnek içerisinde bir arada durduklarını iddia ettiğimiz diğer iki “bölünemez bütün” ile aynı sınırlar içerisinde kalacak bir çerçeve içerisinde değerlendirirsek bu defa da üç “bölünmez bütün”den oluşan yeni bir miktardan söz ediyor oluruz.
Üç “bölünmez bütün”den oluşan bu yeni miktarı, o miktarı oluşturan “bölünmez bütünler”in birbirlerine olan mesafelerinden daha da uzakta “yalnız başına duran” başka bir “bölünmez bütün” ile mukayese ederim ve içerisinde üç “bölünmez bütün”ün yer aldığı çemberimin ihtiva ettiği toplam madde miktarının çemberimin dışında kalan tek ve yalnız “bölünmez bütün”ün miktarından fazla olduğunu ileri sürerim.
Ve bu işlemi evreni evren yapan tüm “bölünemez bütünler”i kapsayacak bir çember oluşturana kadar tekrarlamam gerekirdi.
9) 8.maddedeki çıkarımlarımız bize evreni alt kompartmanlara ayrıştırarak regüle ettiğimiz boyut algımızın esasında keyfi çemberlemelerden ibaret olduğuna işaret ediyor.
Evrendeki şeylere onların boyutlarına (hacimlerine) göre anlam atfetmeye çalıştığımız bir skala beraberinde bir dolu tutarsızlık ve baş ağrısı getiriyor.
Bir “şey”in ifade ettiği anlam ve değeri ölçmek için onu diğer “şeyler”in miktarları (hacimleri) ile mukayese ettiğimiz bir puan sıralamasına koymak çok fazla ön kabulü ve dolayısıyla bu ön kabülleri yapacak taraflar arasında muhtemel anlaşmazlıkları beraberinde getiriyor.
“Dünya nedir?”
“Ne kadar yer kaplar?”
“Dünyanın atmosferi onun büyüklüğüne dahil midir?”
“Atmosferin bittiği yer neresidir?”
gibi sadece dünya için değil, oluşturduğunuz her bir bölge için sorulması lazım olan bu tetkiklere kafa patlatmanız gerekiyor – ki onca beyin fırtınasından sonra etraflarına keskin köşeli teller ördüğünüz bu bölgelerin her birinin sizin hayal gücünüzün ürünü olduklarını unutmazsınız umarım.
10) Evren adını verdiğimiz “bütün” bölünemeyecek en ufak “bütün”lere kadar ayrıştırılabiliyor ise gerçek olan tek şey kendilerini daha küçük “bütün”lere indirgeyemediğimiz o “bölünemez bütünler”dir.
Çevremizde birbirlerinden farklı boyutlara sahiplermiş gibi algıladığımız her bir şey esasında denk boyutlardaki “bölünemez bütünler”den meydana geliyor demektir.
Burdan yola çıkarak bir balinanın bir insandan daha büyük olduğu, bir dağın bir balinadan daha büyük olduğu, bir gezegenin bir dağdan daha büyük olduğu, bir yıldız sisteminin bir gezegenden daha büyük olduğu, bir galaksinin bir yıldız sisteminden daha büyük olduğu, bir galaksi kümesinin tekil bir galaksiden daha büyük olduğu gibi algısal iddialarımızda kullandığımız her bir basamağın keyfi yorumlamalar dahilinde inşa edildiğini ve mukayeselerimizde kullandığımız öğelerin esasında orda bulunuyorlarmış gibi varsaydığımız ayraçlar ile birbirlerinden ayıkladığımız temelde aynı şeyler yığınları olduklarını aklımızda bulundurmamız gerekiyor.
Sorgulayan bir zihin galaksinin insana görece akıl almaz devasalıktaki boyutu karşısında allak bullak olur iken biraz daha fazla sorgulayan bir zihin insanın galaksiyi dışarıdan gözleyen ayrı bir nesne olmadığını, insanın o galaksiyi galaksi yapan madde olduğunu bilir.
11) 10.maddeden hareketle eğer evren aynı tip ve eşit büyüklükte bölünemez yapı taşlarından meydana geliyor ise evrendeki “şey”lerin boyutlarını ölçüştürdüğümüz bir dizelge hazırlamamız dahilinde listede var olan tüm şeylerin birinciliği paylaşacaklarını söyleyebiliriz.
Zira bu listeye var olan birincileri ikinciliğe düşürecek yeni bir “şey” ilave etmeyi arzuluyor isek halihazırda var olan birincilerinden en az iki tanesini bir arada daire içine aldığımız keyfi bir toplam fikri ile gelmeliyiz.
12) Eğer evren aynı tip ve eşit büyüklükte bölünemez yapı taşlarından değil de, farklı tip ve farklı boyutlarda yapı taşlarından meydana geliyor ise bu farklı hacimlerdeki yapıtaşlarını daha küçük parçalara bölemediğimiz için onları kendi aralarında büyüklüklerine göre tasnif ettiğimiz bir dizin hazırlayabiliriz.
Bu durumda listeye en ön sıraya koyduğumuz en büyük “bölünemez bütün”ü ikinciliğe geriletecek yeni bir “şey” ilave etmek istiyor isek halihazırda birinciliği tutan “bütün”ü kendisi ile aynı bir “bütün” ile veya listede kendisinden daha küçük olan herhangi başka bir “bütün” ile bir arada çember içine aldığımız keyfi bir toplam fikri ile gelmeliyiz.
Skalanın İki Yönü
Bu maddeye değin yapılan açıklamalar sizi yine de tatmin etmedi ve kafanızı bulandırdı ise 1. maddeye yeniden bir bakış atalım:
“Evrende bir şeyin anlam ve değeri onu oluşturan atomların miktarına ve bu miktarın ne kadar bir hacme yayıldığına göre mi şekillenir?”
Bu soruya yanıtımız “evet” ise insanlar olarak esasında pekala “anlamlı” ve “değer içeren” varlıklar olduğumuzu söylemeden edemeyeceğim.
Çünkü çeşitli sosyal medya platformları üzerinde evrendeki “şeyler”in boyut kıyaslamalarının yapıldığı içeriklere maruz kalan kitleler kendilerini kozmik bir anlamsızlık ve çaresizlik içerisinde kaybolmuş buluverebiliyorlar.
Bu içeriklerin birçoğunda insanın en sol tarafta yer aldığı bir cetvel ile başlangıç yapılır ve soldan sağa doğru “İnsandan Daha Büyük Şeyler”e doğru kademeli kaydırma yapılır.
“Evren İnanılmaz Büyük, Vay Beee!” sloganları ile pazarlanan içeriklerin temel stratejileri insanları savunmasız ve hassas hissedecekleri bir pozisyona konumlandırıp onları sözde kendilerinden daha görkemli ve haşmetli “üstün varlıkların” şaşası altında sarsmaktır.
Bu tarz içerik yaratıcılarının insanlara iletmekten imtina ettikleri şey ise insanı başlangıç noktasına koydukları bu uzun skalanın tek yönde uzamadığı, “İnsandan Daha Küçük Şeyler”e doğru tam tersi istikamette de uzayabileceğidir.
Gerçeği söylemek gerekirse skalayı her iki yöne doğru açıp uzun uzadıya serdiğiniz zaman “minnacık ve kıymetsiz bir varlık olan insanın” esasında ne kadar da devasa ve ihtişamlı bir mevcudiyete sahip olduğunu anlayabiliyorsunuz.
İçerik üreticilerinin şahsi ideolojilerini ve hayat anlatılarını dayatabilmek pahasına hakikati çarpıtarak izleyicilerini aşağılık kompleksi türevi duygular ile kendilerini azımsamalarına ve hor görmelerine isteklendirdikleri manipülatif çerçeveye şöyle tarafsız bir pencereden bakar isek şöyle bir sonuç çıkarıyoruz:
Doğrusu hiç de o kadar minik sayılmayız.
Varlığı metre düzleminde 10’un kuvvetleri üzerinden çözümlediğimiz bir skalada insan 10’un 0. kuvveti dolaylarında bir ölçeğe iniveriyor.
Gözlemlenebilir evrenin toplu ebatının metre cinsinden 10’un 27. kuvvetine kadar genişletilebileceği buna karşın teorik olarak en kısa uzunluğun metre cinsinden takriben 10’un eksi 35. kuvvetine kadar sıkıştırılabileceği aklımızda bulunsun.
Düşünsel Bir Yolculuk
“Her şey anlamsızdır.” çıkarsaması doğa bilimlerine ilk adımımızı attığımızda tesiri altında kaldığımız ortalamanın biraz yukarısında tip 1 farkındalıktır, bunun ötesinde düşünebilmeliyiz.
Evet, “insan uydurması” deriz ya hani, çevremize yönelik farkındalığımız biraz olsun ilerlemeye ve “normal insanların” göremediklerini görmeye başladığımızda.
İşte bu sorgulayıcı düşünceye doğru attığımız bebek adımıdır ama halen zayıf ve dirayetsizdir.
Kendimizi toplumdan soyutlarız, onların anlayamadıklarını anladığımızı söyler, bu nedenle üst insan olduğumuzu ileri sürdüğümüz bir kimlik pohpohlaması içerisinde kendimizi yüceltiriz.
Bunu yapmaya son vermeliyiz.
Her yeni bir keşif ve farkındalık ile birlikte keşfedeceğimiz ve farkına varacağımız yeni görüş açıları olduğunu asla aklımızdan çıkarmamalıyız.
İnsanların etraflarında vuku bulan olaylara atfettikleri manaların temelinde insanların o manaları yaratmalarını sağlayan bilişsel becerileri rol oynar.
Bu bilişsel becerileri mümkün kılan beyin en az o beynin işleyip yorumladığı olaylar kadar gerçek ve nesneseldir.
Size “büyükbaş hayvanların insanların tüketimi için yaratıldığını” söyleyen toplumsal mitten araştırma ve bilimsel metot ile sıyrılabilirsiniz.
Büyükbaş hayvanların insanların onları yemeleri için var olmadıklarını, insanların da tıpkı “Büyükbaş Hayvanlar” adını taktıkları canlı türleri gibi doğadaki canlı türlerinden yalnızca biri olduğunu, bir canlı türü olarak insanların kendilerine kar sağlayacak şekilde hükmedebildiği ve istifade edebildiği diğer canlı türlerini tüketim ve çiftlik hayvanları biçiminde tasvir ettiklerini keşfedebilirsiniz.
Ama bu aydınlanmanız “büyükbaş hayvanların insanların tüketimi için yaratıldığını” söyleyen toplumsal anlatının “anlamsız” olduğunu kanıtlamaz.
Sadece o anlatının sizin yeni algısal veri çıktınız ile mukayese edildiğinde “farklı” olduğunu, sizi siz yapan yeni algınız ışığında sizinkinden farklı olan bu farklı algıya “yanlış” sıfatı yapıştırdığınızı gösterir.
Toplumların ve toplumları oluşturan bireylerin çevrelerindeki durum ve olayları yorumlama biçimleri bir anlamdır.
İnsanlık parçası olduğu ortamları çeşitli biçimlerde yorumlamasını sağlayan beyni aracılığıyla ahlak sistemleri inşa etti, dinler yarattı, yasa ve bilimsel yöntem adını koyduğu sistematikler ile çıkageldi.
İnsanlığın yarattığı her şey var olan bir sistemin ürünüdür.
Sizi siz yapan tüm sistemleriniz, organlarınız, hücreleriniz ve atomlarınız evrendeki maddenin bire bir kendisidir.
Bu nedenle sizi siz yapan inançlarınız, amaçlarınız, hayal gücünüz gerçeklerdir, varlardır ve anlamlıdırlar.
Gerçek olmayan bir şeye inanmanız, gerçekleştirmesi imkansız amaçlarınız olması, absürt bir hayal gücünüz olması inandığınız şeye inanmanıza neden olan kanaatlerinizin, varmak istediğiniz hedeflere beslediğiniz tutkularınızın ve fantezilerinizi formüle edebilmenizi sağlayan yaratıcılığınızın var olmadığını göstermez.
“Gerçek olmayan bir şeye inanmak” algısal bir kısır döngüdür.
Zira inandığınız şeye harici perspektiften bakıp o şeyin gerçek olmadığı kanaatine varmanıza yol açan üçüncü şahıs çerçeveniz de sizin yine izafi muhakemenizdir.
Bu noktada “dogma” ve “bilimsel yöntem” şeklinde aralarına yüksek duvarlar bina ettiğimiz kanılarımız temelde aynı tekilliğe işaret ederler.
Dünya’nın düz değil de geoit olduğu kanısına varmamız ile düz dünya savunuculuğu yapmamız arasındaki temel ayrım bu kanaatlerimizin vuku bulmalarına yol açan olaylar silsilerinin çeşitliliğinden ibarettir.
“İşte bakın, dünyanın uzaydan çekilmiş uydu görüntüleri orada, inanmıyorsanız kendi gözlerinizle bakın!” ısrarcılığımızı körükleyen başlıca neden “dünyanın uzaydan çekilmiş uydu görüntülerine bakmak” eyleminin de algı organlarımız aracılığıyla gerçekleştirilen öznel bir deneyim olduğunu “göz ardı” ediyor olmamızdır.
Doğa bilimlerine başlangıç düzeyinde ilgi duyanların evrenin anlamsız olduğuna yönelik kısa yoldan vardıkları bu yüzeysel intikalin temel sebebi bir hevesle kendilerini bilim ve sorgulayıcılığa savuruverenlerin bilimin kapısından içeri adım atar atmaz öğrendikleri karşısında boğuluverip küçük yaşlardan beri kendilerine telkin edilen toplumsal öğretiler etrafında şekillenen kognitif pusulalarının 180 derece ters takla atması.
Çocukluğundan beri kendisine “O inek sen onun sütünü içesin diye var.” denilen birisi doğa bilimlerinden alacağı ilk yudumda “O ineğin sütü ben içeyim diye orada değilmiş. Biz inek bizim yararımız için yaratılmış şeklinde yorumluyormuşuz. Demek ki kendi kendimize anlam uyduruyoruz.” tepkisi ile hayrete düşecektir.
Ama bu toy filozof adayı şaşkınlığını bastırmayı bilmeli ve olayları daha kapsayıcı bir şekilde irdelemeyi öğrenmelidir.
Atalarımızın “yanlış” dünya idraklarının da onların bilişsel kanılarının bir ürünü olduğunu ve bu nedenle kendi bilişsel algılarımızın neticesinde “bilimsel” ve “doğru” olduğunu ileri sürdüğümüz güncel dünya idrakımız kadar var ve gerçek olduklarını bilmeliyiz.
Çünkü günümüzde “geçmişte yaşamışların sanrıları” şeklinde küçümseyip anlamsız oldukları gerekçesiyle elimizin tersiyle bir kenara ittiğimiz her inanç, her ideoloji ve her dava birileri için fazlasıyla kıymetlilerdi ve ömürlerini o “sanrılar” etrafında şekillendirip yön verdiler.
Ve bizler şu anda tarihi o cahil insanların doğruluklarından pek emin oldukları sanrılarını birbirleriyle çarpıştırdıkları savaşlar ile dolu bir gezegende yaşıyoruz.
Her biri o kadar yanlış ama her biri o kadar da tarihe yön verecek kadar etkili ve anlamlı.
Hiçbir şeyin anlamı olmadığı hususunda ısrarcı bir düşünür olabilirsiniz.
Ama anlamsızlık ve hiççiliği müdafaa eden bu öğretiniz ile sizin eserlerinizi okuyan, sizin konuşmalarınızı dinleyen, sizin kafa yapınızı benimseyen insanların hayatlarında iz bırakacaksınız.
Size hayatın anlamsız olduğunu düşündüren sanrınız bir o kadar hatalı ama bir o kadar da tarihe yön verecek kadar etkili ve anlamlı olacak.