“(Allah), Göklerde ve yerde olanların hepsini hizmetinize sundu. Bunda düşünen topluluklar için ayetler vardır” (Casiye 45: 13). “Düşünen topluluklar/tefekkür eden kavimler” ifadesi aynı zamanda düşünmeyen toplulukların da bulunduğuna işarettir. Allah’ın insana diğer varlıklardan farklı bir yönelişi var. Bu gerçeği kavramak için, evreni doğru okumak gerek. Bu noktada düşünmek ve okumak eylemlerinin çok önemli olduğu “ayetler vardır” ifadesinden kolayca anlaşılmaktadır. Buradaki ayetlerden kasıt, Kur’an’daki “ayet” olarak adlandırılan cümleler değil, Evren’de bulunan varlıkların insanın hizmetine sunulmuş olmasında ayetlerin, delillerin, kanıtların, hüccetin bulunduğu anlaşılmalıdır. Göklerde ve yerde insana sunulan şeyleri “nimet” olarak değerlendirirsek, bir nimet-insan ilişkisinin bulunduğu apaçık ortaya çıkar. Başka bir ifade ile her insan bunu görüyor ve yaşıyor. Tam da bu bağlamda bir haftadır Türkiyeli ve konuya ilgi duyan diğer bazı ülkelerin insanları bu ilişki çerçevesinde meydana gelen büyük bir olay üzerinden insanı, yani kendisini konuşuyor…
Bu noktada Hıristiyan teolojisinin çok önemli ve değerli bir ilkesini hatırladım ve hatırlatmak istiyorum. Hıristiyan, (belki de böyleleri için Nasara/Nasraniyyun ya da doğrudan Hz. İsa bağlıları demek daha doğru olabilir) şöyle diyor: “Biz Tanrı’yı, ellerimizi göğe açıp göklerde aramayız; O’nu kendi dışımızdaki insan ve diğer varlıklarla olan ilişkilerimizde ararız!” Şimdi, neden aynı tonajda çıkarılan kömür için, can kaybı bakımından Türkiye diğer ülkeleri 3’e, 5’e, 7’ye katlıyor, anlaşılabiliyor mu? Konumuz insan! İşte bu insanı, kendi dışındaki insanlar, kendisi için yaratılan nimetler ve de tabi ki Tanrı ile birlikte düşünmek gerek…
3 Mayıs 2014 günlü (yani Soma Yeraltı Kömür Yangınından 10 gün önce) sitedeki “İnsan(1)” başlıklı denememizde; “Kur’an-ı Kerim’in bütün mesajları, evrendeki her biri bir ayet olan bütün varlıklar, her şey ama her şey çeşitli yönleriyle insanın ilgi ve görev alanı içindedir. Bildiğimiz, bilmediğimiz; insanın yaptığı bütün eylemleri ve yaratılan nimetlerin tamamı insan içindir; bu anlamda insan ölümden, hastalıktan, açlıktan ve daha birçok sıkıntıdan kurtarılmak istenir; insan için… Savaşlar, barışlar, bilim, teknoloji, sanat, edebiyat, her şey, evet her şey insan için; dahası var: insan öldürülür, insan için… Bu sonuncusunda kişi başkasının canını ortadan kaldırırken, aslında tüm insanlığı ya da doğrudan kendisini öldürmüyor mu? İnsanın kendisi kendi için!” sözlerini paylaşmıştık. İşte yazı yayına girdikten on gün sonra Soma’da Yeraltı Kömür Yangını meydana geldi ve resmi açıklamalara göre 301 insan öldü. Ölenlere Allah’tan mağfiret, yakınlarına gerçek anlamda güzel bir sabır diliyorum. Yangından dört gün sonra Soma’ya gittim. Olay sonrası Soma havasını teneffüs ettim. Oksijen, Karbon monoksit, karbon dioksit, şu oksit, bu oksit eskiden beri bilinen şeylermiş Soma’da. Normal ve birkaç kişinin kaza ile ölümünü de herkes gibi bilirmiş, Soma’lı. Ama şimdi bir kömür işçisinin sözüyle Ölüm Şehri olmuş, yas içinde Soma. Zaten Soma’da yavaş ölüm hep varmış da şimdi kitlesel ve birdenbire olunca, bunu herkes anlamış…
Kahvede “Yavaş ölüm” ün ne olduğunu sordum. Kamyonu ile kömür nakliyatı yapan bir şoför, “Soma’lı, kömür tozu ile kömür ateşi dumanlı hava solur ve bir de sürekli kül yutar” dedi. Buradaki “Soma’lı” demek Türkiyeli demektir, çünkü bilindiği gibi Türkiye’nin birçok yerinden insan var Soma’da. Şehrin her yerindeki cadde ve sokaklarda yakın aralıklarla “Çevik Kuvvet” polisleri var. Pazar günü her türlü gösteri ve yürüyüş yasak olduğu için ve biraz da kendi psikolojik havası nedeniyle şehir çok sessizdi. Sadece adliye önünde meraklı ve ölenlerin yakınları ile kalabalık bir medya görevlisi vardı. Mezarlıktaki hava daha değişikti. Burada da bir sessizlik vardı. Kızılay ile çeşitli Vakıf ve Yardım kuruluşları insanlara yiyecek ve içecek dağıtıyorlardı. Çeşitli cemaatlerin mensupları da küçük poşetler içinde kumanyalar ikram ediyorlardı. Bunlardan bir grup, kurdukları bir stantta ısrarla herkese kumanyalarından vermeye çalışıyorlardı. Almayanlara, ya da almak istemeyenlere de ısrarla vermeye çalışıyorlar ve manalı bir şekilde “Bunlar okunmuş, lütfen alın!” diyorlardı. Küçük bir poşet içinde, küçük pet bir su ve bir de küçük bir kâğıt paket var. Pakette ne olduğunu bilmiyorum. Merakımı gidermek için bir tane almıştım, ama onu da arkadaşın arabasında unuttum. İçindekinin ne olduğunun ne önemi var, “okunmuş” ya sen ona bak!
Bu “okunmuş su” meselesi, üzerinden giderek kendime şunu sordum: bu kişilerin içlerindeki yöneltilmiş ilgileri nereye ya da neyedir? Stantlarında mensubu oldukları(bağlısı bulundukları) gruba ait derneklerinin adını iyice görünebilir bir şekilde bir tabela ile belirtmişler. Şimdi bu kişiler burada hayır mı yapıyorlar, yoksa kliklerinin reklam ve propagandasını mı? Onların dağıttıkları ihtiyaç maddelerini belediye ve Kızılay fazlasıyla her yere koymuş, isteyen istediği kadar alabiliyor. Peki, belediye ve emniyet bunlara böyle bir eylem için neden izin verdi, hem de mezarlıkta? Bence bu soru sorulmalı… Burada bir istismar söz konusu değil mi? Dernek araçlarının plâkaları (34) idi, yani İstanbul’dan gelmişler. Bu noktada insanın aklına şu geliyor: su ve kek dağıtmak için, (bu ihtiyaçlar kamu aracılığıyla karşılanmakta olup) acilen gerekmediği halde izin var, ama insanları bilgilendirmek, haklarının bilincine varmalarına yardımcı olmak için yapılacak eylemlere izin yok. Bence bu çok ahlaki ve adaletli değil. Burada başka bir çelişkiden söz etmek ya da soru sormak gerekiyor: Avrupalı ve Amerikalı maden hırsızları, Afrikalının malı olan madenleri çıkarıp ticaretini yaptıklarında, belki ilgili devletlere ödedikleri azıcık vergiden başka o yöre insanlarına bir şey vermiyorlar. Sadece çok düşük ücretlerle kendi malı olan madenlerde başkası için çalıştırılıyorlar. Ey fark, neredesin!
Ülkemiz çok çeşitli çelişki ve yanlışlıklar içinden geçerek bu günlere geldi. Örneğin; Kürt halkına karşı yürütülen yanlış politikalar, askeri, yargı ve patron vesayetleri, uydurulmuş din ile insanları uyutma ve sömürme stratejileri; bunların hepsi yakın geçmişte açığa çıktı. Artık gerçek anlamda insan hak ve özgürlükleri, adaletli gelir dağılımı, din ve mülk anlayışının ciddi bir şekilde gözden geçirilmesi zamanı gelmiştir. Bu anlamda maden konusu hakkında şunları hatırlamakta yarar var. Toprağın altındaki ve üstündeki her türlü varlığın sahibi Allah adına halktır, buna “kamu nimetidir” de diyebiliriz. Böyle olunca maden nimetinden yararlanma konusunda bir haksızlığın olduğu apaçık ortada. Çok kolay anlaşılabilir şekilde şöyle söyleyebiliriz. Halkın davarını otlattığı, ormanından, suyundan, av hayvanından ve havasından yararlandığı bir arazide maden ocakları açıldığında, o bölgede yaşayan insanlar bunların hepsinden mahrum kalıyorlar. Bu da çoğu zaman kapitalistin keyfi, güç hırsı, mal ve para sevdası için oluyor. Sonuca bakar mısınız? Halk, hem kendi nimetlerinden yoksun bırakıldı, hem Allah’ın onun için yarattığı nimeti başkası tarafından alınırken ölümüne sebep olundu. Soma Yeraltı Kömür Yangını nedeni ile ölen onca insanın bıraktığı büyük acıdan gerekli ders çıkarılmalı ve “İNSAN” sorumluluğunu ve gereğini yerine getirmelidir. Bu aşamada üzerinde önemle durmamız gereken bir konu daha var, o da “Allah’ın Takdiri” meselesidir…
“Allah’ın takdiri” meselesi, son bir haftadır insanların en çok kullandığı ve üzerinde konuşup yazdığı konulardan birisi oldu. Buna bağlı olarak alın yazısı, ecel, sabretmek, isyan etmek/etmemek, ölülere dua ve Mushaf okumak, şehitler/şehitlik konu ve kavramları sürekli gündemde kaldılar. Yaşanan olay ve acıdan sonra bu konuların doğal olarak, kendiliğinden gündem alması çok normaldir. Zaten söz konusu ifade, dinsel ve geleneksel olarak işlevselliğini sürekli koruyan toplumsal bir dinamiktir. Toplumu yöneten otoriteler de bu tür doğal dinamiklerin korunması hatta desteklenmesi yönünde çaba harcarlar. Bilindiği gibi, böyle zaman ve olaylarda Diyanet teşkilatına daima bir görev düşer. Şunu açıkça vurgulamak gerekir ki, muhafazakâr ve epeyce bir kısmı dindar olan toplumlarda bu araçlardan en kuvvetli olanı “Allah’ın Takdiri” inancıdır. Hele bir de toplumda “hayır ve şer Allah’tandır” inancıyla “şer” de Tanrı’nın işleri arasına yerleştirilmişse, “Allah’ın Takdiri” ifadesi gerçekten çok kuvvetli bir işlevsellik kazanır. Zengin-fakir, yöneten-yönetilen, şu ya da bu etnik kökenlilerin, herhangi bir tehlike ya da düşmana karşı birleşebilecekleri tek bir ortak değer vardır, o da “DİN”. Bu bağlamda “Allah’ın Takdiri” de tam olarak dinsel bir ifadedir. Dolayısıyla bu ifadeyi kullananların niyet ve amaçlarına iyice bakılmalı ve dikkatli olunmalıdır.
Doğru olduğuna inandığım “Allah’ın Takdiri” örnekleri: Suyun yukarıdan aşağıya akması, buna bağlı olarak önüne bir bent yapanın su değirmeni kurarak un öğütebileceği; çıraya alevli bir kibrit yaklaştırıldığında çıranın yanması ve aydınlatması; köprüyü tüm doğru dayanım, ısı ve hareketlilik hesaplarına göre yaptığımızda işimizin görüleceği, çökme ve yıkılmanın olmayacağı, teknik şartlarına uygun yapılmadığında ise köprünün iş görmeyeceği; yeraltındaki kömürlerin kızışıp yanmamaları için soğutulduğunda yangının meydana gelmeyeceği, yeterli bir şekilde soğutulmadığında yangının çıkacağı ve oradaki insanları yakarak ya da zehirleyerek öldürecek olmasıdır… “Allah’ın Takdiri” konusunda daha çok bireysel ve toplumsal konularla ilgili olmakla birlikte “sünnetullah” kavramı, öğretici ve yardımcı olabilir. Sonuç olarak; 301 insanın, ihmal sonucu olduğu söylenen bir nedenle ölmesinin büyük bir acı, öfke ve gerginlik doğurması yetkili ve ilgililerce yadırganmamalıdır.