Sorumluluğun eşitlenerek paylaşıldığı gönüllü hiyerarşi sistemine göre düzenlenen doğal toplumsal varoluştan, şu ya da bu şekilde sorumluluğun birilerine yüklendiği zora dayalı hiyerarşiye geçişin tarihsel ve toplumsal nedenlerini açıklamak elzemdir. Bu açıklamanın ardından, toplumsal ilişkilerden, zora dayalı/otoriter hiyerarşinin nasıl yalıtılacağını ve eşitlikçi sorumluluk bilincinin nasıl güçleneceğini de açıklamak stratejik bir önem arz eder. Sonuçta toplumsal ilişkilerin zora dayalı hiçbir bağımlılık içermeden, tamamen vicdani ve ahlaki bir derinlik, yani bilinçli bir gönüllülük kazanabilmesinin yol, yöntem ve üslubu çözümlenmelidir.
Gerçekçi bir hiyerarşi kuramı, özellikle hiyerarşi ve demokrasi arasında kurnazca belirsizleştirilen hatları açığa çıkarıp keskinleştirmeli ve toplumsallaşmanın “zorunlu” ve kaçınılmaz farz edilen bu kategorilerini, hem tarihsel hem de toplumsal olarak netleştirip, tamamen farklı ve yeni orijinal bir temelden hareketle düzenlemelidir.
Toplumsal sistemler arasındaki farklılaşma ve ayrışmanın ölçütü yani ekonomik, politik ve kültürel ayrışmaları belirleyen temel ölçüt nedir? Yaşamın farklı alanlarında ve özellikle yaşamın bütünsel doğal döngüsünde, özgürlüklerin ve sarsılmaz bir adaletin olası sınırları, nasıl ve ne şekilde belirlenmektedir? Bunları belirleyen ölçütler noktasında ayrışma, temel bir önem arz etmektedir. Toplumsal sistemler arasındaki ayrışmanın ölçütü; ekonomik ve politik ayrışmalardan daha öteye geçerek, özellikle yaşamın bütün alanlarında, özgürlüklerin ve adaletin sınırlarının nasıl ve ne şekilde belirlendiği olmalıdır. Bu sınırın sonu, vicdanların; toplumsal adalet bilinciyle özgürleşmesidir.
Hiyerarşi ve demokrasi kavramlarındaki ayrışmanın odak ve çıkış noktası ve bu kavramların ayrışmasındaki ölçüt; toplumsal yaşamdaki temel hak ve özgürlüklerin, toplumdaki barış ve hoşgörün esas dinamiğini oluşturmasından hareketle belirlenmelidir. Toplumsal adaletin ancak bu temelde sarsılmadan korunabilmesi olanaklıdır. Özgürlüğün servet ve mülkiyetle sınırlandığı ve mülksüzlerin adalet önünde eksik, yetersiz ve hakir görüldüğü bir adalet ne kadar etiktir? Bu soruya cesur, gerçekçi ve dürüst bir yanıt verilmeli ve özgürlükle adalet arasındaki bağları belirleyen zora dayalı hiyerarşik bağlar koparılmalıdır. Dünya nimetlerini oburca sahiplenme, mülk hırsızlığı ve bunları koruyan zora dayalı hiyerarşi ağları; toplumsal ayrışma, fesat ve bozgunculuğun temel tarihsel nedenidir.
Toplumsallaşma tarihinde, hiyerarşiden devlete ve oradan sahte gösteri demokrasisine çıkan yolun, toplumsal yaşamda adalet ve özgürlük üretmediği, tam aksine bu yolun, hak ve özgürlükleri kısıtlayarak, daha kasvetli ve keskin bir adaletsizliğe çıktığı anlaşılmalıdır. Öyle ki özgürlükleri kısıtlama ve denetim, iktidara itaat ve rıza mekanizmaları, gittikçe daha ince ve hassas araçlar yaratılarak geliştirilmiş ve gösteri demokrasisine itaat için demokrasiye sürekli yeni makyajlar yapılmıştır. Hak ve özgürlüklerdeki geçici esnemeler ve açılımlar, hiçbir zaman sonuna kadar eksiksiz ve bütüncül değildir. Demokrasiyi esneten ve buruşturup kırıştıran dinamikler, zorba itaate karşı çıkan ve tarihsel derinliği olan, akışkan ve çoğulcu çok yönlü hak mücadeleleridir.
Zorba hiyerarşik güçlerini dokunulmaz kılan egemen iktidarlar, hiyerarşinin; demokrasi ile olan tutkulu bağımlılığını şekillendirirken, ezilen yoksulların çok yönlü hak mücadelelerini saptırma, bölme ve yumuşatma noktasında, gösteri demokrasisini bir dalgakıran olarak kullanmaktadırlar. Bu yetenekleri, tarihsel süreç içinde daha da gelişmiş ve hiyerarşinin derinlere gizlenmesinde gösteri demokrasisini bir kamuflaj aracı olarak kullanmakta ustalaşmışlardır.
Hiyerarşi, tarihteki ilk toplumsallaşmadan itibaren var olduğundan dolayı toplumsal yapıya nüfuz edişi ve hâkimiyeti çok daha kalıcı ve öncelikli olmuştur. Demokrasi, hiyerarşiden çok daha sonra tarih sahnesine çıkmış ve demokrasinin oluşumu içinde, hiyerarşinin; kolaylıkla ve tam anlamıyla demokrasiye nüfuz edebilmesi ve demokrasiyi şekillendirebilmesi mümkün olmuştur. Hiyerarşi ve demokrasi arasında, zorunlu ve kesinlik içeren bir ilişkinin ve hiyerarşinin belirleyiciliği altında açık bir bağımlılığın var olması gerektiği, toplumsal bilinç ve toplumsal hafızaya adeta kazınmıştır. Öyle ki “Demokrasinin, hiyerarşi olmadan yaşayamayacağı aşikârdır.” denilmektedir.
Her kuramsal tasarım ve yapısal işlevde olduğu gibi, hiyerarşi ve demokrasiden, iktidar güçlerinin anladığı veya iktidar güçlerinin hiyerarşi ve demokrasiye verdiği anlam ve işlevle, baskı altına alınan yoksul ezilenlerin hiyerarşi ve demokrasiye verdikleri anlam ve işlev birbirinden çok farklıdır. Ezilen yoksul halklar, hiyerarşi ve demokrasi konusundaki tarihsel okumalarını, ‘genellikle’ egemenlerin çizdiği tarihsel bilinçle oluşturmakta ve derinlikli bir bakış açısına ulaşmakta zorluk çekmektedirler. Hiyerarşiyi kavramakta önlerindeki en önemli engel ise demokrasi kavramına yükledikleri anlam ve işlevlerin, tarihsel yanılgılar içermesidir. Bu yanılgıları yıkmak için; demokrasi tarihinin, esas olarak hiyerarşinin geliştirilme tarihi olduğu ve hiyerarşinin, demokrasinin beşiği ve ana ocağı gibi bir işlev gördüğü yani demokrasinin, bizzat hiyerarşi tarafından beslenip büyütüldüğü gerçeği, en açık biçimde kavranmalıdır.
İktidar güçleri arasında toplumsal tarih boyunca hiyerarşiye bakış açısı ve hiyerarşinin yaygınlaştırılma biçimi konusunda farklı yaklaşımlar ve çatışmalar olmuştur ve olacaktır. İktidar güçlerinin bir kısmı, savaş ekonomisinin ve uzman bürokrasinin küresel çapta güçlendirilmesinden hareketle, hiyerarşinin zora dayalı bir tarz ve yönde geliştirilmesini istemektedir. Bir kısmı da yaratılan küresel kültür endüstrisi ve dev teknolojik gelişmeye koşut olarak hiyerarşinin; rıza, ikna, yanılgılı benzetim ve kültür hegemonyasına dayalı, hileli bir güdümleme yönünde işletilmesini savunmaktadır. Diğer önemli bir kısmı ise, bu iki işlevi somut şartlara göre daha uzmanca birleştirmenin gerekli olduğunu iddia etmektedir.
Günümüzde en demokratik olduğu iddia edilen ülkelerin, hiyerarşiyi küresel çapta yaygınlaştırma ve küresel denetimlerini arttırma noktasında en ileri giden ülkeler olduğu açıktır. Demokrasi bayrağını göklerde dalgalandıran Anglo-Saxson dünyanın -yani İngilizce düşünenlerin egemenliğindeki dünyanın- ağırlığını hissettirdiği küresel iktidarın çelik çekirdeği olan G-8 ve onun denetimindeki G-22, küresel hiyerarşinin tepe noktalarını oluşturmaktadır. İnsanlığı, küresel demokrasinin dünyaya barış ve güvenlik getireceğine inandıran, küresel hiyerarşi çekirdeği; esas olarak ve öncelikle kendi güvenliğini ve iç barışını korumayı düşünür ve yeryüzündeki gösteri demokrasilerini de buna bağımlı ve hizmet edecek şekilde düzenlemeyi arzular. Bu hiyerarşik diziliş içinde, ‘demokrasiyi’ kendi çelik hiyerarşilerine, kendi içsel karar alma mekanizmalarına alet etmek isteyen egemenlerin, barış ve demokrasi masalına inanmak ve “barışçıl bir demokrasi için mücadeleyi” temel almak, daha baştan en derin ve büyük bir sapmanın yoluna girmektir. Çünkü “Küresel Demokrasi”nin kabuğu kazındığı zaman çekirdeğinde açığa çıkan esas olgu; en acımasız, en katı ve en keskin kurallarla işleyen zorba bir hiyerarşi ve yeryüzünde insanlığı öğüten cehennemi bir savaş ekonomisidir.
İktidar güçleri, devletin omurgası olan “Hiyerarşinin varlığını sürdürebilmesi için demokrasiye bütünüyle, yani bütün araç ve amaçlarıyla ihtiyacı yoktur veya demokrasi sınırlanmalı, budanmalıdır” görüşünü geçmişte savundular ve gelecekte de savunmaktan çekinmezler. Toplumsal tarihin birçok döneminde bu azgın güçler, hiyerarşinin açık, şeffaf ve güçlü bir demokrasiye ihtiyacı olmadığını ve çıplak acımasız, katı hiyerarşiye geri dönüşün çıkarlarını korumak için zorunlu olduğunu iddia ettiler. Bu görüşlerini kurdukları diktalar ve cuntalarda toplumsal pratiğe aktarmış olan despotik yönetimler, milyonlarca insanı katletme pahasına, liberal demokrasiden olabildiğince yalıtılmış katı bir hiyerarşi temelindeki totaliter ve otoriter sistemleriyle, hiyerarşinin statükocu, muhafazakâr savunucuları oldular.
İktidar güçlerinin günümüzdeki ağırlıklı bir kısmı ise ‘anayasal parlamenter demokrasiyi’, devasa ölçülerde üretilip yayılabilen algısal yanılgıları savunan ve ayrıştıran bir merkeze dönüştürmeyi başarmıştır. Astronomik bütçelerle halkların sırtından çıkan seçim mekanizmaları ve sözde demokratik partiler, bu tiyatronun aktörlerinden başka bir şey değildir. Üstelik bu planı, halkların yükselen özgürlük ve adalet arayışlarına karşı bir çözüm ve yanıt olarak sunmaktadırlar. 2. Paylaşım savaşı sonrasında egemen küresel iktidar, “kadim” sistemlerinin bekası için, güçler ayrılığına dayanan ve anayasal parlamenter seçim sistemleriyle süslenen liberal demokrasileri; yeni baştan ve ölümle korkutup sıtmaya razı etmek rolüyle sahneye sürmüştür.
Süregelen iktidar güçleri, tarihsel çıkarlarını daha rahat savunabilecekleri eski kalıpları parçalayıp, böylesi yeni kalıplar oluşturmaktan asla vazgeçmezler. Öyle ki iktidar güçlerine karşı tarih sahnesine çıkan her direnişçi güç ve direnişçi düşünce; hiyerarşi ve demokrasi arasındaki tarihsel derinliği yakalayamadığı ve hiyerarşi ile demokrasi arasındaki kopmaz bağları çözemediği için, bir süre sonra iktidar güçleri tarafından özümsenmekten ve başlangıçta belirlediği öz ilkelerden taviz vererek, tanınmayacak bir biçime büründürülmekten kurtulamamıştır.
Direniş safları; öncelikle direniş zihninin özüne dönüş için ve iktidar güçlerinin direniş saflarına sinsice ve kurnazca soktuğu zihinsel karmaşıklıktan ve zararlı alışkanlıklardan temizlenmek için, muazzam bir mücadele yürütmek zorunda kalmaktadır. Bu kapsamlı ve derinlikli mücadelenin ana eksenini ve stratejik yönelimini ise, temel bir yaşam biçimine dönüştürülen zora dayalı hiyerarşik yaşamın terk edilmesi ve temel bir zihin kalıbı ve düşünce sistematiğine dönüşen hiyerarşik düşünme mekanizmasının yıkılması oluşturmaktadır.
Tabi ki buğulu, sisli uzak görüşü olmayan bir bilinç, demokrasi tarihini, zora dayalı bağlardan veya zorunluluk içeren ilişki tarzlarından gittikçe daha fazla gönüllülük içeren toplumsal ilişki ve bağlara doğru geçişte, olumlu birçok işlevi olan bir aşamalar zinciri olarak görür. Gönüllü hiyerarşiye geçiş aşamasında da, demokrasi aracının kullanılmasının zorunlu olduğunu ve demokrasinin, zora dayalı hiyerarşiden tamamen ayrıştırılarak çıplak, yalın, sade ve katışıksız kalabilmesi için toplumsal bir mücadele yürütülmesi gerektiğini savunur.
Ancak bu savunma, boş bir hayal ve beyhude bir çabadan ibarettir. Bu zihniyet, daha en başta elini ayağını bağlaması için zalim sisteme teslim olmaları için halkları acımasız bir yanılgıya sürüklemektir. Çünkü hiyerarşik devletin 2500 yıllık demokrasi tarihi, köleci demokrasiden burjuva demokrasisine varıncaya kadar, halkları demokrasi masallarıyla avutma tarihidir.
Ezilen halkların, aralarında gerçek manada özgür ve adaletli toplumsal ilişkiler ağı oluşturabilmeleri ve dürüst, erdemli bir gelecek kurabilmeleri için, zora dayalı hiyerarşik bağlardan bütünüyle arınmaları ve toplumsal yaşamlarını, tamamen gönüllü bir şeffaflığa dayandırmaları zorunludur. Bizim bakışımızla savunulan demokrasi anlayışı, egemen iktidarların 2500 yıllık demokrasi masalını bıçakla kesip atmakta ve muazzam bir şekilde kirletilen bu kavram ve tasarımı eski manada kullanılamaz bir hale getirmektedir.
Toplumun, geçmiş süreçlerin tortu, pislik ve pasından arınarak yürüdüğü değişim ve dönüşüm mücadelesi, geçmişin egemen kavramlarını ve zihniyet kalıplarını parçalayarak ilerler. Egemen hiyerarşik söylemin “Demokratik İşleyiş” kavramı yerine, tarihin derinliklerinden halkların belleğine süzülüp gelen, rekabet ve imtiyaz üretmeyen ‘imece’ kavramı daha uygundur. Ortaklaşmacı-eşitlikçi ilişkiler ağı kurma iradesi, doğrudan katılımcı ve özerk toplumsal yaşamı oluşturma arzusu ve eşitler arası sorumluluk bilincini geliştirip koruyan daha nice erdemli yaşam nüvelerinin kaynaştırılması, bu dayanışmacı ve paylaşımcı kavramı besleyip derinleştirecektir.
Batı kültür tarihinde demokrasiye verilen değer, Doğu ve Güney kültür tarihinden çok daha fazladır. Öyle ki Doğu ve Güney kültürü, demokrasi ile yoğrulmamış ve Doğu ile Güney yaşam biçimi, demokrasiyi içselleştirmemiştir. Bu durum Batı tarafından, tarihsel bir gerilik ve bir eksiklik olarak gösterilmekte ve Doğu ile Güney toplumları aşağılanmaktadır. ‘Demokrasiden tarihsel olarak uzak kalmak’, ‘insanlıktan kaçmak ve çıkmak’ olarak algılatılmakta ve oluşturulan bu algılarla, insanlığın bu kesiminin kendini küçük, basit ve ilkel görmesi sağlanmaktadır. Böylece Doğu ve Güney halklarının, “tam demokratik” olan yeryüzü egemenlerine olan hiyerarşik bağımlılık ve itaatleri, meşru ve zorunlu kılınmaya çalışılmaktadır.
Liberal demokrasinin beşiği olan Avrupa ve onu daha da geliştiren Amerika’nın dünya halkları açısından ne derece demokratik oldukları elbette tartışmaya çok açık bir konudur. Halklara ders ve öğüt verenlerin, dönüp önce kendi yaptıklarına, etik ve mantık olarak bakmaları gerekir. Bu etik ve mantık, her açıdan çürümüş ve kokuşmuştur.
“Dünya demokrasisi” gibi bir muğlaklığı savunan bu katı hiyerarşik zalim iktidarların, halkların günlük yaşamına sundukları “demokrasi” ucubesine bakanlar, zalimlerin taşıdıkları samimiyetin, su kaldırmaz bir şekilde kuşkulu olduğunu görebilirler. Zalimlerin en büyük korkusu da bu konudaki kuşkuların, tavizsiz bir inanca dönüşmesidir.
Eğer insanlığın bir kısmı hala cehaletin içinde kör kalmak istiyorsa ve umursamaz, bencil bir ikiyüzlülük içinde gerçeklerden kaçıp korkuyorsa, bu kaçışın suçlusu sadece zalimler değildir. Esas neden, gerçekleri savunma yükünün, bizlere hala çok ağır gelmesidir.
Bu “Bolluk ve Tüketim Demokrasilerine” imrenerek bakanlar, bu utanç demokrasilerinde ve dünyanın çoğunluğunda sürekli işsizlik, açlık, yoksulluk riski içinde yaşamaya ve evsiz, sağlıksız, eğitimsiz bırakılmaya mahkûm edilen insanlığın ahını dinlemekten daha ne kadar kaçabilirler? Kainatın mülkü Hakk’ındır ve Hakk’ın mülkünü çalmak kafirliktir. Bu iğrenç sahtelik; ne kadar büyük bir duygusuzluk, uyuşturma ve çarpıtmayla beslense de insanlığın sızlayan ilahi vicdanı ve fedakârlığı asla uyuşturulamayacak ve bir şekilde güçlenip yeniden mazlumların hakkını koruyacak sarsılmaz bir güce ulaşacaktır.