- 2. Halîfenin Kabîlesi
“Hilâfet Kureyş’tendir,[1] emirler Kureyş’tendir,[2] imamlar Kureyş’tendir.[3]” benzeri hadîsleri ele alan Kadı İyâz’a[4] göre halîfe’nin Kureyşli olması şartı Sünnî ulemânın ortak görüşüdür. Sakife günü Ensar’a karşı Ebu Bekir ve Ömer, halîfe’nin Kureyşli olması hadîsini söylediklerinde hiç kimse onlara karşı çıkmamıştır.[5] Ancak şûrâ âyetleri, yönetim biçimiyle ilgili âyetler ve Medîne Sözleşmesi’ni okuyan herkes görür ki Kur’ân ve Peygamber’in bir halîfe ataması imkânsızdır. Çünkü ilgili kaynaklar insanlığı ortak akla, meclise, yerel yönetimlerin yetkilendirildiği üst yönetim birimine çağırırken karizmatik bir lider öncülüğünde kurgulanan sürüleşmeyi reddetmeye; vicdân, akıl, sağduyu, barış, kardeşlik, dayanışma, eşitlik ve paylaşım gibi değerlerin temelinde inşâ edilen bir hukûk düzeni kurmaya davet etmektedir. Kur’ân ve Peygamber’in emîr, imam ve halîfe atama diye bir derdi yoktur.
Peygamber’in ölümünden sonra kaybettikleri olanakları yeniden kazanmak isteyen başta Emevî soyu olmak üzere pek çok grup, İslâm kalesinde açtıkları delikten girerek egemenlik kazanmak için kutsal dayanaklar bulmak zorundaydılar. Bunun yolu âyetler olamayacağı için tek yol hadîs uydurmaktı ve onu da başarıyla yaptılar. Fakat sadece hadîs uyurmak yetmezdi, bunu mezhep görüşüne de dönüştürmek ve mezhep üzerinde üretilen âidiyet ve kimlikle de perçinlemek gerekiyordu. Dönemin toplum mühendisleri bunları da yaptılar. Mezhepten çıkmak veya bir mezhebe girmemek Tanrı’ya, Peygamber’e ve devlete isyan sayıldığı için de insanlar katledildi. Katliamlar, mala çökmeler ve sürgünlerle terbiye edilen toplum; fetvâlar ve mezhep içtihatlarıyla birlikte pasif, kaderine razı olan, gerçek sebebini bilmeden sultanın cihat çağrısıyla askere gidip ölen, padişahın masraflarını vergileriyle karşılayan ve sultanın saraylarında keyif sürmesi için gerekirse her şeyi elinden alınabilen robotlara dönüştürüldü. Ecdâdımızın yolu, atalarımızın sünneti, babalarımızın kültürü, gelenek ve göreneklerimiz diye yere göğe sığdırılamayan ata-tapıcık ve devlet kutsayıcılık yolu işte budur. Ecdadcılığı sorgulayan herkesten nefret eden bu zihniyetin tek endişesi, koltuklarını kaybetme telaşıdır. O nedenle tüm zamanların muktedir güçleri kutsal sözler adı altında uydurdukları yalanları ortaya çıkaranlardan hem nefret etmiş hem de onları etkisizleştirmek için ellerindeki tüm kamu gücünü kullanmışlardır. Bir de dedelerinin ezikliğini savunacak kadar mankurtlaşanlar[6] var ki bunlar akıl tutulmasını eksiksiz yaşayan tam bir akılsızlar sürüsüdür.
“İmamlar Kureyş’tendir. Onların hayırlıları hayırlılarınızdan, şerlileri de şerlilerinizden üstündür. Şu halde Kureyş’ten başkasına yönelmek sadece küfrün peşine takılmaktır.”[7] hadîsi de hilâfetçilerin başına beladır. Arap kavmi, Kureyş kabîlesi ve Hâşimî boyundan/sülalesinden olmayanların halîfe olabileceğini savunmak için bu hadîs benzeri pek çok hadîsi farklı biçimlerde yorumlayan hilâfetçilerin ciddi bir sorunu da var. Halîfenin mutlaka Arapların Kureyş kabîlesinden olması gerektiğini savunan hadîsi kimileri “Araplar Peygamber sülalesi dışındakilere uymayacağı için bu söz söylenmiştir.” demiştir. Ancak Peygamber’in her konuda evrenselliğini savunup hilâfet meselesinde dar bir açıklama yaptığını söylemek gelenekçilerin içinden çıkamadıkları bir çelişkidir. Bu hadîs ayrıca öyle bir kavmiyetçilik üretmektedir ki Kureyşli olmayı insanlar için bir üstünlük işareti göstermektedir. “İstediğin kadar iyi ol, bir Kureyşli’den daha iyi olamazsın; istediğin kadar kötü ol, bir Kureyşliden daha kötü olamazsın.” denilmesi ne Kur’ânla ne Peygamberle uyumlu bir yaklaşımdır, tam bir zırvadır.
- 3. Halîfeliğin Süresi
Câbir bin Semüre’den gelen bir rivâyete göre Peygamber, “Bu din, hepsi Kureyş’ten gelecek olan on iki halifeye kadar aziz ve güçlü olacaktır.” deyince ona “Peki, sonra ne olacak?” diye sorulur. Bunun üzerine Peygamber “Sonrasında herc[8] gelecek.” der.[9] Bu hadîse göre Kureyş kabîlesinden gelen on iki halîfeden sonra kaos ortamı oluşacak. On iki rakamının verilmesi ve bu aktarımın Buhârî’de geçmesi dikkate alındığında bu hadîsin Sünnîlerin kendi aralarındaki hilâfet savaşlarından kaynaklanmış bir uydurma olma ihtimali vardır. Çünkü mecut Sünnî sultanların halîfeliğini kabul etmeyen başka Sünnî gruplar, hadîsler üzerinden birbiriyle savaşmışlardır. Tüm mezhep rekâbetleri, hadîsler uydurarak ve uydurulan hadîsleri içeren kitapları dokunulmaz ilan ederek yürütülmüştür. Bu nedenle ne Şiîlerin el-Kâfî’si ne Sünnîlerin Buhârî’si taraftarlarınca eleştirilebilir. Her mezhep, kendi görüşünü benimsetmek için hadîs oyuncağıyla oynamayı sürdürmektedir.[10]
“Hilâfet benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacak.[11] Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra ısırıcı saltanat şekline girecek, sonra da ceberût[12] ortamı ve ümmetin[13] dağılmasıyla azgınlık yayılacak.[14]” hadîsleri otuz yıl sonrasındaki halîfe ünvanlarını geçersiz sayar. Otuz yıl sonrasını saltanat süreci kabul eder. Ancak uydurulmuş bu sözden bile rahatsız olup saray ve saltanatların keyfini düşünen ulemâdan biri olan Taftazânî “Otuz senelik halîfelikten maksat, ideal hilâfettir; tartışmasız hilâfet kastedilmiş değildir. Böyle bir itirazın doğruluğunu kabul etsek bile mümkündür ki hilâfet biter ama imâmet[15] bitmez. Çünkü imâmet daha genel bir kavramdır. Çünkü Ömer bin Abdülaziz gibi bazı kimselerin raşit halîfelerin yolunu izledikleri açıktır. Dolayısıyla hadîsle anlatılmak istenen şey, ideal bir halîfeliğin bazen olacağı, bazen de bulunmayacağı hususudur.”[16] diyerek kelime oyunu yapar ve “Sultanlar halîfe olmasalar da imam olurlar.” diyerek onlara halîfe karizması vermeye çabalar ve her koşulda onlara boyun eğilmesi için dînî bir gerekçe uydurur. Taftazânî’nin düştüğü zavallı durum ne kadar da ibretlik.
- 4. Hulefâ-yı Râşidîn
Rüşd, doğru ile eğriyi ayırabilme olgunluk ve bilincine ulaşmak, doğru ve iyi olanı yapabilme olgunluğu,[17] yolun doğrusunu bulup orada ilerlemek, aklın gereğine uygun biçimde davranmak, mülkiyeti akıl ve ekonomi ilkelerine uygun biçimde kullanacak düşünce olgunluğu; doğru ve eğriyi ayırmada, kâr ve zararı belirlemede, gelir ve gideri düzenlemede yeterli bilgi ve donanıma ulaşma; doğru yolda yürüme ve doğru tarafa yönelmedir.[18]
Yolun doğrusunu göstermeye erşede/irşâd, birinden yol göstermesini istemeye isterşede/isterşâd,[19] doğru yolda yürüten kılavuza, doğru tarafa yönelten rehbere, doğru istikameti gösteren navigasyona mürşîd denir.[20] Ayrıca doğru yolu bulan, aklın gereğine uygun biçimde davranan, mülkiyeti akıl ve ekonomi ilkelerine uygun biçimde kullanacak olgunlukta olan; doğru ile eğriyi ayırmada, kâr ve zararı belirlemede, gelir ve gideri düzenlemede aklı yeterli bilgi ve donanıma sahip olan kimseye reşîd denir. Reşit olana, rüşt sahibine râşit denir.
Sefeh, rüşdün karşıtıdır. Kişinin akıl sağlığının yerinde olup iyi ile kötüyü, eğri ile doğruyu, faydalı ile zararlıyı ayrıştırma gücünün tam olmasına rağmen mal ve servetini akıl ve ekonomi ilkeleriyle bağdaşmayacak biçimde kullanmasına, sağduyunun dışına çıkmasına sefeh denir. Sefîh ise sağduyulu davranmayan, mal ve parayı akıl ve ekonominin ilkelerine göre kullanmayıp mülkiyet açısından kayıp ve zarara sebep olandır.
Yukarıdaki açıklamadan anlaşıldığı gibi Peygamber’den sonra gelen ilk dört halîfe diye aktarılan devlet başkanlarına hulefâ-yı râşidîn ünvanı vermek pek çok İslâm tarihi kitabında yaygındır. Hulefâ-yı râşidîn; râşit, rüşt sahibi, reşit olmuş halîfeler demektir. Ancak Halîfe Osman’ın halîfeliği için de bu tanımı yapmak tam bir mezhepçiliktir.
Halîfe Osman devrinde ekonomi, politika ve sosyal yaşam değişime uğratıldı. Bu devirde Türkistan ve Eskişehir’e kadar Anadolu ele geçirildi. Halk arasında zengin evleri yaygınlaştı, zenginleşen bir tüccar sınıfı oluştu, özel çiftlikler arttı. Osman öldüğünde ondan geriye 150 bin dinar ve 1 milyon dirhem kaldı. Zübeyr öldüğünde 400 bin dinar, 1000 kısrak ve 1000 cariye bıraktı. Zübeyr’in Kûfe, Basra, İskenderiye ve Mısır’da özel konakları vardı. Talha, Irak’taki arazilerinden günlük 1000 dinar kazanıyordu. Ayrıca Kûfe’de özel bir konağı vardı. Abdurrahman bin Avf’ın 1000 at, 1000 deve ve 10 bin koyunu vardı. Zeyd bin Sâbit öldüğünde 100 bin dinar değerinde çiftlikler ve mallar bırakmıştı. Hatta o kadar çok külçe altın ve gümüş bırakmıştı ki keserle parçalanarak mirasçılarına bırakıldı. Sâ’d bin ebû Vakkas, Medîne’nin Akik adlı mevkisinde kalın ve yüksek duvarlarla çevrili ve geniş bahçeli bir konak yaptırmıştı. Yû’li bin Münibe, öldüğünde 50 bin dinar ve 300 bin dirhem bıraktı. Yani Osman devrinde abdestli kapitalizmin temelleri atıldı.
Halîfe Osman Devri’nde Ömer Dönemi’ndeki âdil düzen bozuldu. Halîfe Ömer, öldürülmeden önce ekonomik dengeyi bozan arızaları gidereceği konusunda konuşuyordu. Bunu dikkate aldığımızda zenginsever Ümeyye oğullarının iktidârının başlaması için Osman’ın halîfe yapılması ve Ömer’in öldürülmesi tesadüf olamaz. Halîfe Osman, iktidâra gelince akrabalarının sürgününü kaldırdı, Afrika’dan getirilen ziynet eşyaları ile hayvanlardan oluşan ganîmetleri müzâyedede sattırıp parasını devlet hazinesine vermedi, servetin belli ellerde toplanmasına izin verdi, zekât memurlarının bizzat gidip malları görerek belirlediği zekât alım sistemini kaldırıp kişinin beyanı üzerine zekât alınmasını getirdi. Böylece zenginleştirdiği kimselere örtülü biçimde vergi muâfiyeti[21] oluşturdu. Osman Dönemi servetin tekellerde toplanması, israf ekonomisinin yayılması ve sadeliğin yok olması devridir. Bu durumlar toplumun ahlâkî yozlaşmasını da getirmiştir.[22]
______________________________________________________________________
[1] Müsned, 4/185; Heysemi, Mecmau’z-zevâid, 1/336, 4/192.
[2] Hâkim, Mustederek, 4/501
[3] Müsned, 3/129, 4/421.
[4] Kadı Iyaz (1083-1149): Ceuta (Sebte) ve Granada’da Murabıtlar zamanında yaşamış ve Mâlikî mezhebine bağlı tarihçi, dilci, kadı ve hukukçudur.
[5] Müslim, Nevevi Şerhi, 12/200.
[6] Mankurt: Bilinçsiz köle. Halkının düşmanlarıyla iş birliği yapan ama işin aslını hiç fark etmeyen.
[7] Nuʿaym bin Ḥammâd, el-Fiten, tahk. Semîr Emîn ez-Zuheyrî, Kâhire 1412, I, 121.
[8] Herc: Fitne, kaos, kargaşa.
[9] Buhârî, Ahkâm 51; Müslim, İmâret 5-9 (1821); Tirmizî, Fiten 46, 48 (2224), Ebû Dâvud, Sünnet, 8; Ahmed bin Hanbel, 4/272; 5/220, 221.
[10] A’râf, 51/Ellezîne’t-tehazû dîne-hum lehv(en) vela’ib(en)
[11] Müsned, V, 220, 221.
[12] Ceberût: Acımasız, merhametsiz, zorba.
[13] fesâd-ı ümmet
[14] Müsned, IV, 273.
[15] İmâmet: İmamlık, önderlik, yol göstericilik, dînî ve politik liderlik.
[16] Taftâzânî, Şerhu`l-Akâid, s. 180.
[17] Hakkı Yılmaz, Kur’an’daki Önemli Sözcük ve Kavramlar, Rüşd mad., Nergiz Yayınları, İstanbul, 2017.
[18] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, R-Ş-D mad., çev. ve not. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[19] Mevlût Sarı, el-Mevârîd, R-Ş-D mad., İpek Yayınları, İstanbul, 1982.
[20] John Penrice, Kur’ân Sözlüğü, R-Ş-D mad., çev. Ömer Aydın, İşaret Yayınları, İstanbul, 2010.
[21] Muâfiyet: Muaflık, muaf olma, affedilme.
[22] Adem Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003; Mehmet Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak-3, Hz. Osman. 5. baskı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2018; Emine Tuğba Öz, 2021, 1. cilt, 1. sayı: 2, 177-199, 30.09.2021; İsrafil Balcı, Bir Yalnız Sahabi Ebû Zer El-Gıfârî, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi 10 (? 1998), 351-386; Adnan Demircan, Üçüncü Halife Osman’a Yöneltilen Bazı Eleştirilere Bâkıllânî’nin Cevapları, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İstem, 4. yıl, 8. sayı, 2006, s. 9-20; kultursayfasi.wixsite.com.