- 7. Halîfe Âdem
“İnsanın değerini bildiren sembolik içerikli şöyle bir manzara düşünelim: Besleyip büyüten, eğitip donatan Tanrı tüm yetenek ve kuvvetleri toplayıp ‘Yeryüzünde daha önce yaşarken zaman, mekân ve mevkî yönlerinden unutulmuş, ölmüş gitmiş veya izinden eser kalmamış varlıkların yerine gelen bir canlı türü yaratacağım.’ dedi.[1] Yetenek ve kuvvetler de Tanrı’ya ‘Kan döken, kaos üreten ve çıkarı için her yeri ateşe verebilecek bir karakterde olan bir canlı tür daha mı yaratacaksın?[2] Eğer senin şerefini yüksekte tutacak birilerini arıyorsan biz zaten varız. Tanrılığın hiçbir zayıflık ve eksiklik taşımadan[3] tüm güzellik ve mutlululuğun sahibi ve kaynağı olduğunu[4] bildiğimiz için seni her türlü yamuk söz ve yanlış davranışın dışında tutuyoruz. Bu nedenle senin ikinci defa ortalığı kasıp kavuran, kan dökmekten ve can yakmaktan keyif alan yeni bir canlı türü yaratacığını düşünemiyoruz bile.’[5] deyince Tanrı onlara ‘İş sandığınız gibi değil. Yaratacağım yeni türe karşı yanlış yaklaşım içindesiniz. Benim bildiğim, ancak sizin bilmediğiniz şeyler var.’ dedi.[6] Tanrı toprağın oğullarına üretme kuvveti ve ürettiklerini tanımlama yeteneği verdi.[7] Ardından kuvvet ve yeteneklere ‘Biraz önceki ön yargılı itiraz seslerinizin doğruluğu konusunda ısrarlıysanız[8] siz de üretip ürettiklerinize isimler verebilir misiniz?’ dedi.[9] Bunun üzerine yetenek ve kuvvetler ‘Sen hiçbir eksiği olmayansın, bu sebeple senin dışında hiçbir varlık övgüyü hak etmez.[10] Bizim bilgimiz, öğrendiklerimiz kadardır; bize ne öğrettiysen o kadar biliriz.[11] Bilgi, bilgelik ve bir şey hakkında karar verirken en isabetli yargıyı ortaya koymak ancak senin kârındır.’[12] dediler.[13] Yazılım ve donanımlar veren Tanrı, ‘Ey hammaddesi toprak olan![14] Ürettiklerinin adlarını onlara söyle bakalım.’ deyince hammaddesi toprak olan kara adam,[15] isimleri bir bir saydı. Tanrı da kuvvet ve yeteneklere ‘Yeryüzü ve evrende bilip bilmediklerinizi, duyup duymadıklarınızı, sezip sezmediklerinizi, açık ve gizlinizi, nitelik ve kapasitenizi bilirim dememiş miydim; topraktan yarattığım bu türle ilgili olarak bir fikir söyleme konusunda acele etmeyin diye uyarmamış mıydım?’ dedi.[16] Tanrı’nın uyarısı ve görüp duydukları karşısında ikna olan kuvvet ve yeteneklere ‘Topraktaki dönüşümlerden var olan yeni varlık türüne hizmet edin, onun kuvvet ve yeteneği olun. Onun sizi kullanmasına karşı tam boyun eğin, onun isteklerine karşı yere kapanın.’ dedik.[17] Ancak topraktan oluşmuş bir varlığın yetenek ve kuvvetlerle donatılmasına karşı şaşkınlık içine düşmüş, hayret içinde kalmış ve bu duruma surat asmış kötülük[18] dürtüsü,[19] toprağın oğluna saygı göstermedi. Çünkü gerçek anlamda emreden, hükmeden ve kontrol eden[20] olarak yeteneklerle donanmış toprağın oğlunu değil kendini görüyordu. Kötülük dürtüsü, varoluş sürecini yetenek ve kuvvetlere dayalı üretme ve üretileni adlandırmanın ortaya koymadığını; umutsuzluk, şaşkınlık ve üzüntünün de ana nedeni olarak kendinin sağladığını düşünüyordu. Bu nedenle hem Tanrı’nın ikna edici uyarı ve yasalarını hem de doğal yetenek ve evrensel kuvvetlere ait gerçekleri görmezden geldi. Başarıyı yeteneklerin kullanımında değil de kötülükte görmek; umutsuzluk, şaşkınlık ve üzüntü karartıları[21] doğurdu.[22] Ona ‘Ey toprağın karışımından olan toprağın çocuğu![23] Eşinle birlikte özgürlük, eşitlik, barış, kardeşlik ve adâlet düzeninin olduğu; kimsenin aç kalmadığı ve sahipsiz olmadığı, herkesin barınacak bir evi ve sınıflaşma üreten özel mülkiyeti bulunmadığı; ağaç, su ve yeşilliğin fışkırıp kaynadığı bir bahçeye yerleşin.[24] Orada hiçbir sınır ve sınıf koşulu olmadan tam bir özgürlük içinde yaşayın. Ancak o bahçede yaşarken bitmez tükenmez bir üstünlük kurma tutkusu, söz geçirme hevesi ve egemenlik kurma saplantısına kapılmayın; uçsuz bucaksız mal biriktirme hırsına takılmayın.[25] Eğer böyle yaparsanız insanın doğal yaşam gerçeklerini baskı ve zorbalıkla sindiren tip olursunuz.’[26] dedik.[27]” âyetlerinde geçen Âdem esmer adam, topraktan olan, karışımdan yapılan, siyah insan, kara derili gibi temel anlamlara gelir.
Adamu kelimesi Sümerlerde babam; Asur ve Bâbil dilinde yaratılmış, yapılmış, oluşturulmuş anlamında kullanılır. Sâbiî dilinde ise adam, kul anlamına gelir. İbranicede adamah kelimesi yer, toprak demektir; ayrıca Âdem’in kızıl anlamındaki adom’dan geldiğini de savunanlar olmuştur. Sözcüğün Arapça olduğunu düşünenler, Âdem’in bir şeyin dış yüzeyi anlamındaki edemeh’ten türediğini savunurlar. Kimi dilcilere göre Âdem, esmerlik, beyazlık veya anlamlarına gelen udmeh kökünden türemiştir. İbn-i Abbas’a göre insanlık yeryüzündeki topraktan yaratıldığı için bu meseldeki[28] kişiye Âdem denilmiştir. Edeme, dilci Ferrâ’ya göre aracı/vesîle demektir. Kimi yorumculara göre de Âdem ruh üflenen ilk canlıdır. Dilci ve tefsirci Zemahşerî’ye göre toplumun lideri ve öncüsü demektir.[29] Ancak Zemahşerî kelimeyi etimolojik yönüyle değil de o günkü algılandığı anlam üzerinden tanımlamıştır.
Yukarıdaki tespitler gösteriyor ki Âdem bir kişi değil, bir türün sembolik temsilcisidir. Âdem’den kastedilen de topraktan yaratılan insan türüdür. Meselenin sembolik yönünü kavrayan Elmalılı Hamdi Yazır da Âdem’e isimlerin öğretilmesi anlatısını insana konuşma gücü verilmesi, insanın eşyaya ad koyması, insanlığın konuşma ve isim verme yeteneğine sahip olması diye açıklar.[30] Bu doğru yaklaşımdan ilerlediğimizde Âdem’e meleklerin secde etmesi diye çevrilen ifadenin doğanın insan iradesine boyun eğmesi biçiminde çevrilmesi gerekir.
Âdemlerin oluşturduğu topluluğu anlatan çoğul kelime nâs’tır. Nâs, birbirine yakınlaşanlar, hareket halinde olanlar, vahşet[31] ve bedevîlikten[32] çıkmış topluluk, uygarlaşmış halk, yabanîliği[33] atmış topluluk demektir. İnsan kelimesi de enîse’den gelme bir sözcüktür ve içtenlik, samimiyet, özden kopup gelen, iliklere kadar duyulan anlamları taşır. İnsan, Âdem’in kendi türü ve başka canlılarla kaynaşma eğilimi almış hali; nâs, Âdemlerin bir uygarlık kurmuş, topluluğa dönüşmüş ve toplumsal düzen oluşturmuş biçimidir.
Âdemlerin bir de beşer yanı var. Beşer, derinin dış tarafıdır.[34] İnsan derisinin kıl ve tüy engeline takılmadan görülmesi nedeniyle insana beşer denmiştir. Yani beşer sözcüğü insanın bedeni, anatomisi ve görünüşünü kasteder. Beşerden türemiş olan mübâşeret, iki deriyi dokundurmaktır. Kadın ile erkeğin en görünür yanları olan tenlerinin birbirine değmesine, cinsel amaçlı dokunmalara mübâşeret denir. Arapçada edeme(tün) deri içi, beşera(tün) deri dışıdır. Beşer, dış görünüş güzelliği gerektirdiğinden yakışıklı adama raculün beşîrun, güzel kadına imre’etun beşîretun denir. Âdem, beşer ve insan niteliğini birlikte taşıyan homo-sapiens türüdür. Bu nedenle insan, beşerden kopmuş ve ilgisini kesmiş bir varlık değildir, beşerin biyolojik ve toplumsal yönden daha ileri düzeyli evrimleşmiş halidir. Eğitim, beşeri insanlaştırma sürecidir.
Beyin, beşer ve insanı aynı anda içerir. Alt beyin; şehvet, korku, öfke gibi hayvansal güdülerin[35] evidir. Solunum, dolaşım, boşaltım, sindirim ve üreme alt beyne bağlıdır. Alt beyin beşer tarafımızdır. Üst beyin; akıl, bilinç, irâde ve vicdân gibi insan yetilerinin[36] evidir. Alt beyin alınırsa üst beyin işleyemez. Üst beynimiz olmasa bile beşer olarak yaşabiliriz. İnsan olabilmek için beşer de kalmak zorundayız. Ancak beşer yanımızın ürettiklerini insan yanımız yönetir. Yani üst beyin yular, kontrol/kumanda merkezi görevi yapar. Örneğin beşerin şehvet akışını insan aklı (yular, bağ) kontrol eder ve yönlendirir. Beşer, vahşî yanımız; insan yapıcı tarafımızdır. Âdem (oğlu), insanlaşmış kimliğimizdir. Özetle âyette Âdem’in insanlaşma süreci, beşerden insana dönüşüm basamakları ve nâs olması anlatılıyor. Ancak bu gerçeklik sembolik bir anlatımla ele alınıyor.
Kur’an, Âdem’i Tanrı’nın halîfesi olarak göstermiyor. Kur’ân’ı Kur’ânla anlama yöntemiyle gittiğimizde Bakara sûresinin halîfe yaklaşımını doğru anlarız. Halîfe, hem sözlük anlamlarıyla hem de âyetlerdeki bağlamlarıyla Tanrı’nın yerine geçen, Tanrılaşan, Tanrı yetkileri kullanan ikinci bir varlık olarak ele alınmıyor. Halîfeden bahseden âyetlerde halîfe, seleflerin ya ölmesi ya kaybolması ya da yetki ve görevlerinden uzaklaşması üzerine gelen kişi veya kişiler için kullanılıyor. Halîfe, eskisinin yerine gelip eskisi gibi güç, yetki ve imkânlara sahip olan kişi veya kişillerdir. Bu durumda teist inanca göre Tanrı ölmediğine, yetkilerini devretmediğine, yaratma ve yok etme güçlerinden vazgeçmediğine göre Âdem, nasıl olur da Tanrı’nın halîfesi olabilir? Ayrıca âyete göre Âdem yeryüzünde halîfedir ve kendinden önceki vahşîlerin[37] yerine gelmiştir. Âdem’in selefi Tanrı ve Tanrı’nın halefi Âdem ise Tanrı kan döken bir vahşî ve Âdem yeryüzünü Tanrı’nın vahşetlerinden kurtaracak bir halîfedir. Bu tür bir akıl yürütmeyi teizm asla kabul etmez; ama Âdem’e Tanrı’nın halîfesi demek zaten bu tarz bir çelişkinin içine düşmektir.
Bir başka şekilde düşündüğümüzde ise Tanrı tüm evrende yetki kullanır. Mantıken Tanrı yetkisine ulaşanın Dünya ve evrene hükmetmesi mümkün olur. Çünkü Tanrı evrene egemen olduğu için Dünya’ya da hâkimdir. Tanrı halîfesi olan Âdem’in Dünya dışı evrenleri yaratma ve yönetme gücüne ulaşmış yeni Tanrı olması gerekir. İlginç olansa Âdem bu durumda Tanrı’nın yarattığı ikinci Tanrı oluyor. Buna karşı çıkan biri “Tanrı, Âdem’i sadece Dünya’da halîfesi yapıyor, başka yerlere karıştırmıyor.” derse yine aynı soru aklımıza geliyor: “Tanrı vahşi, kan döken, nefret saçan bir varlık mıydı ki Âdem onun yanlışlarını düzeltmek için onun yerine gelmek üzere yaratıldı? Tanrı kendi yanlışlarını düzeltmek için niçin Âdem’i yarattı?” türünde sorular sorulabilir. O nedenle âyetleri bağlamından koparmadan ele aldığımızda Âdem’in Tanrı halîfesi olmadığı ortaya çıkar. Hiçbir varlık Tanrı’nın halîfesi değildir. Tanrı, yeryüzünde kendine halîfeler atıyorsa ortada bir Tanrı şirketi, Tanrı devleti, Tanrı hükümranlığı, Tanrı krallığı vardır. Hâlbuki Kur’ân’ın yönetim âyetleri hiç kimseye Tanrı yetkisi, eleştirilmezlik ayrıcalığı ve sorgulanmazlık hakları vermiyor. Kur’ân, insanı Tanrı halîfesi yapsaydı hiçbir insanı cehennemle tehdit etmez; vicdân, akıl ve sağduyu değerlerine çağırmazdı. Çünkü Tanrı’nın yerine gelen, onun adına iş yapan bir canlı zaten doğuştan kusursuz ve Tanrısal olurdu.
Âdem, beşer ve insanın sentezi bir varlık olarak kendinden önce yaşamış, kan dökmüş, vahşî, uygarlıktan uzak ve hayvan gibi bir hayat yaşayan canlı türünün yerine gelen yeni bir türdür; vahşîlerin halîfesidir. Âdem; öfke nefret ve düşmanlıkların yerine gelen yakınlaşma, içtenlik, barışma ve uygarlık kurma yolunda yeteneklerle donanmış yeni bir türdür; tek bir kişi değildir.
Devam edecek…
__________________________________________
[1] Ve iz gâle rabbu-ke li’l-melâiketi innîy câ’ilun fi’l-‘arzi halîyfeten
[2] E-tec’alu fî-hê men yufsidu
[3] Tesbih
[4] Hamd
[5] Takdis
[6] Bakara, 30.
[7] Ve ‘alleme esmâe kulle-hê
[8] İn kün-tüm sâdigîn(e)
[9] Bakara, 31.
[10] Sübhâne-ke (tesbih)
[11] Lâ ‘ilmele-nâ illâ mâ ‘allem-te-nâ
[12] İnne-ke ente’l-‘aliyumu’l-hakiym(u)
[13] Bakara, 32.
[14] Yâ Âdem
[15] Âdem
[16] Bakara, 33.
[17] Ve iz gul-nâ li’l-melâiketi’s-cudû li-âdem(e) fe-secedû
[18] Dürtü: Bir davranışa yönlendiren eğilim, kontrol dışı ortaya çıkan gerilimli yönelme (bir yönelimin görülemeyen gizli nedenine güdü denir. Yani dürtüler güdülere bağlıdır.)
[19] İblis
[20] Ve’s-tekbera (istikbar, kibir, büyüklenme)
[21] Ve kâne mine’l-kâfiriyn(e)
[22] Bakara, 34.
[23] Yâ Âdem
[24] Yâ âdemu’s-kun ente ve zevcü-ke’l-cennet(e)
[25] Tâhâ, 120.
[26] Fe-tekûnâ mine’z-zâlimiyn(e)
[27] Bakara, 35.
[28] Mesel: Misal, masal, temsil, sembol, örnekleme. Yaşanan hayat ile benzerlik kurarak yapılan kurmaca anlatım. Temsîlî hikâye, kurgu, kurgusal anlatım. Kapalıyı anlaşılır yapan, uzak duranı akla yakınlaştıran örnekleme.
[29] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, çev. ve not. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; Mevlût Sarı, Mevârîd, İpek Yayınları, İstanbul, 1982; Ebû Hayyan el-Endülüsî, Kur’ân Lügati (Tuhfetu’l-Erîb Bimâ Fi’l-Qurâni Mine’l-Ğarîb), çev. Enes Selam, İşaret Yayınları, İstanbul, 2019; Ebû Hilâl e-Askerî, El Furûq fi’l-Luğa, İşaret Yayınları, çev. Veysel Akdoğan, 3. baskı, İstanbul, 2017; İsmail Hakkı Bursevî, Kelimeler Arasındaki Farklar (Kitâbu’l-Furûg), çev. Ömer Aydın, 2. baskı, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016; Muhammed Esed, Kur’an Kavramları, çev. Ömer Aydın-Ertuğrul Özalp, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016; Müstecâbî-Zâde İsmet, Lafızlar Arasındaki Farklar, haz. Ömer Zülfe, İşaret Yayınları, İstanbul, 2011; Mehmet Okuyan, Kur’ân Sözlüğü, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2019; John Penrice, Kur’ân Sözlüğü, çev. Ömer Aydın, İşaret Yayınları, İstanbul, 2010; Mehmet Yaşar Soyalan, Vahyin Dili ve Terimleri, İşaret Yayınları, İstanbul, 2017; Hakkı Yılmaz, Kur’an’daki Önemli Sözcük ve Kavramlar, Nergiz Yayınları, İstanbul, 2017.
[30] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, sade. Nusrettin Bolelli, İsmail Karaçam, Abdullah Yücel, Emin Işık, 10 cilt, Azim Yayınları, İstanbul, 2007.
[31] Vahşet: Yabanîlik, yalnızlık, dehşet saçmak, insandan kaçan ve insana alışkın olmayan her türlü durum.
[32] Bedevî: Çöl halkından olan, çöllü, medeniyetten uzak, uygar dünyanın kural ve yaşamı dışında kalan.
[33] Yabânî: Verimsiz ve çorak yer, çöl, bozkır, insana alışmamış olan, evcil olmayan, insan içine çıkmayan, insanlarla ilişkiye alışmamış, medeniyetin değerlerinden uzak (yaşayan).
[34] Epiderm
[35] Güdü: Bilinçsiz ve doğal biçimde gelişen, içten gelerek canlıyı yönlendiren davranış. Yeme, içme, cinsellik, uyuma, konuşma, korunma, koruma, sahip çıkma, beğenme, beğenilme, barınma, üreme, tuvalet yapma gibi kendiliğinden, plânlamadan, dış müdâhale olmadan, hiç düşünmeden, içimizden gelen ve doğal biçimde ortaya çıkan; bilinçsiz ve doğal biçimde gelişen, içten gelerek canlıyı yönlendiren davranış.
[36] Yeti: Bir şeye yetebilme kapasitesi, bir şeyi yapabilme potansiyeli, insanın doğuştan getirdiği bedensel ve zihinsel güçleri. Meleke, kuvve, yetenek.
[37] Vahşî: Vahş ile ilgili, vahş’a ait. Yabânî yere ait, yabânî orman ile ilgili, evcilleşmemiş hayvan, evcil olmayan, toplumsal kurallarla yaşamayan, orman kânununa göre yaşayan; güçlünün egemen olduğu, çiğ et yenildiği, hayvan gibi yaşandığı, kavga veya öldürme yöntemleriyle sürülere liderlik edildiği, âlet üretilmediği ve toprağa bağlı üretimin yapılmadığı ortam (a ait).