İBB iddianamesi beklendiği üzere fırtına gibi o pek sakin (!) gündemimizin merkezine oturdu. Bu fırtına ne ekip ne biçer sorusu ise kocaman bir bilmece. Çevir çevir bitmeyen binlerce sayfa, tek bir kişiye 2 bini aşkın insan ömrünü geçebilecek hapis talebi, tartışmalı gizli tanık ifadeleri… Yargı süreci kuşkusuz ülkemizin demokrasi ve hukuk tarihi açısından da kritik bir evreyi işaret ediyor.
İktidar cephesinin “hemen sandık” çağrılarını görmezden gelerek CHP’ye yönelik baskısı, seçilmiş İBB başkanı ve partinin cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu merkezli iddianame ile yeni bir dönemeçte. Amaç, CHP’yi hem seçmen gözünde itibarsızlaştırmak hem de parti içindeki krizleri de kaşıyarak yorup yaralamak. Ancak iktidarın görmediği ya da görmezden gelmek istediği konu, seçmenin ülkeyi saran kriz halinden bunalmış olması. Ekonomiden barınmaya, eğitime, şiddete, çevre kıyımına her alanda yakıcı sorunlara karşı yetersizlik hali yurttaşın omzundaki yükü her geçen gün artırıyor. İktidarın faturayı hep yurttaşa kesmesine, muhalefeti adeta düşmanlaştıran kutuplaşma iklimine geçit vermesine eleştiriler yükseliyor.
Yurttaş, İmamoğlu’na iddianamede 142 suçtan yaklaşık 2 bin 352 yıla varan hapis istenirken çocuk, kadın katillerinden çete, mafya liderlerine; rant uğruna yönetmelik ve mühendisliğe aykırı bina inşa eden kirli müteahhitlerden binaları denetleme görevini yerine getirmeyen yetkililere; işçi güvenliğini sağlamayanlardan çocuk işçilere ölüm kapısını aralayanlara kadar tel tel dökülen yaşamsal noktalarda hesap sorulup/sorulmadığını, siyasi samimiyeti sorguluyor.
BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ YARGI
Özgür Özel liderliğinde CHP, 19 Mart’tan bu yana yaşanan kriz sürecini “Millet iradesine sahip çıkıyor” mitingleriyle yurttaşa anlatıyor. Meydanların ilgisi aynı zamanda CHP’ye, İmamoğlu’na yönelik davaların siyasi baskı iklimi çerçevesinde olduğu düşüncesinin de göstergesi. İddianame delille “gıybet-duyum” arasındaki farklılıklara yönelik tartışmaları da beraberinde getiriyor. Elbette iddialar araştırılmalı, ancak bağımsız ve tarafsız yargı ilkesi temelinde. Balyoz, Ergenekon kumpas davalarında yaşanan acı süreçler bir daha yaşanmamalı. Masumiyet karinesi gözetilmeli.
İktidar cephesi “yeni anayasa” için bastırıyor. İmralı süreciyle DEM’le yeni rüzgârlara yelken açma çabası da buna eşlik ediyor. Ahmet Özer’in ardından Demirtaş’ın da serbest bırakılacağına yönelik demeçler gündemde. Ancak iktidarın tutumu çifte standardı da ortaya koyuyor. AYM, AİHM kararlarına vurgu yapılırken neden Tayfun Kahraman, Can Atalay ya da Osman Kavala hakkında verilen yeniden yargılama ya da tahliye kararları uygulanmıyor sorusu akıllarda dolaşıyor. Tıpkı kimi hukukçuların vurguladığı gibi: “İBB iddianamesi açıklandı, bunca kişi cezaevinde. Gerekli adli kontrol şartları da ele alınarak neden tutuksuz yargılama konusunda adım atılmıyor?”
YOZLAŞMANIN SONUÇLARI
Referans gazetesi Cumhuriyet geçen hafta iki güçlü yazı dizisiyle siz değerli okuyucuların karşısına çıktı. İlki, “Aile Dayanışması Ağı” çatısı altında bir araya gelen, İBB soruşturmasında tutuklananların yakınlarının, yaşadıkları süreçlere ilişkin anlatımlarıydı. İklim Öngel imzalı “Parmaklıklar Dışında” başlıklı dizi yazısında adalet çağrıları vardı.
Diğer yazı dizisi ise yeşil sahaları da ağır şekilde vuran bahis skandalına ilişkin. Tuğrul Akşar imzalı bugün de devamını okuyacağınız “Mevzu ‘Bahis’ mi” başlıklı dizide, ülkemiz dahil küresel çapta yaşanan yozlaşma ve çürümenin spor üzerinden yasadışı bahise yansımaları, ekonomik/siyasi neden/sonuç ilişkileri ele alınıyor. Aslında çürümeye karşı çözümün anahtarı belli. Bunun için de demokratik, laik, hukuk devleti ilkesi, etik, liyakat bakış açısı, “yandaş-rantçı” alan açılmaması gerek. Bu temel bakış olmadan operasyonlar, soruşturmalar, tutuklamalar yapın durun. Ama durum bir operasyondan diğerine, sabun köpüğü gibiden de öteye pek geçemiyor.




