Türkiye’de mevcut kurulu düzene eleştiriler genellikle sol-sosyalist bloktan gelir. 12 Eylül 1980’den sonra sağdan, özellikle İslami kesimden mevcut kurulu düzene eleştiriler yükselmeye başladı…
‘Postmodern darbe’ olarak da adlandırılan 28 Şubat 1997’den sonra İslami kesimin tepkisi çığ gibi büyüdü ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP’yi iktidara taşıdı…
AKP iktidarının ikinci döneminden sonra uygulanan ekonomik ve siyasi politikalara İslami kesim içinden de sert eleştiriler yükseldi. Bu eleştirileri yüksek sesle dile getiren isimlerin başında Recep İhsan Eliaçık geliyor.
Eliaçık’ın eleştirileri hem sağda hem de sol-sosyalist kesimde ciddi yankı buldu. “Antikapitalist Müslüman Gençler” ile 1 Mayıslara katıldı, hak ihlalleri ve savaşlara karşı radikal söylemini korkusuzca dile getirdi, 2013 Gezi Direnişi sırasında ‘eylemcileri’ yalnız bırakmadı.
Ramazan döneminde hükümetin ve bazı çevrelerin düzenlediği lüks iftar sofralarının İslam’da yeri olmadığını yüksek sesle ifade etti. Türkiye’nin dört bir yanında düzenlenen “Yeryüzü Sofraları” ile toplumdaki ayrılıkları azalttı.
R. İhsan Eliaçık’a “Dinde yaptığı reformlarla tanınan Martin Luther’e mi, yoksa Thomas Müntzer’e mi yakınsınız?” diye sordum. “Her şey ortaktır” sözleriyle komünist vaiz Thomas Müntzer’e gönderme yaparak, “Bizim Anti-kapitalist Müslümanlar manifestosu ile (din farkı hariç) sınıfsal ve sosyal temalar benzerdir” diye cevap verdi…
İhsan Eliaçık, İnşa Kültürevi’nde Ahval’in sorularını yanıtladı.
İhsan Bey, ‘Antikapitalist Müslümanlar’ın ana özelliği ne? Kapitalizme karşı olduğunuzu ifade ediyorsunuz, peki yerine nasıl bir sistem öneriyorsunuz? Siyasi literatürde iki sistem var: Kapitalizm ve sosyalizm. Üçüncü bir sistem var mı?
Antikapitalist Müslümanlar, aslında bir tepki hareketi olarak doğdu. Müslümanların büyük çoğunluğu Ak Parti iktidarıyla birlikte kapitalizmle uyumlu hale geldi. Kapitalizme abdest aldırdılar.
Bu nedenle Ak Parti dönemine, ‘abdestli kapitalizm dönemi’ diyoruz. Baktık ki, dini grupların birçoğu Ak Parti kervanına dahil olup gidiyorlar. Her konuda duyarlılık geliştiriyorlar ama kapitalizm karşısında çökmüş vaziyetteler.
Kendi kendini zengin edenler, yolsuzluk yapanlar, şatafat, gösteriş, kibir, villa, saray merakı, katlara yatlar, para delisi olanlar… Hem de bütün bunlar dindarlık adı altında yapılıyor. Bu hareketin çıkışı bütün bunlara karşı tepkiydi.
Giderek İslam, kapitalizmle örtüşmez. İslam’ı kapitalizmle bir araya getiremezsiniz. Önce kapitalizme karşı olmak zorundasınız…” sesleri yükselmeye başladı.
İslam’ın fikri, felsefi, tarihsel, dinsel kökleri sömürüyü, kapitalizmi reddeder denmeye başlandı. Müslümanlar; kapitalist olmayan, eşitlikçi, özgürlükçü, adaletli bir dünya tasavvur etmeli diye fikirler birçok yerde serpilme başlandı. Zamanla bunlarla buluşmaya başladık hareket buralardan doğdu.
Mülkiyeti yadsıyor musunuz?
Anti-kapitalist Müslüman hareketin temel şiarı/sloganı: “Lehül mülk”. Kuran-ı Kerim’de geçer. “Mülk Allah’ındır” demektir. İki temel cümle var: ‘Mülk Allah’ındır’ ve ‘Allah’tan başka ilah yoktur’. “Lehül mülk, La ilahe illallah”.
Ben Kelime-i Şehadet’i böyle görüyorum. İki cümleden ibarettir. İlk cümle mülkiyetin kime ait olduğunun ilanı vardır, ikinci cümle bunlar üzerinden kurulan her tür otoritenin reddi.
Mülk Allah’ındır ne demek? Bu görüşün ‘iktidar veya ortağı’ olması durumunda finans-kapitale, sermayeye, büyük toprak sahiplerine yaklaşımı nasıl olacak?
‘Mülk Allah’ındır’ demek, ‘mülkiyet Allah’ındır’ demektir. ‘Mülkiyet herhangi bir şahsın olamaz, mülkiyet herkesindir’ demektir. Fabrikalar, madenler, büyük topraklar, bankalar, medya vb. halka ait olmalıdır. Yani mülkiyet toplumsallaşmalıdır.
Bu nasıl olacak? Mülkiyeti egemen sınıflar adına koruyan ‘devlet’ var.
Devletleştirme ile toplumsallaştırılmayı karıştırmamak gerekir. Fabrikaları, madenleri, toprakları, bankaları devletleştirdiğiniz zaman ‘devlet kapitalizmi’ oluyor. Mülkiyet devlete geçmiş oluyor, bu kez halk adına devletli sınıf oluşuyor ve sömürü oradan devam ediyor.
Öyle bir düzen olmalı ki, büyük mülkiyetler topluma ait olmalı. Ben nihai amacı söylüyorum. Kafamda olması gerekene dair idealler, hayaller var. Mülkiyet toplumsallaşmalı; topraklar, madenler topluma ait olmalı. Oralardan gelen gelir halka ait olmalı, bir kişiye, gruba veya toplum adına var olduğu söylenen devlete değil.
Devletin rolünü sormuştum…
Peygamber’in Medine Sözleşmesi’nden yola çıkılarak; toplum, yukarıdan aşağıya değil aşağıdan yukarı doğru demokratik-katılımcı bir şekilde örgütlenebilir. Hegemonik, ulus devletten bahsetmiyorum.
Aşağıdan yukarı doğru örgütlenerek yaygın devletin tahakkümünün yok edildiği, mümkünse tamamen ortadan kaldırıldığı, değilse devletin en aza indirgendiği; daha çok toplumsallaşmanın, toplumun ve yerinde yönetimin öne çıkarıldığı bir model olmalıdır.
Halkın karar alma sürecine katılması, kendi sorununu çözme bilincine ulaşması ve sorumluluk almasıyla etkinliği de artacaktır.
Bu açıklamalarınıza bakarak, komünist ve anarşistlerle aynı düzlemde olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Söyleyebilirsiniz. Ben ‘Mülk Allah’ındır’ derken sosyalizme, komünizme, ‘Allah’tan başka ilah, otorite yoktur’ şiarı ile de anarşizme yakın olduğumu düşünüyorum. ‘Tıpkı onlar gibi’ olduğumu da söylemiyorum.
Anarşistler, komünistler, sosyalistler antikapitalisttir. Hep beraber kafa kafaya vermeli, yeni bir dünya tasavvur etmeliyiz. Sosyalist, komünist, anarşist idealleri ile Müslüman ideallerinin bir yerde buluşabileceğini düşünüyorum.
Şu anda bu buluşmaya ihtiyacımız var. Geçmişte bu iki dünya karşı karşıya getirildi. Yani “Müslüman bir dünyada sosyalizme, komünizme yer yok” veya tam tersi denildi. Bu doğru değil. Müslümanlık değerleri dediğin, komünizm ve sosyalizmde de var.
Herkes ihtiyacı kadar tüketmeli, ihtiyaçtan fazlası verilmeli. İslam, “Zenginlerin malında yoksulların hakkı vardır” diyor.
Uzun süredir mücadelenizi çeşitli “Platform”lar adı altında yürütüyorsunuz. Partileşmeyi düşünüyor musunuz?
Parti kuralım diye bir düşüncemiz yok. Ama fikirlerimiz var, dünyadan beklentilerimiz var. İnsanlara bunu anlatıyoruz. Türkiye’de din sorunu var, dinle ilgili insanların kafaları karışık. Din konusunda insanlar aydınlanmak istiyor.
Ben şu anda örgütlenme, parti kurma, iktidara yürümeden ziyade insanların kafa karışıklığını gidermeye çalışıyorum. Zihinlerde din konusunda devrim yaratmanın, dine bakış açısını değiştirmenin, aydınlık din yorumu yapmanın daha elzem olduğunu düşünüyorum. Bu da bir tür dini kültür devrimi gerektiriyor, şu an bu yönde yoğunlaşıyoruz.
2019 yılı siyasette sıcak bir yıl olacak. Yerel, Milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Recep Tayyip Erdoğan kazanırsa, 200 yıllık parlamenter sistem geleneği yerle bir olacak. Antikapitalist Müslümanlar nasıl bir yol haritası izleyecek?
Bu konuda şu partiyi veya grubu destekleyelim diye bir karar almış değiliz. Bu şekilde bir kararı doğru da bulmuyorum zaten. Böyle bir karar alıp da insanları zor durumda bırakamayız. Yukarıda bir karar alırsınız; tabanımız, hareketimiz şunu destekleyecektir diye. Buna katılmayanlar olabilir.
Bu hususta insanlar serbesttir. Kafa yapısı, zihin yapısı bize yakın olanlar kimi destekleyeceğini, hangi ittifakın yanında yer alacağını bilir. Biz, Gezi bileşenlerinin yanındayız, ‘Hayır’ oyu verenlerin yanındayız.
Müslüman kültürden geliyoruz, Müslüman ideallerimiz var. İslami düşünüp solda duran, Gezi’ye destek veren başka birileri yok. Bu alanda Türkiye’nin en farklı akımıyız, böyle akımları çoğalmalı.
Müslüman ‘sağcı, muhafazakar, devletçi, şanlı tarihçi, mukaddesatçı’ olmak zorunda değildir. Bir Müslüman sosyalist, komünist, anarşist olabilir; hem de inancını yaşayabilir. Hayır bloğu ve Gezi bileşenleri ortak aday çıkarabilirse -ki bunu istiyoruz- onu destekleriz.
Ortak aday belirleme konusu bir ara konuşuldu daha sonra gündemden düştü. Şimdi yeniden dillendiriliyor…
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yeni bir durum var, partiler ya da gruplar seçime girmiyor, bir tek kişi giriyor. Hayır bloğu ve Gezi bileşenlerini bu seçimde birleşmeye, ittifaka, mümkün mertebe ortak bir aday çıkarmaya çağırıyoruz.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde ‘Hayır’ bileşenlerinin kazanması halinde, sizce Erdoğan’ın “Bu seçimi kabul etmiyorum” deme ihtimali var mı?
Hile yapılabilir… Muhalefet kazandığında sonuçları kabul etmeyebilir, “Tanımıyorum” diyebilir; hatta YSK’nın sonuçları kabul etmesi durumunda, “İstifa etmiyorum, koltuğu bırakmıyorum, yanlışlık var, şu var, bu var..” da diyebilir. Kendi taraftarlarını kendisini korumaya çağırabilir, her şey olabilir…
Türkiye’nin böyle bir durumla karşılaşmasını temenni etmiyorum. Bu durumda muhalefet, ‘Hayır’ bileşenleri ve halk ne yapmalı, öneriniz var mı?
Bu durumda halkın devreye girmesi gerekir. Halk, “Madem biz oy verdik, madem ortaya çıkardığımız aday kazandı, sonuçları kabul etmek zorundasın” demeli. Demokrasi sadece sandığa gidip oy kullanmak değildir.
Gerekirse sokak sokak gezip neye mal olursa olsun, oylarına sahip çıkıp savunmaktır. Seçilen aday, açıkça hakkı gasbedilirse kendini seçenleri YSK’nın etrafında toplanmaya çağırır, gerekirse orada oturur, mazbatayı alana kadar, bunun başka yolu yok…
“Vermiyorum” demek zaten suç olur, seçilen aday mazbatayı vermeyenler hakkında derhal işlem başlatır.
Böyle bir ihtimal olabilir mi?
Bütün bunlar olabilir. Muhalefet cephesi bütün bunlar olacakmış gibi hazırlıklı olmalı. Yani ‘devrimci’ durum ortaya çıkabilir. Açık ve net sandık sonuçlarına rağmen gitmemekte ısrar edilirse, yenildiği halde gitmiyorsa, burada ‘devrimci’ durum var demektir. Halk müdahale eder, etmelidir.
Gerekirse bütün seçmenler sarayın etrafında toplanıp hukuki yolları zorlamalıdır. Çünkü burada ‘meşru’ bir durum vardır. Sandıkta yenilmiş gitmiyor, ne yapacağız? Oy verenleri evlerine mi göndereceğiz? Bunun başka yolu ne olabilir ki? Bu, başka ülkelerde de böyle oluyor zaten. Umarım böyle bir şey yapmazlar.
Şöyle düşünüyor olabilirler: “Bunlar hile yaptılar, iktidarı elimizden aldılar, bizi tutuklayacaklar, içeri atacaklar…” Zaten seçimleri yedi düvelin Türkiye’ye saldırısı olarak görüyorlar. Bütün Gezi bileşenlerini, ‘Hayır’ diyenleri ‘Batılıların, dış güçlerin uzantıları’ olarak görüyorlar.
Seçimi kaybetmeyi de, “Düşman üzerimize geliyor, kurtuluş savaşı..’ gibi bir şey olarak algılıyorlar. Psikolojileri bu olduğu için böyle bir geçiş döneminde biraz sorun çıkarabilirler… Şu an görünen tablo itibarıyla baktığım zaman, Gezi bileşenleri ve ‘Hayır’ bloğu ortak bir aday çıkarırsa, bu iktidarın kazanması mümkün değil, üç seçimde de kaybedecekler. Tabii, muhalefet ciddi bir hata yapmazsa.
Muhalefetin hata yapma durumu var mı?
Var. Karşı tarafta MHP ve Ak Parti ittifakı, medya saldırısı ile HDP’yi şu an ‘öcü’ ilan etmiş durumda. Kim HDP’ye yaklaşırsa ‘yakarım onu’ diye propaganda yapıyorlar. HDP’nin bir ittifak içinde olması halinde; CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, kim HDP’ye yaklaşırsa hemen saldırıya geçecekler, “Teröristlerle bir araya geldiler” diye.
Bundan korkulmaması gerekir. Çünkü nereden baksanız yüzde 10-13 arası oyu var HDP’nin. Bu oylar göz ardı edilerek hiçbir yere gidilemez. Kürt oyları diyelim buna. Bu belirleyici olacaktır.
Bir de Ak Parti’nin içerisinde yüzde 7 ile 9 arasında ‘dindar’ Kürt oyları var. Onlar da gidecek yer arıyor şu anda, MHP ittifakından çok rahatsızlar. AKP-MHP ittifakına oy vermeleri mümkün değil, büyük oranda ayrılacaklar ama nereye gidecekler?
Bu oyları kaybetmemek için yoğun bir propaganda yapıyorlar… Şu anda CHP ve İYİ Parti’de HDP’nin yanından geçmeme, adını dahi anmama gibi bir ürkeklik var. Ben bunu yanlış buluyorum. HDP resmi ve meşru, yüzde 12-13 civarında oy almış bir partidir. HDP ile ittifak kurmanın teröristlikle hiçbir alakası yoktur.
Herkes birbirini bazı kavramlarla itham edebilir. AK Parti’yi de “İŞİD’le yan yanasın” diye itham edebilirsin yani. Muhalefet de Ak Parti’ye, “Sen de onlara silah gönderirken yakalandın” diyebilir. Önemli olan hukuki durumdur. HDP terör partisi ise hukuki olarak kapatılması lazım.
Kapatılmadığına göre meşru bir partidir. Mazbatasını almıştır, HDP ile ittifak yapmanın hiçbir sakıncası yoktur. Tam tersine, ‘Kürt sorununu’ çözmek için de bu ittifak bir ışıktır, kapı aralamaktır. Bunun sağlanması gerekiyor.
Sizce Cumhurbaşkanı adayı kim olmalı, bu aday hangi özelliklere sahip olmalı?
Bu hususta isim veremem ama bir defa İyi Partililer, CHP’liler, HDP tabanı “Biz ona zinhar oy vermeyiz” dememeli. Anayasa’da bir Cumhurbaşkanından beklenen şeyler yazılı. En temel özelliği de ‘birleştirici’ olmasıdır. Çok yönlü biri olmalı. Çok siyasi bir isim olmamalı.
Aydın, siyasette gözü olmayan, memleket insanını birleştiren biri olabilir. Siyasi hırsları olan, siyasetin içinden gelen, daha önce siyasi rakipleri olmuş, kendini kanıtlamaya çalışan, iktidara geldiğinde muhaliflerini tasfiye etmeye çalışan biri olmamalı. Bilge bir kişi olmalı.
Her kesime hitap edecek, güçlü tarihi analizler yapıp yol gösterebilecek, insanları birleştirecek, özgürlükçü ve adalet hissi çok güçlü birisi olmalı. Geçici cumhurbaşkanı olmalı, örneğin bir yıl içinde Türkiye’yi normale döndürüp bırakmayı düşünmeli.
Sizin de dikkatinizi çekmiştir. Son zamanlarda, gençler arasında deizm ve ateizmin yaygınlaştığı yönünde tartışmalara tanık oluyoruz. Halbuki Türkiye’yi 16 yıldır ‘dindar’ bir hükümet yönetiyor. Nasıl okuyorsunuz bu tabloyu?
Ben bunu epeydir söylüyorum. 4-5 yıldır somut verilere dayanarak yaptığım araştırmalarda, üç Müslüman ülkede deizmin ve ateizmin yaygınlaştığını görüyoruz: Suudi Arabistan, İran ve Türkiye. Bu üç ülkede, gençler ve kadınlar arasında deizm ve ateizmin dipten dibe yayıldığına dair birçok araştırma okudum.
Bu ülkelerin ortak özellikleri; dinin bir şekilde iktidarda olması, ilk ve orta dereceli okullara din dersi konulması ve dinin siyasete bulaştırılmasıdır. Suudi Arabistan’da şeriat devleti, İran’da İslam cumhuriyeti var. Türkiye’de ise dindar, muhafazakar bir iktidar 16 yıldır seçimler kazanarak idare ediyor.
Türkiye üzerine yoğunlaşalım mı?
İşte 16 yıldır iktidarda olan bir parti var. İnsanlar bakıyor, Allah adına bir takım icraatlar görüyor. ‘Allah’ diyor, para topluyor. ‘Niye o adama paranızı verdiniz?” denildiğinde, “Allah, ümmet, Kudüs diyordu!” diye cevap veriyorlar.
Son günlerde ‘Tosuncuğun’ topladığı paralar da böyle oldu. Bu söyleme kanıyor, böyle söyleyince onu bir ‘dava’ olarak görüyorlar. Bir de, 70 bin kişi para verdiğine göre ‘bu doğrudur’ diyor. 70 bin kişi yanılıyor olamaz, diye düşünüyor…
6-7-8-9 yaşındaki kız çocuklarıyla evlenilebilir, sakıncası yoktur, deniliyor. Asansör fetvası çıkardılar, ketçap yemeyin, şu olur bu olur vs. fetvalar veriyor, hurafeler anlatıyor…
İŞİD ortaya çıktı; namaz kılmayanlar kırbaçlanacak, kadınlar dışarı çıkarken çarşaf giyecek, peçe takacak, inanmayanları nerede görürseniz öldürün dedi. Bütün bunlar din adına yapıldı.
Bu durumda İnsanlar düşünüyor, “Bütün bunlar Kuran’da yazıyorsa, Peygamber bunları yapmışsa, o Peygamber de yanlıştır, bu kitap da yanlıştır. Eğer dinde böyle şeyler varsa, o din de yanlıştır. Bunların hiçbirini kabul etmiyorum. O zaman ben sadece Allah’a inanırım” diyor, ‘deist’ oluyor.
Bu giderek de şuna dönüşüyor: “Allah varsa, böyle peygamberler göndermişse, kitabında da bunlar yazıyorsa bir yanlışlık vardır. Allah da doğru şeyler söylemiyorsa Allah olamaz. Demek ki, böyle bir şey yok” diyerek, Allah’ı da reddettiği bir noktaya gelip ‘ateist’ oluyor.
Dolayısıyla, özellikle Suudi Arabistan, İran ve Türkiye’de deizm ve ateizmin anlamı bir tepki, isyan, bir çığlıktır. Bunu olumsuz bir gelişme olarak değil, olumlu ve hayırlı bir gelişme olarak görüyorum.
Demek ki bir sorgulama var, demek ki din adına yapılanlar kabul görmüyor. Gençler deizme, ateizme kayıyor ama onlarınki aslında var olan din adına yapılan uygulamalara tepki ve isyan. Bu isyana deizm veya ateizm diyorlar.
Bu, teolojik ya da felsefi bir tercih değil. Bir isyan hali. Kabul etmeyince de, “Sen ne biçim insansın, Allahsız, kitapsız” diye eleştiriliyorlar. Bu gençlerin niyeti deist veya ateist olmak değil.
Din doğru anlatılmadığı için bu yolu seçiyorlar. Ben onların bir kısmı ile görüşüyorum, “İsyanında haklısın, ben de isyan halindeyim, o uydurulan dinin ben de ateistiyim” diyorum. Unutulmamalıdır ki, Peygamber de dinsiz olmakla itham edilmiştir.
Bu olup bitenleri müfredattan felsefe derslerinin kaldırılmasıyla ilişkilendirebilir miyiz?
Uydurma hadisler, rivayetler, hurafeler öğretiyorlar çocuklara. Mesela diyorlar ki, “Yedi yaşındaki çocuğu, namaz kılmazsa dövebilirsiniz.” Bu, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırıdır. “Kadını cariye yapabilirsiniz veya çok eşli olabilirsiniz” diyorlar.
Bu, Uluslararası Kadın Hakları Bildirgesi’ne aykırıdır. “Gayrimüslimler aşağıdır, zimmet hukuku geçerlidir” diyorlar. Bu, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne aykırıdır. Kuran’daki gerçek mesaj ile İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi uyum içindedir. Çatışan gerçek din değil, İslam adı kullanılarak uydurulan hurafelerdir.
AK Parti iktidarıyla birlikte cemaat ve tarikat patlaması yaşanıyor. Ne söylemek istersiniz?
Bu tarikat ve cemaatlerin birçoğu yozlaşmış vaziyette. Bunların her biri yeni bir FETÖ adayıdır. İktidara yakın olan tarikat ve cemaatler, bir bakanlığı ya da devletin bir tarafını ele geçirip adamlarını yerleştirmeye çalışıyorlar. FETÖ’cü bir zihniyetle hareket ediyorlar.
Devlete sızma, ele geçirme, kendi adamını yerleştirme veya devlet üzerinden kendilerini zengin etme, güç-kudret sahibi olmak için uğraşıyorlar. Bunların her biri takip edilmezse, hükümetin başına bela olacaktır.
Şu anda FETÖ gibi davranamıyorlarsa, güçleri yetmediği içindir. Güçleri yetse, aynısını yapmaya çalışırlar. Bunların, baştan itibaren devlet anlayışları sakattır. Devlet, bir ortaklık kurumudur. Bir hegemonya, tahakküm, tasfiye kurumu değildir. Gelirsin, hizmet edersin, gidersin.
Siyasi partilerden milletvekilliği veya belediye başkanlığı için teklif aldınız mı?
Belediye başkanlığı için değil de milletvekilliği için konuşmalar oldu. CHP ve HDP’de… Ben yanaşmadım. Milletvekili olmak istemiyorum. İnsanlar geliyor bana “Cumhurbaşkanı adayı ol” diye. Onlara diyorum ki, ben şu an bir iş yapıyorum.
Benim yaptığım iş milletvekilliğinden de cumhurbaşkanlığından da zordur. Halk bana “Dini anlat, Kuran’ın özünü, gerçeğini anlat” diyor. İnsanlar bu konuşmalarımı dikkatle dinliyor. Oradan çıkıp siyasi konulara girecek olsam, “Hoca, siyasete girme, sen bize dini anlat” diyorlar.
1 Mayıs’a katılacak mısınız?
Katılacağız. Maltepe’de olacağız. Fatih Camiinde toplanıp oradan Saraçhane’ye kadar yürüyeceğiz. Oradan da Maltepe’ye, miting alanına intikal edeceğiz.
Namaz kılıyor musunuz?
Cuma namazına katılırım. Daha çok sabah-akşam namazları. Beş vakit namaz kılacaksın diye bir kural yok. Namazın kazası ve cezası yoktur. Budistlerin yogası gibi, namaz da Müslümanlara mahsus bir eğitim yöntemidir.
Kuran-ı Kerim’de Cuma toplantısına katılmak, Cuma suresi vardır. Beş vakit namazdan daha kuvvetlidir. Benim Cuma anlayışım da biraz farklı. Cumada sadece namaz kılınmaz. Namazı aslında evinde de kılabilirsin. Cuma asıl toplantı için vardır.
Camiye toplantı için, dayanışma için, orada insanlarla birlikte meseleleri konuşmak için gidilir. Her Cuma Müslümanların yoksullara infak etmesi, toplanması, meseleler görüşmesi kararlar alması gerekir. Periyodik şekilde, aralıksız, buna devam etmesi gerekir.
Kaç çocuğunuz var?
Beş çocuğum var. Üç kız, iki erkek. Mimar, hukuk, tıp, mühendislik okuyorlar, aralarında ilahiyatçı yok yani.
Eşiniz ve kız çocuklarınız kapalı mı?
Şu an üç kızımdan birinin başı örtülü, ikisinin açık. Evlendiğimizde anneleri zaten başörtülüydü hala öyle.
Namaz kılıyorlar mı?
Ben buraya gelenlere de, hiç kimseye namaz kılın, oruç tutun telkininde bulunmam. Benim fikrime göre din, esasında inançlar, ritüeller ve kimlik değil davranışlardan ibarettir.
Allah’a inanmak, cennete inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak, Müslüman kimliği taşımak bireyseldir, şahsidir. Senin inanıp inanmadığına, namaz kılıp kılmadığına değil; iyi, adaletli, dürüst biri olup olmadığına bakılır. Namaz evinin önünde akan bir ırmak gibidir isteyen onunla temizlenir. Kimse zorlanamaz.
İhsan Bey, eviniz kira mı, geliriniz nereden?
Ev kira. Benim mülkiyetim yok. Evim, arabam yok, hiçbir şeyim yok. İnşa Kültürevi de kira. Zaten çok masraflı biri değilim. Kitaplarım sürekli basılıyor, kitaplarım dışında bir gelirim yok. Bu gelirle de burayı (Kültürevini) çeviriyoruz.
Yetmediği zaman arkadaşlardan destek alıyoruz. Buranın ve yürütülen faaliyetlerin masrafları zaman zaman kolektif karşılanır. Çok zora düştüğümüz zaman, her zaman da değil, arkadaşlara diyorum, şöyle bir ihtiyaç var el atın. Böyle karşılıyoruz.
Kaç kitabınız var?
26 tane.
Hakkınızda açılan davalardan bahseder misiniz?
Mülk zengini değilim ama dava zenginiyim. Cumhurbaşkanına hakaret davaları var. Ben sabıkalı biri değilim. 12 Eylül’de, Akıncı gençler davasından Mamak Cezaevinde yattım. O zamanki İslam grubu akıncılardı.
Biz MSP ile birlikte aynı davada yargılandık, 1 Nolu Askeri Mahkemede. Darbeyi içeride karşıladım. Darbe olduğunda ben 15 gündür içerideydim. Solcularla tanışmam cezaevinde oldu. 19 yaşında hapisle tanıştım.
Beraat ettikten sonra ilahiyat fakültesine girdim. Kitaplar yazdım. 28 Şubat’a karşı çıktık, 30’a yakın davada yargılandım. Sonra devran döndü, Cumhurbaşkanına hakaretten yargılandım. Bunların birçoğundan berat ettim.
Devam eden bir dava var. Önümüzdeki Salı son duruşması var. Terör örgütü propagandası yapmaktan yargılanıyorum. Bir söyleşide Vatandaşın biri bana Hendek Savaşını sordu, ben de anlattım.
Bunlar da Diyarbakır, Şırnak vb. yerlerde açılan ‘hendeklerle’ ilişkilendirmişler; “Sen bu Hendek Savaşını niye anlattın?” diyorlar. Bazı ahlak dışı bulduğum noktaları söyledim. Bir kadının cenazesinin 7 gün sokakta bekletilmesi, köpeklerin cesedi yemeye gelmesini gören çocuklarının taş atarak engel olmaya çalışması, buna rağmen cesedin sokakta bekletilmesi suçtur.
Bir ölünün zırhlı aracın arkasına bağlanarak sokakta sürüklenmesi suçtur. Öldürülmüş bir kadının cesedinin çırılçıplak soyulması ve fotoğraflarının çekilerek sosyal medyada yayınlanması suçtur.
Bunları eleştirdim. Bunlar Cenevre Sözleşmesi’ne de, mevcut yasalara göre de, İslam dinine göre de, Türk töresine göre de suçtur. Savcı bu sözleri terör propagandası olarak görüyor. Bunlara karşı çıkmanın terör örgütü propagandasıyla ne alakası var?
(İhsan Eliaçık bu söyleşi yapmamızın ardından bu davadan hapis ve İstanbul dışına çıkmama cezasına çarptırıldı.)