–Yoksa Bizler Maskeli Katiller veya Kendi Bedenlerini Parçalayan Mazoşistler miyiz?–
Bir önceki makalemizde Gazze örneğinden kalkarak günümüz Müslümanlarının güç karşısındaki utanç verici tutumlarından söz etmiş ve bu utanç verici tutumun sadece bugüne özgü olmadığını, tüm zamanların baskın algısının bu yönde tecelli ettiğini ifade etmiştik. Bu yazımızda da konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Tarihte yaşananlara şöyle bir göz attığımızda, olanların, baskı, şiddet ve zulmün boyutunun bugün bile insanın tüylerini diken diken ettiğini söyleyebiliriz. Örneğin Emevi iktidarının ilk elli yılı boyunca cuma hutbeleri dâhil her ortamda Hz. Ali’ye ve ehli beytine lanetler okuyup küfürler etmek, onları aşağılamak bir devlet politikası ve uygulaması haline getirilmişti. Peygamber, Mescidinde bile bu tür küfür ve aşağılamalar sürekli tekrarlanmış, iktidarı tenkit etmek ve yanlış yolda olduğunu söylemek kişinin öldürülmesi için yeter sebep haline gelmişti. Zaten, içte ve dışta yapılan savaşlar nedeniyle sayıları oldukça azalan Peygamber çizgisindeki Sahabi ve Tabiun bu baskılar karşısında içlerine kapanmışlar, seslerini çıkaranlar acımasızca cezalandırılmış, hatta öldürülmüşlerdi. Sorgusuz ve yargısız infazlar imparatorluğun özelliği haline gelmişti. Muaviye’nin ve valilerinin ağzından çıkanlar kanun haline gelmiş, dönemin valilerini yaptığı haksız uygulama, baskı ve şiddet nedeniyle protesto edenlerin elleri ve dilleri kesilmiş, elebaşları olarak adlandırılanlar katledilmişti.(1)
Hamedan’da Muaviye’nin otoritesini kabul etmeyen Müslümanlar katledildiği gibi kadın ve çocuklarına esir muamelesi yapılarak köle pazarlarında satılmış, öldürülen Müslümanların başları kesilip mızraklara takılarak sokaklarda teşhir edilmişti. Bu konuda bilinen ilk örnek, Büyük sahabi Ammar bin Yasir idi. Aynı şekilde sahabilerden, Amr ibn’l Hamık ve Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’in kafaları kesilip Muaviye’nin huzuruna getirilmiş, daha sonra mızraklara geçirilerek halka teşhir edilmişti. Başsız bedenler de ölü bir eşek ile birlikte yakılmıştı.(2) Öldürülenler sadece eli silah tutan yetişkinler değildi. Muaviye’nin Yemen valisi İbn’i Ertat, bütün yetişkinleri katlettikten sonra Hz. Ali’nin valisinin iki küçük çocuğunu da katletti. Beni Kinane kabilesine ait bir kadının feryatları tarih kitaplarında şu şekilde yer alır:
“Erkekleri öldürmeniz yetmiyormuş gibi şimdi sıra çocuklar mı geldi? Cahiliye devrinde bile onlara dokunulmuyordu.”(3)
Eline kılıç almadığı, hatta halkı mevcut yönetime karşı ayaklandırmadığı halde, sadece uygulamaları özellikle de Hz Ali’ye yapılan haksızlıkları (camilerde Hz ali’ye hakaret ve küfürler edilmesi uygulamasını) tenkit ettiği için, Hicr İbni Adiy ve on arkadaşı katledildi. Bu on kişiden birisi olan Abdurrahman ibni Hasan diri diri toprağa gömüldü.(4)
Muaviye, oğlu Yezid’i yerine veliaht tayin etti. Bu davranışının desteklenmesi için, toplumda söz sahibi olanların önemli bir kısmı parayla satın alındı. Parayla satın alınamayanlar, silah zoru ile bu kararı kabule zorlandılar. Örneğin, Muaviye hayatta kalan ileri gelen son birkaç sahabiyi Mekke’de toplayarak; “Allah’a yemin ederim ki, bundan sonra herhangi biriniz, benim sözlerime karşı çıkar, cevap vermeğe kalkışırsa, ikinci bir söz söylemesine fırsat vermeyeceğim. Onun kafasının üstünde kılıç sallanacaktır.” diye tehditler savurdu. Arkasından yaverine dönerek; “Bu adamların her birinin yanına ayrı ayrı memur (asker) kat. Herhangi birisi sözlerime karşı ağızlarını açarlarsa bunların kellelerini uçursun.” Sonra halkı toplayarak, “Bakınız bu zevat Müslümanların ileri gelenleridir, Yezid’e biat ediyorlar, siz de Yezid’e biat edin” dedi. Böylece kıyım ve katliamlar devlet geleneği olarak resmileşmiş ve gelenekleşmiş oldu.
Yezid’in babasının yerine geçmesiyle birlikte baskı ve şiddet kat be kat arttı. Bugün bile günlük hayatımızı etkileyen katliamlar yaşandı. Ve ilk gerçek “gazze” o dönemde yaşandı. Peygamberimizin gözbebeği, Hz. Ali’nin küçük oğlu Hz. Hüseyin ve 70 arkadaşı ailesi ile birlikte, günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra Yezid’in ordusu tarafından katledildi. Hz. Hüseyin’in başı kesilerek Yezid’e götürüldü ve sokaklarda teşhir edildi. Aynı şekilde sağ kalan çocukları, yarı çıplak halde, katır sırtında şehir şehir dolaştırılarak teşhir edildiler. Amaç sadece onları aşağılamak değildi. Salatanata karşı çıkmak isteyenlere de gözdağı verip, onların iradelerini kırıp, şahsiyetlerini yok etmekti. Daha Müslümanların tarihinin ilk yıllarında, yaşadıkları coğrafya bir korku imparatorluğuna dönüşmüş, böylece birey ve toplumların iradeleri yok edilerek, güç ve otorite karşısında boyun eğmeleri sağlanmış oldu.
Yine Allah’ın Resulünün vefatının üzerinden elli yıl bile geçmeden, Yezid’in emri ile Medine işgal edilerek, taş taş üstünde birakılmadı. Tarihe “hurre vakası” olarak geçen bu katliamda Emevi yanlısı olmakla bilinen hadisçi Zuhri bile, muharebelere katılmayan şehir halkının keyfi olarak kılıçtan geçirildiğini, ileri gelen sahabilerden 700, halktan da on bin kişinin katledildiğini, bütün şehrin yağmalandığını, evlerin talan edildiğini, yakılıp yıkıldığını, kadın ve kızlara tecavüz edildiğini söyler. Hafız İbni Kesir de “bu hadise esnasında bin kadar kadın bu tecavüzler nedeniyle Yezid’in askerleri tarafından hamile bırakıldı”(5) diye yazar.
Elbette yapılanlar sadece fiili baskı ve zulümlerle sınırlı değildi. Bu ceberut iktidarlar ve onların yönlendirdiği sözde bazı ulema tarafından, “Yönetimin başında bulunan kişi ne kadar zalim ve günahkâr olursa olsun, halkın görevi bu otoriteye itaat etmektir. Bu dini bir gerekliliktir.” diyerek sorunu bir yönetim ve hükümet konusu olmaktan çıkardılar. Sultana/iktidara, dolayısıyla güce itaat artık imanın konusu haline gelmişti. Öyle ki, siyasi otoriteye karşı çıkmak, Allah’a karşı çıkmak olarak algılanmaya başlanmıştı. Artık konu bir din ve iman konusu haline getirildiği için inananlar, kayıtsız şartsız sultanlara teslim olmak zorunda bırakıldılar. Yüz yıllarca camiler, bu ceberut iktidarların meşrulaştırıcı alanları haline geldi.
Emeviler tarafından icat edilen kader doktrini, insanı, rüzgârın önündeki kuru bir yaprağa dönüştürüyordu. İnsan, yazılan kaderi dışına çıkamazdı. Krallar ve sultanlar da öyleydi. Onlar, kaderlerinde, sultan olmaları yazıldığı için sultan oluyorlardı. Sultan olmak, onların değil, Allah’ın iradesiydi. Zalim ve adil olmaları da bu kaderin bir gereğiydi. Olan bütün olaylar, bu kader çerçevesinde oluyordu.
Zulümler, katliamlar, baskılar, açlıklar, susuzluklar, yolsuzluklar, hırsızlıklar, ihanetler, tecavüzler hepsi bu kaderin tecellisinden başka bir şey değildi. Sultan, zulüm, yapıyorsa, insanları haksız yere öldürüyor, mallarına el koyuyor, kutsallarına saldırıyorsa, hürriyetlerini ellerinden alıp, onları köleler haline getiriyorsa, işte tüm bu olanlar, bu yüce kaderin, yani ilahi iradenin bir gereği olarak oluyordu.
Evet bu anlayışa göre, tüm bunlar Allah dilediği için oluyordu. Tüm bu olanlarda bizim bilemediğimiz hayırlar vardı. Bu nedenle halka düşen, olanlara sabredip, mevcut otoriteye itaat etmekti. Bu nedenle otoriteye karşı çıkmak, ilahi iradeye karşı çıkmak anlamına gelirdi.
Sultanlar, Kur’an’ın yasakladığı bir şeyi emretseler de halka düşen ona uymaktı. “Biz beşeri otoriteye itaatle sorumluyuz.” diyorlardı. Eğer, burada bir günah ve yanlış varsa, vebalı yaptıranın boynunaydı. Olanlarda halkı ilgilendiren bir durum söz konusu değildi. Sultan, halkın ve kendi günahlarının cezasını zaten Allah’a verecekti. Allah’ın ceza ve ikabı karşısında halkın yapacaklarının sözü mü olurdu? Olay, Allah ile sultanın arasındaydı. Teba, dişini sıkıp sabretmek durumundaydı.
Elbette bu noktaya bir günde gelinmedi. Bu insanlar veya onların babaları birkaç on yıl öncesine kadar “Muhammed’ül emin” ve “usvetül hasene” (kendisinde güzel örneklik bulunan) olarak gördükleri Peygamberlerine bile, “bu senin sözün müdür, Allah’ın sözü müdür?” diye soruyorlar, “Eğer bu senin sözün ve görüşün ise benim de bir sözüm ve görüşüm vardır.” diyebiliyorlardı. Hatta Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi yöneticilere bile “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz” veya “Bu üstündeki elbiseyi nereden buldun, Beytülmali kendi nefsin için mi kullanıyorsun?” diyerek sorgulayabiliyorlardı.
Böyle bir gelenekten gelen Müslümanlar birkaç on yıl sonra ne hallere düşmüştü. Artık zalim sultanlar karşısında veya gıyaplarında onu övme dışında bir söz söylemeleri mümkün değildi. En muttakileri susmak durumunda kalmışlardı. Büyük kalabalıklar sultana yaltaklanıp, onu kutsayıp yüceltme noktasına gelmiş, getirilmişti.
Adalet ortadan kalkmış, Arap cahiliyesi hortlamıştı. Arap olmayanların camilere imam olamadığı gibi, Arap olmayan birinin, bir Arabın cenaze namazını kıldırması bile mümkün değildi. Müslüman toplum arasında sınıflar, kastlar oluşturulmuştu. Arap olmayan bir Müslüman’ın, hangi özelliğe ve imkâna sahip olursa olsun Arap kabilelerinden birine mensup bir kadınla evlenmesi mümkün değildi. Böyle bir “hata”ya düşenlere ciddi yaptırımlar uygulanır, ağır cezalar verilirdi. Herkesin haddini bilmesi gerekirdi.
Arap kökenli olmadıktan sonra aslında Müslüman olmanın da çok fazla bir anlamı yoktu. Onlar toplum içindeki statü sıralamalarında ancak üçüncü veya daha gerilerde bir yere sahiptiler. Âlim, muttaki veya kahraman bir asker olmaları hiçbir şeyi değiştirmezdi. Sıradan, cahil bir çöl bedevisi onların efendisi konumundaydı. Devletin imkânlarından da ancak bu sıralama çerçevesinde yararlanabilirlerdi. İlk sıra, Kureyş kabilesinden Ümeyye oğullarına aitti. Sonra diğer Arap kabileleri gelirdi.
Savaşlarda bile bu ayrımcılık egemendi. Bir mevali imkânı olsa bile savaşlara atlı olarak katılamazdı, yaya olarak katılmak durumundaydı. Genellikle ganimetlerden de herhangi bir pay alamazlardı. Alsalar bile bu ancak bir Arap mücahidin aldığının çok altında bir miktar olabilirdi. Müslüman olmak onu cizye ödemekten de kurtarmazdı.(6)
Emeviler bir yandan kendilerine rakip olarak gördükleri hicaz kaynaklı muhalefeti en acımasızca bastırıyor, Peygamberin izinden yürüyerek, O’nun anlayışını ve uygulamalarını yaşatmak isteyenleri, tüm aileleriyle birlikte kendilerine doğal düşman olarak görüyorlardı. Bu güzide insanların toplum nezdindeki itibarlarını yok etmek ve toplumla irtibatlarını kesmek için her yola başvuruyorlardı.
İşte bu nedenle Hz. Ali ve Ehli beytine onlarca yıl boyunca, camiler dâhil, insanların bir araya geldiği her ortamda hakaretler edilmiş, lanetler okunmuş ve aşağılanmışlardı. Diğer öncü Müslümanlar da topluluklarının önünde, itilip kakılmış, hakaretler edilmiş, aşağılanmış, iftiralar atılmış, saygınlıkları zedelenmişti. Mevali konumundaki Müslüman olanlar ile İslam’a yeni giren Arap kökenli olmayanlar, işin aslını öğrenmekte zorlanıyorlardı. Zihinleri allak bullak olmuştu.
Zaten kişi ve toplumların, dini ilk kaynağından öğrenme imkânları ortadan kaldırılmıştı. Onlara dini öğretecek, Kur’an dâhil kitaplar bulmak neredeyse imkânsızdı. Günümüzdeki gibi herkesin evinde bir Kur’an bulunması söz konusu değildi. Bu her şeyden önce teknik olarak imkânsızdı. Olsa olsa Kur’an’ın bazı sure ve cüzleri bulunabilirdi. Kur’an’ı ve Peygamberimizin tecrübelerini öğretip aktaracak sahabilerin sayısı da her gün biraz daha azalıyordu.
İslam dünyasının o gün yayıldığı coğrafyayı düşündüğünüzde işin vahameti anlaşılır. Ancak belli başlı merkezlerde bu tecrübe ve bilgilere ulaşmak mümkün olabiliyordu. Ona ulaşmak ise herkesin yapabileceği bir şey değildi. Dolayısıyla toplumun genelinin din diye bildiği, egemen otoritenin ve onun emrindekilerin empoze ettiklerinden ibaretti. Yaşanan olaylar, toplumu travmadan travmaya sokmuş, güven duygusu alt üst olmuştu. Can ve mal güvenliği ortadan kalkmıştı.
Mervan döneminde bu baskılar daha da arttı. Özellikle Haccac gibi zalim valiler eliyle yapılan zulümler, oluşturulan baskı, şiddet ve korku ortamları toplumun değer yargılarını altüst etti, psikolojilerini bozdu, bireyleri gölgelerinden korkar hale getirdi. Sünni kaynaklarda bile, Haccac’in yirmi yıllık valililik döneminde yüz yirmi beş bin insanı katlettiği, öldüğünde de hapishanelerde/zindanlarda en az seksen bin insan bulunduğu ifade ediliyor.(7) O zamanki toplam nüfus ne kadardı ki…
Bu zulüm ortamında Müslümanlarda üç farklı davranış şekli ortaya çıkmıştı. İlk göze çarpan davranış biçimi, toplumun önemli bir kısmının, ibadetleri terk edip, dinden uzaklaşarak dünyevileşmesiydi.
İkinci olarak, zulüm ve baskının ortadan kalkmasından ümidini kesen önemli oranda Müslüman, mistik anlayışların, batini yapılanmaların etkisi altına girdi.
Üçüncüsü olarak, baskı, şiddet ve korku ortamı toplumu tepkiselliğe itti. İktidardan rahatsız olan insanlar, yeraltına çekilip, gizli yapılanmaların ve karşı şiddet hareketlerinin ortaya çıkmasına neden oldular.
Birbirinden farklı ve birbirinin karşıtı gibi görünen bu üç grubun ortak yanı hukuku değil gücü önceleyip kutsamalarıdır. Baskı ve şiddet, Müslümanların oluşturduğu toplumlarda gücün kutsanması sonucunu doğurdu. O günden bu güne baskı ve şiddet arttı veya azaldı ama tümüyle ortadan kalkmadı. Müslümanların gücü kutsama anlayışları geçici bir durum olmaktan çıkarak dini bir niteliğe büründü. Bu durum, Kur’an’dan ve sünnetten getirilen örneklerle dinin ve Müslüman olmanın gereği olarak günümüze kadar egemenliğini sürdürdü.(8)
Emevi iktidarlarının Müslümanlara yaptığı en büyük kötülük ve bıraktığı en kötü miras, Müslümanların sağlıklı bir şekilde düşünmelerine engel olmuş olmasıdır.
Baskı ve şiddet, öncelikle tepkisel ve duygusal hareketlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Haricilik ve Şiilik bunu en belirgin örnekleridir. Sonrasında ise insanların psikolojilerindeki bozulmaya oranla içe kapanma ve güce teslim olma, gücü kutsama başlamıştır.
İnsanlar öncelikle can güvenliklerini sağlamak için uğraşmışlar, doğru bilgi, sağlıklı ve adil yöntemler üzerinde yoğunlaşma imkânı bulamamışlardır. Çünkü doğru bilgiye ve doğru yöntemlere ancak özgür ortamlarda ulaşılabilir. Tepki tepkiyi, düşmanlık düşmanlığı doğurduğu için, toplumun doğal bir şekilde bir araya gelip kaynaşması mümkün olmamış, birliktelikler, birinin diğerini teslim alması şeklinde gerçekleşmiştir.
Hz. Ömer sonrası dönemde, maalesef, toplumlar birbiriyle doğal bir şekilde kaynaşamamış, birbirlerini gereğince tanıyamamışlardır. Aidiyat duygusu çok zaman onları istemediği şeyleri yapmaya zorlamıştır. Bugün bile bunun sıkıntılarını yaşıyoruz. Bugünkü darmadağınık, bilinçsiz halimizin, sağılıklı bir Allah, Resul ve ahiret anlayışına sahip olamayışımızın, dolayısıyla dünyayı da doğru bir şekilde okuyamayışımızın temelinde, bu dönemin din ve dünya anlayışı yatmaktadır.
İnsanlar doğru bilgiden uzaklaştıkça gücün ve hurafenin etkisi altına girmişler, iktidarlardan ümitlerini kestikleri dönemlerde doğaüstü güçlerden, mucize beklentilerine girip, gaybi yardımlardan medet umar hale gelmişlerdir. Bu durum onları hayatın dışına çıkarmıştır.
Baskı ve şiddet toplumun en önde gelenlerinin bile kendi içlerine kapanmalarına neden olmuştur. Fitne dönemi olarak adlandırılan böyle zamanlarda insanlara evlerinden dışarı çıkmamaları tavsiye edilir olmuş, hatta bu durum Peygamberimize ait olduğu iddia edilen hadislere bile yansımıştır.
“Ebu Hureyre’den: Resullullah (sav): ‘İleride öyle bir fitne olacak ki, bu fitne içerisinde oturan, ayakta durandan daha hayırlı olacaktır. Ayakta duran da yürüyenden daha hayırlı olacaktır. Yürüyen de koşandan hayırlı olacaktır. Kim merak eder de fitneye bakmak isterse fitne ona bulaşır. Kim bu fitne içerisinde iken bir sığınak ve korunma bulursa onunla sığınıp korunsun.”(9)
Aynı şekilde böyle dönemlerde yapılacak şey; “Elindeki kılıcı bir kaya kovuğuna sokmak ve bir mağarada fitnenin bitmesini beklemektir. Yapacak bir şey yoktur.” anlayışı Hz. Ömer’in oğlu Abdullah ibni Ömer dâhil, birçok önde gelen sahabinin savunduğu bir tezdi.
Ancak bu tezler, toplumda zulmün ortadan kalkmasını sağlamadığı gibi, zalimleri daha da şımartmış, toplumdaki ümitsizliği daha da körüklemiş, cahil ve yeni yetme insanların tepkisel hareketlere yönelmelerini tetiklemiştir. Tüm bu davranışların sonunda da Sultanın otoritesi Müslümanların şuuraltlarına iyice kazınmış, sultanın otoritesine karşı çıkanlar bile gücü kutsamaktan öte bir şey yapmamışlardır.
Emevilerle birlikte oluşan korku egemenliği ve bunun sonucu olarak her şeye “güvenlik” çerçevesinde yaklaşmaları, Müslümanları mantıklı ve tutarlı olmaktan uzaklaştırmıştır. Bu anlayışın egemenliği yüzyıllarca devam etmiş, bazı dönemlerde gevşemeler görülmüşse de “korku” bizim tarihimizin temel belirleyicisi haline gelmiştir. Bugün de öyledir.
Emevi sultanlar açıkça, “Bizi, sizin başınıza Allah musallat etti. Allah seçti. Hoşunuza gitmese de bize itaat etmek zorundasınız. Bize itaat Allah’a itaattir. Bize karşı gelmek, Allah’a karşı gelmektir” diyorlardı. Bunu dinin en temel ilkesi haline getirmişlerdi.
Bu tür siyasi argümanların sonucu olarak “kader inancı” imanın şartlarından biri haline getirildi. Emevi valisi, Ziyad bin Ebihi halka şöyle sesleniyordu: “Ey insanlar! Sizin yöneticileriniz ve koruyucularınız olduk, Allah’ın bize verdiği otorite ile sizleri yöneteceğiz. Yine Allah’ın bize ihsan ettiği ganimetle sizi koruyacağız.”(10)
Aynı şekilde Yezid de yaptıklarının Allah’ın bilgisi ve takdiri ile olduğunu vurgulamak için ayetleri tahrif ederek dilediği gibi yorumlamaktan çekinmiyor ve “Dilediğini yapan, dilediğine veren, dilediğinden geri alan, dilediğini alçaltan, dilediğini de yükselten Allah’a hamdolsun” diyerek kendi zulümlerinin Allah iradesiyle olduğunu söylemeye çalışıyordu.(11)
Böylece Emeviler kendi zalim iktidarlarını meşrulaştıracaklarını ve halk nazarında kabul göreceklerini düşünüyorlardı. Bu doktrinin etkisi ilk yıllarda hemen kendisini göstermese, Emeviler uzun bir süre meşruiyet sorunu yaşamış olsalar da sonraki yıllarda bu algılama biçimi neredeyse egemen düşünce haline geldi. Bu gücü kutsama algısı hem zalim Emevi iktidarlarının hem de diğer zorba yönetimlerin halk tarafından benimsenmesinde önemli bir işlev gördü. Daha sonraki dönemlerde yaşadığımız “bizim tarihimizi” de bu gözle okuduğumuzda benzer olayları yaşadığımızı görürüz.
Bu güce tapınmanın yansımalarının sadece “kendi devletlerimiz” döneminde değil, Moğol istilaları, Haçlı seferleri ve Sömürgeci İstilalar sonrasında oluşan “kafir iktidarlar” döneminde de tezahür ettiğini söyleyebilir, tarihin sararmış sayfaları arasında, yaşanmış binlerce yüz kızartıcı olayı sayabiliriz.
İşte bu anlayış dolayısıyladır ki bizim tarihimiz “gazzeler”le doludur. Başımıza gelen musibetleri Allah’a fatura etmeyi inanç ilkesi haline getirdiğimiz için, kendi davranışlarımızı gözden geçirip düzeltme gereği duymadık. Tembelleştik, vurdumduymazlaştık, menfaatperestleştik, hep başkalarının bizi kurtarmasını bekledik, gözümüzü gelecek, mucizelere/kerametlere ve gaybi yardımlara diktik, efsanelerde var ettiğimiz kahramanlarla kendimizi teselli eder olduk.
Bu nedenle yeni yeni “gazzeler” yaşamaya da devam ettik. Bunların önemli bir kısmı bizim yöneticilerimiz tarafından kendi halkımıza reva gürülen “gazzeler”di. Yakın tarihte bu “gazze”ler Anadolu coğrafyasında da yaşandı, dünyanın diğer coğrafyalarında da.
Ancak en büyük yıkımlar, acılar Moğolların saldırıları ve Orta Çağda Batı Hıristiyan dünyasının organize ettiği Haçlı Seferleri sırasında yaşandı. O dönemdeki Müslüman coğrafyanın sosyal ve siyasal durumu da az çok bugünkü duruma benziyordu.
Zihni dağınıklık ve tembellik bir yana siyasi açıdan da felç olmuş bir durum söz konusuydu. Müslümanlar, Dicle ve Fırat ırmaklarının suları ile abdest alınıp alınamayacağını tartışırlarken, aynen bugün Arap dünyasının “Şiilik en büyük tehlikedir.” tartışmasını yaptığı gibi, koca bir Müslüman coğrafyası, Anadolu, İran, Irak, Suriye, Filistin yerle bir edilmiş, kadın, çocuk denmeden herkes katledilmiş, namusları kirletilmiş, kütüphaneleri yakılmıştı. Müslümanlar o güçleri de kutsadılar. Kendilerine gelmeleri yüzyıllar aldı.
Mutezili âlimlerin kitapları da böyle bir kıyım sonrasında Müslüman’ım diyenler tarafından yakılıp yok edilmişti.
Bu coğrafya ne çok “gazzeler” gördü, ne çok katliamlar yaşadı, en çok da masumların kanı aktı. Müslümanların güçlü olanlar karşısındaki suskunlukları sürdükçe yeni “gazzelerin” yaşanılması yeni kanların akması da kaçınılmaz olarak yaşanacaktır. Ne mutlu güçlünün değil, haklının yanında olanlara, ne mutlu güce değil de Hakk’a yönelenlere…
—
(1) Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, Hilal Yayınları, Ankara, s.237, Taberi, c.4, s.248, el Bidaye, c.8, s.71
(2) Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, Hilal Yayınları, Ankara,s.239, Ahmed i.hanbel, Müsned, h.6538,6929, İbn Sad, c.3,s.253,Taberi, c.4, s.79,İbni Haldun, c.2, s.182
(3) Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, Hilal Yayınları, Ankara, s.238, İstiyab,c.1s.65, Taberi,c.4, s.107, İbni Esir,c.3, s.193
(4) Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, Hilal Yayınları, Ankara, s.221, Taberi, c.4 s.190-207
(5) Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, Hilal Yayınları, Ankara, s.247, Taberi, c.4, s.372, 370, İbn-i’l Esir c.3 s.313,313, el- Bidaye ve-Nihaye, c.8, s.219,221
(6) Mustafa Kılıçlı, Arap Edebiyatında Şuubiyye, s.44, 49, 64. (Egani, el Kamil ve Duhu’l İslam’dan naklen)
(7) Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, Hilal Yayınları, Ankara, s.253, İbn-i’l Esir c.4 s.29,133, el- Bidaye ve-Nihaye, c.9, s.2,83,128,138, İbnu Haldun, c.3,s.58
(8) Hicri birinci yüzyılda Müslümanların yaşadıkları travmaların birey ve toplumların hayatlarında, din ve dünya algılarında, Allah, Resul ve Ahiret anlayışlarında nasıl bir değişim yaşandığını, “Vahiy Savunması -Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı-“ (Ağaç Kitabvevi -Anka-) adlı kitabımızda geniş şekilde ele aldık. Daha fazla bilgi almak isteyenler ilgili kitaba bakabilirler.
(9) Sahihi Buharı, Muhtasarı Tecridi Sarih, hadis no:2189 (Çev ve not.Abdullah Fevzi Kocaer)
(10) Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anlamak, s.220, Ankara Okulu yayınları
(11) Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anlamak, s.220, Ankara Okulu yayınları, İbni Abdurrabbih, Ikdu’l Ferid tkd. Ömer Abdusselam Tedmuri Beyrut, s.366