İmralı görüşmelerinden sızan konuşmaların gazetecilik açısından “bomba” haber olduğunu inkâr etmek ahmaklık olur. Pek tabii başarılı bir gazetecilik söz konusudur. Ancak söz konusu bomba haberin barışa giden yolu bombaladığı, en azından büyük hasar riski yarattığı da bir gerçek. Görüldü ki, pek öyle büyük ve derin yapıların güzergâhında da ilerlememiş “sızdırma süreci”. Birilerinin kişisel kızgınlık ve öfkesi, diğer birilerinin haşarı gazeteci tarafına denk gelmiş ve bir düşüncesizlikler silsilesidir gitmiş gibi görünüyor.
Sonucun iyi yönetilerek hayra tahvil edilme potansiyeli taşıması ayrı şey, böylesine kritik bir sürecin faydasız ve belki “irabda mahalli” bile olmayan unsurlarla erozyona uğratılmak istenmesi ayrı bir şey. Zira Öcalan’ın BDP’li heyete söylediği sözler, kendi iç network’ü için makul şeyler olsa da, ulusal kamuoyu için hiç de öyle değildi. Selahattin Demirtaş dahi, olayı “komplo” olarak nitelemişken, bu metnin yayınlanmasına “sadece gazetecilik” diyebilir miyiz, emin değilim.
Dün sabah saatlerinde, Başbakan’ın açıklama yapmasından saatler önce, Twitter’da da tepkimi ifade etmiştim. Çünkü, “sızdırma”dan haberdar olduğum andan beri, gazeteciliğin iç referansları bu denli sınır tanımaz olmak zorunda mıdır diye düşünmeden edemiyorum.
Gazetecilik refleksi, insani refleksin üzerinde bir değer mi olmalıdır?
Gazetecilik başarısı, operasyonları, çatışma dilini, uzlaşmazlıkları kışkırtmayı kabul edilebilir kılacak bir üst değer midir?
En önemlisi, müzakere sürecini besleyen aydın tavrı, böyle bir gazetecilik refleksine karşı nerede durmalıdır?
Hadi, kendisi için “gazeteciliğin kendi iç referanslarından başka kutsal tanımayan” eski toprak muhabir mantığını anlayalım.
Peki, müzakereyi besleyen ve kaçınılmazlaştıran çoğu gazeteci entelektüele ne diyeceğiz?
Sormak lazım gelir, sık sık dozu da kaçan “Kürt meselesi çözülmezse bir şiir yazar canıma kıyarım” tutumları, bir haber patlatma imkânı ele geçirildiğinde nereye ışınlanmaktadır?
Namık Durukan’ın refleksini muhabir duruşunun içinden bakarak değerlendirmek gerekir ve “Evet elbette bu bir başarıdır”. Ama kamuoyunun karşısına Kürt meselesinin çözümü konusundaki “ufuk açıcı” fikirleriyle çıkan, yol yordam gösteren kanaat önderi vasfını taşımış ve bugünlere gelmiş Derya Sazak gibi bir yayın yönetmeninin ya da Kürt meselesinin çözümü için akla ve vicdana uygun stratejiler konusunda neredeyse “vicdan ölçütü” haline gelmiş Hasan Cemal’in, tercihlerini sürecin sağlıklı yürümesinden yana değil de “gazetecilik”ten yana yapmalarını üzüntü verici buluyorum.
Hasan Cemal bir yandan gazetesinin tutanakları ifşa etme tutumunun arkasında duruyor, gazeteci için “tarihe geçmek” gibi bir çıta koyuyor, bir yandan da devlete “İnsan hayatından daha kutsal bir şey yoktur, lütfen artık kan dursun, acı bitsin” diyerek öğüt veriyor. “Sayın Başbakan tarihin eli yine omzunuzda, tarih yaşanırken de yakalanır!” diyerek “Biz yaparız ederiz ama yük yine de sizin yükünüz hacı, bilesiniz” demeye getiriyor. (02.03.2013/Milliyet).
El insaf! Kan akmasın, bu hayırsız gidişatı elbirliğiyle durduralım diye çıkılan yolda hangi ara böyle orantısız yük anlaşması imzalandı?
Çocuk kandırmanın bile daha sofistike yöntemler gerektirdiği çağımızda bu dil biraz ayıp kaçmıyor mu?
“Devlet devletliğini, gazeteci de gazeteciliğini yapsın” tamam ama Sayın Cemal’in nasihatleri “Biz Yahuda’yı oynuyoruz, sen de İsa Mesih’sin, biz fiştekliyoruz, sen yanağını uzatıyorsun, sonra da süreç ilerliyor barış geliyor, tamam mı?” ayarında. Bu rol dağılımı adil mi?
İdeolog ya da akil adam libasını taşırken, gazeteciliğin kaçınılmaz ama insan hayatına mal olabilecek reflekslerine olur vermek çelişki arz eden bir tutum ve hemen her “köşe yazarı” bu tehlikeli eşiğin kenarında seyretmekte. Ama şu çok net sanırım: “Gazeteciyim, yakalarsam yazarım” tavrından başka kutsal tanımıyorsanız, dürüstçe o alanın içinde kalmanız lazım.
Yok eğer kutsalınız “İnsan hayatından daha kutsal ne olabilir ki?” sorusuna yüklediğiniz samimiyet ise, o insan hayatı için her bedelin ödenebileceğine de inanmanız gerekiyor. Gazetecilik refleksi dahil.
(HT)