Önce bir kaç saptama yapmamız lazım:
1- İzlenmekte olan Ahmet Davutoğlu’nun dış politikası değildir. Bu her şeyden önce Davutoğlu’na haksızlıktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin halen izlediği Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dış politikasıdır. Aksi takdirde bizim Nabi Avcı’nın Milli Eğitim, Taner Yıldız’ın Enerji, Ömer Çelik’in Kültür ve Turizm veya mesela İsmet Yılmaz’ın Milli Savunma politikalarından söz etmemiz gerekir; yanlış olur.
2- Çünkü daha önceki hükümetlerin aksine Erdoğan’ın dış siyasetinin en önemli unsuru Dışişleri Bakanlığı olmaktan çıkmıştır. Genelkurmay’ın dış politikadaki eski etkisi de kalmamıştır. Buna karşın örneğin Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) etkisi artmıştır.
Erdoğan’ın dış siyasetinin yürütülmesinde yeni aktörler ortaya çıkmıştır. Bu yeni ve önemi giderek artan aktörler Türkiye İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) Türk Hava Yolları (THY), Enerji Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığıdır. (Bir tür taşeronluk hizmeti gözüyle bakılan Fethullah Gülen’in Hizmet Cemaati bağlantılı okul ve ticari örgütlenmeler son ihtilaf ardından şimdi ayak bağı görülmektedir.)
3- Buna bağlı olarak, hükümetin dış siyaset çizgisine paralel geliştirilen AK Parti dış siyaseti kavramı öne çıkmaktadır. Yurtdışındaki Türk vatandaşlarının ilk kez yerlerinde oy kullanacağı cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle, 2004’te kurulan Avrupalı Türk Demokratlar Birliği’nin (ATDB) harekete geçirilmesi bunun ilk önemli örneklerindendir.
AK Parti’nin halihazırdaki ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilme ihtimali gözönüne alındığında, Dışişleri, MİT, Diyanet ve diğer yurtdışı ağırlıklı devlet kurumlarından yurtdışındaki parti faaliyetlerine destek talepleri adeta doğal karşılanmaktadır.
Özetle, izlenen Erdoğan’ın dış siyasetidir. Çerçeve budur.
Şimdi sahadaki tabloya göz atalım:
4- Bunları söylemekle birlikte Davutoğlu’nun bakanlığa geldiği 2009 yılından itibaren Türkiye’nin dış ilişkilerinde somut değişiklikler söz konusu olmuştur. Aslında AK Parti’nin ‘Komşularla sıfır sorun’ politikasının en somut uygulandığı dönem Davutoğlu’nun Erdoğan’ın danışmanı olup, Dışişlerinin başında sırasıyla Yaşar Yakış, Abdullah Gül, Ali Babacan’ın bulunduğu dönem olmuştur.
Bu dönemin zirvelerini, Babacan’ın (ve ardından Cumhurbaşkanı Gül’ün Ermenistan ve görevi devraldıktan sonra Davutoğlu’nun Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ziyaretleri olarak görmek mümkün.
5- Grafikte tersine dönüş bakımındansa beş gelişme hatırlanmalı:
1- Türkiye, Suriye ile arasını bulmaya çalışırken İsrail’in Gazze harekatı ve ardından Erdoğan’ın ‘One minute’ çıkışı, 2- Yine Gazze sorunu nedeniyle İsrail’in Mavi Marmara’da 9 Türk vatandaşını öldürmesi, 3- Arap Baharı travması (Erdoğan’ın ‘NATO’nun Libya’da ne işi var?’ çıkışıyla, en büyük askeri güç katkısı arasında 15 gün vardır), 4- Suriye iç savaşında Türkiye’nin açık taraf olması ve nihayet, 5- Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarının Suudi destekli darbeyle yıkılması.
Yani Erdoğan iktidarında Türk dış siyasetinin yaşadığı iniş çıkışlarda sadece Dışişlerinin etkisinin azalması gibi öznel koşullar değil, bölgesel ve küresel siyasi dengelerdeki değişim ve bunların Ankara tarafından algılanışı da pay sahibi olmuştur.
6- Davutoğlu’nun işbaşı yaptığı sırada haklı olarak övündüğü, bölgede sadece hükümetler değil, gruplar düzeyinde herkesle görüşebilme özelliğinden bugün geriye kalan ise şudur: Türkiye’nin Mısır, İsrail ve Suriye’de büyükelçileri kalmamıştır.
Türkiye’nin Filistin halkına hep açık kalmış yardım eli uzatma kanalları kapanmış durumdadır.
Suriye iç savaşındaki saflaşmalar nedeniyle yaşanan karmaşanın neticesinde ortaya çıkan Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) isimli yeni nesil terör örgütü Musul Başkonsolosu dahil 49 vatandaşı 13 Haziran’dan bu yana (bugün 38’inci gün) esir tutmaktadır. Ankara, bu konuda Irak Kürtlerinin lideri Mesud Barzani’nin işbirliği teklifini memnuniyetle kabul etmiştir.
İhracatının önemli ayağını oluşturan güney (Suriye ve Irak) ticaret yolları fiilen kapalıdır. Türkiye’nin bölgedeki en yakın dostu, özel mali ilişkilerin de yoğun olduğu Katar gibi görünmektedir.
İran’ın ABD ve AB ile kendi ilişkisini kurma kararı ardından Türkiye’nin bu alandaki aracı diplomasi etkisi geri plana itilmiştir.
ABD ile ilişkiler, yine Soğuk Savaş dönemlerini andıracak ölçüde askeri odaklı olma eğilimindedir. AB ile ilişkilerdeki mesafe giderek açılmaktadır. Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve ekibinin teknik düzeydeki çabaları Parti kanadından gelen siyasi açıklamaların gölgesinde kalmaktadır.
Rusya ile enerji bağımlılığı, Türkiye’yi Ukrayna-Kırım meselesinde edilgen tutmaktadır. Dün Gül’ün askeri harekatın 40’ıncı yıldönümü törenine katıldığı Kıbrıs’ta inisiyatif ABD ve İngiltere’de görünmektedir.
Erdoğan seçim hakimiyetini sürdürdükçe yalnız içeride ‘kazanan hepsini alır’ siyaseti yürütmekle yetinmemektedir; içerideki seçim zaferlerinin kendisine dış siyasette de her leyi yapma hakkı vdiğine inanmakta, ama kendi iradesi dışındaki dünya halleri buna izin vermemektedir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Erdoğan’ın dış siyaseti bir yol ayrımına gelmiş durumdadır. Ya aklın emrettiğini yaparak dış siyaset çizgisini yenileyecek, ya da (İslami ideoloji etkisinin ağırlık taşıdığı siyasi) arzularının emrettiği yolda devam edecektir.
Akılcı çizgi, Türkiye’nin Batıda AB’nin demokratik ve ekonomik ölçüleriyle yakınsamasını, Orta Doğu’da ise 2009 öncesindeki ‘Herkesle görüşüp iş yapan’ konumunu geri kazanmasını öngörüyor.
Bunun yolu Erdoğan’ın kendisine İslam dünyasının yeni lideri rolü biçmesinden geçmiyor.
Şu anda görünen Erdoğan’ın dış siyasetindeki akıl ve arzular arasındaki farkın giderek açıldığıdır. Bu açılmayı gören Erdoğan’ın kurmayları, yalnızlaşmaya değer atfederek savunma ve meşrulaştırma mekanizmaları işletmektedirler.
Oysa arzularımız bize yapmak istediklerimizin sınırsızlığını, aklımız ise yapmak istediklerimizin sınırlarını gösterir. Aradaki farkın açılması, insanlarda olduğu gibi, yönetimlerde de mutsuzluk getirir, asabiyeti artırır. Mutsuzluk ve asabiyetle alınan kararlar ise isabeti azaltır, kısır döngü böyle başlar.