İlkel komünal toplumlar incelendiğinde anaerkil bir toplum düzeninin varlığına dair bulgulara rastlamak mümkündür. Ancak üretim ilişkilerinin şekillenmeye başladığı andan itibaren kölelik, serflik gibi mekanizmalarda kadın sömürüsünün erkeklere oranla daha fazla olduğu kanıtlanmıştır. Modern sınıfların oluşumunda milat kabul ettiğimiz sanayi devrimi ise işçi sınıfı içerisindeki kadınların ezilmesine farklı bir boyut katmıştır. 18. Yüzyılın ikinci yarısında vahşi kapitalizmin mal arzı endeksli varlığını sürdürme çabasında ne kadar yapısal olarak dönemin ağır çalışma koşullarına uygun olmadıkları iddia edilse de kadın, çocuk ve yaşlılar da işgücü içerisinde yer almıştır. Öncelikle erkek işgücü sanayide tercih edilmiş olsa da evde üretilen mallar ve tarım ürünlerinin geçim için yeterli olmaması ise bu kesimleri işgücü piyasasında yer almaya yönlendirmiştir. Burjuvazi için bu kesimlerin daha ucuz olması ve aynı ücreti kazanmak için daha fazla çalışmasının yanı sıra ücretli işçiliğinin yanında emek gücünün yeniden üretimini sağlayan ücretsiz işçiliği ile örgütlenmeye fırsat bulamıyor olmaları önemli bir tercih nedeniydi. Fakat işçi sınıfının çalışma saatlerinin azaltılmasına yönelik eylemlilikleri ve bunun sonucunda meydana gelen taylorizm ile azalan çalışma saatleri sonrası örgütlenmeye daha çok zaman ayırabilen kadınlar özellikle Amerika başta olmak üzere birçok ülkede büyük grevlere imza atsalar da eril bir dille yazılmış genel tarih gibi eril bir dille yazılan sendikal mücadele tarihinin de önüne geçememişlerdir.
Yaşanan sendikal krizlerin atlatılamamasındaki en önemli unsur yenilenmiş kapitalist düzen ve çalışma ilişkileri karşısında sendikaların varoluş amaçlarını, işçilerin ve sendikaların sorunlarını yeniden tanımlayamamalarıdır. Bu noktada sendikalar mesleki, ekonomik örgütlenmeler olmakla birlikte sosyo-kültürel, politik bir nitelik taşıdıklarının bilinciyle hareket etmelidirler. Kapitalizm ve diğer tüm sömürü biçimlerini reddeden, yeni bir dünyanın tohumlarını yeşertme yolunda emek veren sendikalar hedefledikleri dünyaları kendi yönetimlerinden başlayarak tüm üyelere değebilecek bir şekilde yansıtmalıdırlar. Sendikaların bu amaç doğrultusunda izleyeceği birçok yol ve değinilecek konu var. Kadın işçiler ile arasındaki ilişki ve bu noktadaki sorunları da sendikalar açısından değinilmesi gereken hayati bir noktada durmaktadır. Fakat bu aşamada tüm örgütler gibi sendikal örgütlerin de canlı bir yapıya sahip olduğunu ve kendini oluşturan unsurların etkileşimde olduğu durumlardan doğrudan veya dolaylı olarak etkileneceğini gözden kaçırmamak gerekir. Bu nedenle eril iktidarların süreklilikleri için uyguladıkları cinsiyetçi propagandalara maruz kalmış işçi sınıfının temsilcisi sendikalarda da cinsiyetçi yapı ve davranışların var olabileceğini kabul edip bu toplumsal cinsiyet eşitsizliğini çalışma yaşamı ve sendikalarda aşmaya yönelik politikalar üretilmelidir.
Günümüzde küreselleşme ve esnek çalışma koşulları ile evde çalışma gibi çalışma şekillerinin ortaya çıkması ve ataerkil siyasal yapıların artışıyla kadınlar bu güvencesiz çalışma koşullarına itilmişlerdir. Bugün din ve medya ile bu çalışma koşulları topluma empoze edilmeye çalışıldığı gibi bundan önce de bu iki etkileyici unsur eril iktidarlar tarafından kapitalizmin krizlerini aşmak için öne atılan politikalarda kullanılmıştır. Bu noktada ise ücretli çalışma içerisinde olsa da olmasa da emek arzının yeniden üretimini sağlayan kadının ücretli çalışmaya dâhil edilip edilmemesi bu kriz aşmaya yönelik politikaların en önemlisini oluşturmaktadır. Bir kapitalist bölüşüm krizi sonucu meydana gelen 2.Dünya Savaşı ile erkek işgücünün savaş alanlarında kullanılmasının gerekliliği sonucu kadınları ücretli işçiliğe teşvik için yapılmış Perçinci Rosie reklamları gibi erkekler geri döndüğünde din adamları tarafından yapılmış ‘kutsal annelik’ konuşmaları da bunlara örnek gösterilebilir. Tüm bu tarihsel gelişim içinde işçi sınıfı açısından özeleştiri verilmesi gereken nokta ise sistemin kadınları piyasada erkeklere ikame ve ucuz işgücü görmesine karşı yeterli mücadelenin verilmemesidir. İşsizlik gibi unsurlarla işçi sınıfı içerisinde bir rekabet ortamının yaratılması göçmenler gibi dezavantajlı olan bir başka grup kadınların da işgücü piyasasında var olma mücadelelerinde yalnız kalmalarına neden olmuştur.
Türkiye’de 1980 sonrası İş Kanunu, Sendikalar Kanunu’nun sınıf mücadelesi ile kazanılmış hakları yok sayarak neo-liberalizmin Türkiye’ deki yaşam alanını oluşturmaya yönelik olması birçok etkenle birleşerek sendikaları ücret sendikacılığı tuzağına düşürmüştür. Uygulanan baraj yöntemi ise sendikaların üye sayısı arttırmasını hayatta kalabilmesi için vazgeçilmez kılırken yaşanan kültürel emperyalizmin de bir yansıması olarak sendikalar üyelerine yeterli sınıf bilincini aktarmak da yetersiz kalmışlardır. Bu ise sendika üyeliklerinin kısa süreli olmasına neden olmuştur.
80’li yıllar sonrası işletme yönetiminde personel yönetimi gibi belge düzenleyici nitelikten sıyrılıp post-fordist üretimin de yayılması ile üretimde ortaya çıkan yaratıcılık, ekip çalışması gibi ihtiyaçları karşılamaya yönelik insan kaynakları yönetimine geçilmiştir. İnsan kaynakları yönetimi önceki yönetim modellerine göre daha fazla insan merkezli görünse de kapitalist yönetim şekillerinin temelinde yatan işçiden en az maliyetle en fazla verim alma düşüncesinin sonucunda oluşmuş bir yapıdır. Fakat üretim şekillerindeki bu değişimle birlikte oluşan çalışma hayatına ilişkin yeni sorunları tanımlamak ve çözüm üretmek konusunda sendikaların eksik kalması ile insan kaynakları departmanlarının ‘sendikaya gerek yok, zaten biz varız’ sözleri özellikle beyaz yakalılar olmak üzere işçiler arasında karşılık buldu. İnsan kaynaklarının bu misyonu üstlenmesi ile akademik olarak örgüt psikolojisi, örgüt sosyolojisi gibi alanlarda yapılan çalışmalar nitelik ve nicelik olarak gelişmiştir. Aynı yıllarda işletmeci gözü ile yapılan bu araştırmaların yanında sendikaların öz örgütlülüğü için vazgeçilmez bir unsur olan sendikal bağlılık, sendikal sosyalleşme gibi kavramlar da incelenmiştir.
Emek Piyasasının ‘Ucuz Malı’ Kadının Üretim Süreci
Kapitalizm kadının üretimine muhtaçlığını gidermek amaçlı cinsiyetçi yargıları kız çoğunun doğumundan itibaren ona ve topluma enjekte etmeye çalışmaktadır.
Doğduğunda kimliğinden kundağına her şekilde dominant renklerden arındırılmış ve cinsiyetine göre muamele göreceği bir dünyayla tanışmaya başlamış kadınlar, ilköğretim kitaplarındaki resimlerde erkek kardeşi babasıyla TV izlerken annesine sofra kurmakta yardımcı olan kız çocukları olarak yetiştiriliyor. Ayrıca kız çocuğunu mutfak takımı, bebek gibi oyuncaklar ile oynatan zihniyet sunduğu ‘çocukluktan gelen annelik hissi’ gibi sözde masumane bahanelerinin gerçek yüzünü çocuk gelinler ve çocuk işçilerle gösteriyor. Bu da geleceğin işçi adayı kız çocuğunun ya eve kapanmasının ya da piyasada ‘basit iş’ olarak tabir edilen ve piyasa değeri düşük işlere girerek ikincil konumuna devam etmesinin yolunu açıyor. Bu cinsiyetçiliği ise zaten paralı olduğu için kısıtlı bütçesiyle hangi çocuğunu okutacağı hakkında bir tercih yapması gereken aile-aslında ailedeki ekonomik gücün tek sahibi; baba- erkek çocuğunu tercih ettiği için kız çocukları okullardan uzak yaşayarak daha yakından görüyor. 4+4+4 düzenlemesi ise maddi durumu görece daha iyi olan ailelerin kız çocuklarını da okullarından uzaklaştırmıştır. Muhafazakârlaşmış, bilimden uzaklaşmış, eğitim yatırım olarak benimsetilmiş bir toplumun böyle bir düzenleme karşısında zaten ikinci sırada tutulan kız çocukları için farklı bir karar alması mümkün olmadığı ise düzenlemenin tasarı olarak ortaya atıldığı ilk günden bugüne demokratik kitle örgütleri ve sendikalarca öngörülmüş bir gerçektir.
4+4+4’ün üçüncü diliminde bulunan 14-15 yaşlarına gelmiş kız çocuğu bedenini kapatması gereken ve bir bakışından dahi tacizi, tecavüzü hak ettiği ileri sürülendir. Burada ise depolitizasyona uğramış genç kuşak içerisinde çevresine zaten yabancılaşmış genç kadın ‘kadın-kız’ kavramları, ‘konuşulması ayıp konular’ ile kendi bedenine yabancılaşma sürecine itilmektedir. Diğer yandan ergenlik psikolojisiyle arayış içinde olan genç kadının başkalarının ona ait bedeni metalaştırma çabalarını normalleştirmesi olasıdır. Bu da ülkemizdeki işkolu sendikacılığı ve çalışma şartları gereği örgütlenemeyen ‘ücretli seks işçisi’ kavramını karşımıza çıkarmaktadır. 18 yaşından küçük ve bu sektörde çalışan çocuklarının durumu yalnızca bu insanlık dışı çalıştırmaya (köleleştirme) maruz bırakılmaktan öte toplum tarafından hor görülme gibi çeşitli psikolojik etkenlerle de ağırlaşmaktadır.
Üniversiteler ise piyasaya açılırken ortaokul ve lisede yaşanan paralı eğitim sorunu katlanarak karşımıza çıkmaktadır. Sürekli değiştirilen ve giderek karmaşıklaştırılan sınavlardan geçip üniversiteye gelmeye çalışan kadınların da gelebileceği üniversiteler kısıtlanmaya çalışılmaktadır. Son 3 yıldır açılan fakültelerin ağırlıklı olarak mühendislik odaklı olduğunu görmek başta ‘bu alanda mezuna ihtiyaç olduğundan olabilir mi?’ diye bir iyi niyetli soru sordursa da doğru cevabı bulmamız çok zaman almıyor. 2008 krizi sonrası en çok iş kaybı yaşanan alanın bunlar olması ve geri işine dönebilenlerin istatistiklerle de açıkça görülebildiği gibi büyük oranda erkek işçiler olması bir tesadüf değildir. Zaten bilimsellikten uzak olduğu için meslek edindirme merkezi işlevi edinmiş üniversitelerde bu bölümleri toplumsal algı nedeniyle kadınların tercih etmedikleri ya da ettiklerinde dahi var olan piyasa koşullarında erkek elemanların daha uygun kabul edildiği göz önüne alındığında bunun kadınların hem üniversitelerdeki hem de işgücü piyasasındaki yerini azaltıcı bir hamle olduğu tespit edilebilecektir.
Görünmeyen Emeği Emekçisine Görünür Kılmadan Bölünür Kılmak
Birincil üretici kadınları ucuz ve ücretsiz çalıştırarak ikincil tüketici yapan sistem reklamlar ve ‘kadın alışverişi sever’ vurgusuyla kadını bedeni üzerinden para kazanarak daha fazla tüketebileceği bir döngüye sokuyor.
Bugün göçmen kadınların, sadece ev içi emek üreten kadınların, esnek çalışma koşulları adı altında patronların şartlarını esnetirken işçilerin hayatını adeta bir cendere içine alan çağrı merkezlerindeki kadınların, kayıt dışı sektörün kölesi kadınların çoğu zaman yasalardaki açıklık veya yasal haklarını bilmemelerinden kaynaklı emeği sömürülürken, büyük bir kısmı ise aslında bu sistem için emek ürettiklerinin, işçi olduklarının dahi bilincinde değiller.
‘Ev hanımı’ kelimesiyle hem sözde saygınlık katmaya hem de bu kadınların aslında piyasa içerisinde işsiz, evinde ise sömürülen bir birey olduğu bilincinden uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Ayrıca işsizlik kavramının tanımının sadece kısa bir süre içerisinde iş başvurusunda bulunanları kapsaması yıllarca evde görünmeyen emeğiyle var olmuş kadınların ne işçi ne de işsiz sayılmadığını net olarak ortaya çıkarmaktadır. Bu tanım merkezli bakarsak; ülkemiz gibi genç nüfus oranı yüksek olan bir ülkede işsizlik oranının yüksek olduğu açıkça görülürken sayısız birincil üreticinin bu istatistiklere işsiz olarak katılmasının yaratacağı sonuç çok daha vahim olacaktır. Fakat görünmeyen emeğin sahiplerinin piyasada değeri olması gereken bir emek harcamadıklarını iddia edenlerin en çok dile getirdikleri işçinin piyasanın bir parçası olduğunda mevcut piyasa koşullarından etkileneceği koşuludur. Bu varsayıma göre görünmeyen emeğin sahibi kadınlar piyasa koşullarından etkilenmiyorlardır. Bunun aslında tamamen asılsız bir iddia olduğunu basit bir örnekle ispatlamamız mümkün: Kriz dönemlerinde işçilerin ya işini kaybettiklerini ya da mevcut işlerinde öncekinden daha fazla çalışmak zorunda bırakıldıklarını biliyoruz. Kadınlar ise kriz dönemlerinde normal şartlara göre kısıtlı olan bütçe ile aynı hizmeti sunma çabasında olduğu için var olan kaynakları en iyi şekilde değerlendirmek çabasındadırlar. Konserve olarak dışarıdan alacağı besinleri ev içinde ucuza mal etmekten dikiş, tamir gibi işleri üstüne almaya varana kadar pek çok işle harcadığı olağan enerjiyi arttırıyorlardır. Bunun sonucunda birçok hastalık da olası bir durum oluyor. Fakat burada talep ev işçilerinin işsiz sayılması ile emeklerinin görmezden gelinmesi veya bu kadınların işçinin hangi işte ve nerede çalışacağına karar verme özgürlüğünden muaf olması kesinlikle olamaz. Ev içi emeğin ücretlendirildiği durumda işverenin kim olduğu ve ücretin kim tarafından ödeneceği, mesai saatlerinin nasıl belirleneceği gibi sorular karşımıza çıkmaktadır. Neo-liberalizm ile tamamen kamudan ayrılma yoluna giden istihdam alanlarını göz önünde tutarsak böyle bir ücretlendirme de devletin, sermayedarlar için çalışacak olan bireylerin üretim sürecine yeniden hazır hale gelmesi için emeği harcanan kadının ücretini ödemesi bir sosyal hizmet başlığı altında sermayedarlara hizmet olacaktır. Evde çalışan diğer bireyin, bireylerin ödemesi ise hem piyasadaki mevcut ücretlerle mümkün değildir hem de denetlenmesi zor bir noktada durmaktadır. Ayrıca bu talepler Lenin’ in ısrarla yinelediği ev içi emeğin sosyalleşmesine tamamen aykırı olacaktır. Emekten, eşitlikten yana bir mücadele ancak ev içi emeğin gerçekten sosyalleştiği, kadın-erkek eşitliğinin sağlandığı ve herkesin emeğiyle yaşadığı bir toplum için olacaktır. Çünkü kapitalizmin temelini oluşturan böyle bir durum ancak kapitalizm çöktüğünde ve sosyalizm ekonomik ve toplumsal olarak varlığını tam olarak gösterdiğinde çözülebilir.
Sendikaya Üyelik Sürecinde Kadın
Sendikaların üyelik sürecinden örgütsel yapılarına, uygulayacakları sendikacılık türünden işkollarının türlerine varana kadar kanun ile düzenlenirken bu müdahalenin sendikalara cinsiyetçi bir örgütlenme yolu çizeceği açık bir gerçektir. Sendikal tazminat, iş güvencesi tazminatı gibi işçi için önemli olan hakların kazanımına ilişkin oluşturulmuş şartlar işçinin örgütlenme özgürlüğünü kullanamamasına neden olan bir baskı oluşturmuştur. Bu nedenle sendikalar da örgütlenme stratejilerini genellikle 30’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerine yöneltmişlerdir. Ülkemizde 30’dan fazla işçi çalıştıran işverenin taşeronlaştırmalar nedeni ile son derece az olduğunu göz önüne alırsak bu düzenlemenin yasallaşması işçilerin iş güvencesi açısından bir gerçekliği karşılamamaktadır. Sendikalar ise baraj yönteminin uyguladığı baskı ile büyük ve genellikle erkek ağırlıklı işyerlerine yönelmek zorunda bırakılmıştır.
Diğer başlıklarda da değindiğimiz ücretli seks işçileri ve ev işçisi kadınların yasal olarak işçi sayılmaması nedeni ile sendikalara da üye olmaları mümkün değildir. İşkolu sendikacılığı nedeniyle herhangi bir işkolunda nitelendirilemeyecek bu kadınların örgütlenmesi e-devlet onayı ile sendikaya üye olunma koşuluyla tamamen ortadan kalkmıştır.
Sendikalar belli bir cinsiyette yoğunluk oluşmamış işkollarında kadın örgütlenmesine kadın sendikalaşma oranının düşük olması ve örgütleme sürecine katılacak kadın üyelerinin nicelik olarak yetersizliği nedeniyle erkek işçilere oranla daha az örgütleme çabası sarf etmektedirler. Sendikaların eril bir dil ve yapılanma ile süregelen mücadele tarihinin deneyimleri dışında cinsiyetler arası eşitlikçi ve kadın işçilerin öznel sorunlarına ilişkin argümanlar üretememesi de bu örgütleme sürecinde kadın işçiden ziyade erkek işçiye yönelmesine neden olmaktadır. Fakat yazımızın başında da belirttiğimiz gibi bu noktada önemli olan şey bu tespite karşı sendikanın alacağı tutumdur. Sendikalar cinsiyetçiliğe karşı olduklarını belirtirken kadın üye oranının düşüklüğünü toplumsal yapı ve kadın işçilerin ilgisizliklerine bağlama yoluna gidebileceklerdir. Durum için doğru bir tespit olmakla birlikte sendikaların bu tespit sonrası kabullenen değil bunu aşmaya yönelik aktif politikalar üreten bir yöntem izlemesi doğru olacaktır.
Kadınları sendikalara üyelikten soyutlayan bir başka etken ise sendikaların küreselleşme ile gelen yeni çalışma koşullarına karşı yeterli politikalar üretememesidir. Bu durumu taşeron, kayıt dışı gibi sendikal mücadele sürdürülemeyecek kadar güvencesiz şartlarda çalışan kadınların zaten bilinçsiz olması da perçinlemektedir.
Cinsiyetçi sektörel dağılımın sonucu olarak genelde karma sektörler değil belli bir cinse yüklenmiş sektörlerle karşılaşmaktayız. Bu nedenle kadın örgütlenmesi kadın yoğun işkollarında (tekstil vs.) kadınların birebir yaşadıkları sorunlar üzerinden daha kolay olacaktır. Fakat hem kadınların yoğun olarak çalıştığı sektörlerin güvencesiz hatta kayıt dışı oluşu hem de ücretli çalışmalarının yanı sıra ev içinde de onlardan beklenen bir üretimin oluşu kadını sendikal mücadeleden uzaklaştıran etkenler olmuştur. Bu durum karşısında ise sendikalar genellikle uyguladıkları işçinin kendilerine gelmesini bekleme tavrından vazgeçip işyerinde hatta çeşitli şekillerde bu işçi kadınlara ulaşabilecekleri topluluk, mahalle ve Pazar yeri gibi bölgelerde çalışma yürütmelidirler.
Sendikal Sosyalleşme Sürecinde Kadınların Durumu
Sendikal sosyalleşme, örgütlenme kavramını tamamlayıcı niteliktedir. Çünkü örgütlenmek sendikalar için sadece üye sayısı arttırmak, baraj aşmak ya da aidat gelirinin kaynağı olarak görülemeyecek kadar önemli ve temel bir faaliyettir.
Sendikalara üye olmuş bireylerin sendika içerisinde aktifleşmesini ve aidiyetinin gelişmesini özetleyen bu kavram sendikal bağlılık üzerinde şekillenmektedir. Sendikal bağlılık ise sendikaya sadakat, sendikaya karşı sorumluluk, sendika için çalışmaya isteklilik, sendikalılığın önemine inanma olarak 4 boyutta incelenmektedir. Sendikaya sadakat sadece üyeliğin devam etmesi koşulunu içerisinde barındırırken sendikaya karşı sorumluluk aidat, toplantılara katılma gibi asgari üyelik şartlarının yerine getirilmesini gerektirir. Diğer iki madde ise sadece sorumluluk bilincinin bulunmasını yeterli kılabilecek bu ilk maddelere göre daha kapsamlı olacaktır.
Sendikalardaki cinsiyetler arası ilişki ve çalışma hayatındaki cinsiyetçiliğe dair uygulamalar farklılık göstermektedir. Daha önce de değindiğimiz üzere genelde bu konuda sendikalar aktif çalışma yürütmüyor olsalar da ülkemizde oldukça demokratik örneklere de rastlamak mümkündür. Ancak bu sendikalarda da karşımıza ‘kadın meselesine duyarlı sendika’ imajı çıkmaktadır ve bu durum da cinsiyetçi zihniyetten kurtulamadığımızın bir başka göstergesidir. Sendikalar konuyu duyarlılık başlığı altında ele alırken sınıf mücadelesinin dışında tali bir duruma indirgediklerinin farkına varmalıdır. Çalışma yaşamında kadınların karşılaştıkları sorunlar cinsiyetçiliğin bir sonucu olmakla birlikte üretimden gelen gücün önemli bir kısmında var olan kadınlar başta olmak üzere tüm işçi sınıfının problemidir.
Sendikaların bir işçi sınıfı hareketi yaratabilmesinin yolu işçi sınıfının sesi olmasıyla mümkündür. Bunun için ise en küçük birimlerden sendikanın geneline tüm hedeflerin ortak belirlenmesi, işçilerin talep ve ihtiyaçlarını doğru tespit edilip bunlara ilişkin politikalar üretilmesi gerekir. Genç, göçmen, çocuk, kadın vs. gibi sendika içerisinde bulunan dezavantajlı kesimlerin oluşturacağı birimler bu işçilere karar ve yayınlarda bulunma yolu açıp aidiyeti arttırıcı bir etki yaratacaktır. Bu durum sendikaların bu kesimlere hassasiyet duymasının bir sonucu değil işçi sınıfını temsil edecek sendika olmanın gereğidir. Böyle bir örgütlenme modelinde kadınların da sendika içerisindeki yerleri oluşacak ve sendikal konulara kadın sorunlarının öznesi olarak kadın bakış açısıyla bakan, sorgulayan ve söz söyleyebilen sendikalı kadınlara dönüşeceklerdir.
Kararlarda eşit söz hakkı bulunması ve birim sorumlulukları gereği sendikal faaliyetleri takibi gereken kadınların karşısında sendika içerisindeki bireylerin cinsiyetçi tavırları sorun olarak duruğu gibi iyiniyetli kollama ve yardımları da kadın üyelerin gelişiminde sorun teşkil etmektedir. Sendikalar bu tür tavırlara engel olması gerektiği gibi kadın üyelere işçi hakları ve örgütlenmesine dair eğitim programları sunarak işçi sınıfı içerisinde kadın kadroların oluşumuna da destek vermelidir.
(muhalefet)