Öğretmensiz ve kitapsız başlayan 2016-2017 eğitim yılı, bir yandan MEB tarafından hazırlanan 15 Temmuz darbe girişimini konu edinen propaganda broşürleri, afişler ve konuşmalarla öte yandan da açığa alınan öğretmenler ve KESK-Eğitim Sen’in açığa alınan öğretmenlerin görevlerine iadesi talebiyle başlattığı protestolarıyla başladı. Bundan böyle de yılın, 15 Temmuz propagandasının bütün yılı kapsayacağı ilan edilen etkinlikler ve eğitimcilerin mücadelesiyle süreceği şimdiden görülüyor.
Önceki gün bu köşede de belirtildiği gibi, sorun laik, bilimsel bir eğitim mi yoksa dini referanslarla biçimlendirilmiş, “dindar nesiller yetiştirmeyi” hedeflemiş bir eğitim mi sorunudur. Öğretmenlerin “açığa alınması”, “meslekten ihracı” sorunu da bu sorunun bir parçası olarak, Türkiye’nin modernleşme birikiminin taşıyıcısı öğretmen kitlesinin tasfiyesi, en azından boyun eğdirilmesi olarak kaşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden de açığa alınan öğretmen sorunu, sadece öğretmenlerin ve onların sendikalarının sorunu değil; nasıl gelecek kuşaklar yetiştirileceği sorunu olarak tüm işçilerin, emekçilerin, halkın sorunudur. Bu nedenle de öğretmenlerin açığa alınmasına karşı mücadele bir yandan eğitimin içeriğine (müfredatına, ritüellerine, yıl içindeki sanatsal kültürel etkinliklerine, oluşturulan eğitim ortamına) karşı mücadeleyken öte yandan da laik ve bilimsel eğitim birikimini taşıyan eğitimcilerin egemenlerin baskısından ve şiddetinden korunması mücadelesidir.
Elbette ki bu yüzden de eğitime yönelik olarak başlatılan saldırıya karşı mücadele sadece öğretmenlerin en öndeki kesimlerine ve sendikalarına dayanarak yürütülemez. Ama bu saldırın doğrudan hedefi olan eğitimciler ve sendikaları elbette mücadelenin en önünde olacaklardır. Ne var ki onlar;
* Okullarda yapılacak çalışmalarla (Olup bitenin açıklanması, bu saldırının hedeflerinin ortaya konması, açığa alınan eğitimcilerin “FETÖ” ya da “terörle bağlantılı olma” yalanının açığa çıkarılması…), en geniş eğitimci kesiminin tartışmanın içine çekilmesi,
* Saldırının “kamuda AKP kadrolaşması”yla bağlantısının ortaya konularak kayyım atanan ve atanma tehdidindeki belediye emekçileri başta olmak üzere tüm kamu emekçilerinin, “veli” olarak ve kamu çalışanı olarak açığa alınan, atılan eğitimcilerin görevlerine iadesi için bir tutum almalarını sağlayacak bir aydınlatma faaliyeti için tüm güçlerin seferber edilmesi,
* Öğrenciler ve velilerin kendi bulundukları mevziden “Öğretmenime dokunma”, “laik, bilimsel, parasız, ana dilinde eğitim istiyoruz” talebi etrafında bir mücadele için okul aile birlikleri ve öğrenci temsilcilikleri ile ilişkileri geliştirilmesi,
* Diğer sendikalar, işçi ve emekçilerin ileri kesimleri, ilerici demokrat güçler, aydınlar, akademisyenler, kültür çevreleri ile ortak mücadele için girişimler yapmak amacıyla bir strateji geliştirmekle karşı karşıyadır. Aksi halde bu saldırıyı düzenleyen güçler, her zaman olduğu gibi “böl-yönet” taktiğini kullanacaklardır. Nitekim önceki gün Başbakan Binali Yıldırım, “İçinizdeki ‘FETÖ’cüleri, ‘terör yandaşlarını’ yaşatmayın” diyerek ihbarcılığı teşvik etmeye, emekçiler içinde güvensizlik yaratma, emekçileri birbirine kırdırma taktiğini sürdüreceklerini göstermiştir.
Öte yandan eğitime ve eğitimcilere yönelik saldırının aslında laik ve bilimsel eğitime saldırı olduğunu fark eden sınıf partisi, Türkiye’nin demokrasi güçleri, ilerici demokrat parti, dernek, sendika, vakıf vb. örgütlenmeler, eğitimcilerin ve sendikaların gelip kendilerini “örgütlemesini” bekleyemezler. Tersine bu türden örgüt ve çevrelerin, yerel çalışma alanlarındaki tüm laik ve bilimsel eğitimden yana çevrelerin örgütlenip seferber edilmesi için girişimler yapmaları, mücadele içindeki eğitimciler ve sendikaları ile bağlar kurarak mücadeleyi ortaklaştırmaları çok önemlidir. Bu sorumluluğun çeşitli bahanelerle savsaklanması, elbette ki kabul edilmezdir.
Bataklıkta çırpınmanın dayanılmaz çekiciliği!
Cerablus’un 14 saatte IŞİD’den ÖSO’ya geçmesiyle başlayan “Fırat Kalkanı” operasyonu, yaklaşık bir aydır sürüyor.
Ama savaş çığırtkanı medya ve siyasiler, harekatın hızla ve başarıyla ilerlediğini iddia edip, gününe göre değişse de el Bab, Halep, Rakka’yı hedef gösteren açıklamalar yapıyorlar. Ama onca “Şu kadar bin kilometre kare alan zapt edildi” iddialarına karşın, harekatın başlamasının üstünden geçen bir aya karşın, çatışmalar sınırın Türkiye tarafında çıplak gözle izlenebilecek bir mesafede cereyan ediyor. Bunu Türkiye’nin vatandaşları ve dünya her gün TV kanallarının haber bültenlerinden izliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan BM Genel Kuruluna giderken yaptığı açıklamada hedefin el Bab olduğunu en yüksek makamdan açıkladı. TSK ve ÖSO güçlerinin el Bab’a girmesine karşı çıkanlara da sert tepki gösterdi.
Oysa bugüne kadar harekat, büyük ölçüde IŞİD’in boşalttığı alanlarda sürmektedir ve henüz IŞİD’le ciddi bir çatışmaya da girilmemiştir. Oysa el Bab’la bugün çatışmaların sürdüğü bölge arasındaki mesafede IŞİD’in çok bir gücü olduğu ve dolayısıyla da ÖSO’nun bu IŞİD savunmasını aşamayacağı, dolayısıyla Türkiye’nin bölgeye yeni askerler ve tanklar, zırhlı araçlar sevk etmek zorunda kalacağı belirtiliyor.
Bunların da ötesinde el Bab, Türkiye’nin Suriye bataklığının merkezine doğru çekilmesi anlamına geliyor. Çünkü el Bab’a girmek demek sadece IŞİD’le değil Suriye rejimi güçleri, Rusya, İran’la da karşı karşıya gelmek demektir.
Biraz basitleştirirsek; bataklığın merkezinde bir burgaç oluştuğunu düşünürsek, bataklığa giren kişi bataklıkta ilerledikçe bu çekimin etkisiyle çok kolay yüzdüğünü düşünür. Doğadaki bu gerçeklik Suriye bataklığında adeta işler görünmektedir. Türkiye “burgaç” tarafından bataklığın merkezine doğru çekilmektedir. Bataklığa giren Türkiye, bu çekimin etkisiyle el Bab, Halep, Rakka… demektedir. Ama bu bir yanılgıdır. Çünkü bataklığa girenin çırpındıkça batması da bir kuraldır.
Bunlar hesap edilmeden girilen Suriye batağında şimdi bataklığın cazibesiyle konuşulmaktadır ama el Bab’a giden yol çok netameli ve büyük acılara çıkabilecek bir yoldur. Bunu görmeyen siyasilerin karşılaşacağı fatura da bugün hesap edilemeyecek kadar büyük olabilir.