“Evrenin bir zihni olduğu, cansız madde anlayışının çürütüldüğü, canlı ve cansız madde ayrımının önemli ölçüde ortadan kalktığı ve böylece bilimin mutlak belirlenmişlik ve nesnellik fikrinden kopmuş olduğu” gibi tespitler, özgürlük sosyolojisinde keskin bir sapma olarak karşımızdadır. Bu görüşleri savunanlar, kaba materyalizme yönelik sert eleştiriler yöneltirler. Ancak kendileri daha ağır maddeci bir zihnin karmaşası içindedirler. Elbette edep ve erkânı, irfanı ve sevgiyi; eşitlik ve özgürlük bilinciyle buluşturmak zordur. Ama insanlığın özgürlük ve eşitlik mücadelesi, mutlaka irfani ve vicdani bir derinlik kazanmalıdır aksi takdirde sonuç hüsran olacaktır.
Doğanın, insanın özgürlüklerini bilerek kısıtlaması ve insana kin duyarak onu cezalandırması ancak doğayı kişileştiren iktidar kurucu mitoslarda söz konusudur. Hâlbuki doğa, hiyerarşik şiddetin ve ötekiye duyulan nefretin odağı ve kaynağı olamaz. Doğanın canlılığı ve çok yönlü enerji akışı, kendine has kurallarla ve insanların iradesi dışında devam etmektedir. İnsan, doğadan etkilenir ve etkiler ancak ne insan, doğayı tahakküm altında tutmalıdır ne de doğa, insanı bilerek tahakküm altına almaktadır. Doğadaki her canlının varoluşa katılışı sonucunda oluşan enerjilerin birbirini etkilememesi ve birbirinden etkilenmemesi olanaksızdır. Hakkın sınırsız kudretini kanıtlayan evrenin doğası ve yaratılışın hiçbir veçhesi boşluk tanımaz ve olası boşluklar anında doldurulur. İnsanların ihtiyacı olan ya da yaşamlarını kolaylaştıran ve insanlara enerji veren her şey bu yaratışta, farklılaşarak açılan doğal döngü içinde mevcuttur.
Peki, insan bunca bereket ve bolluğun içindeyken ne gibi bir suç/günah işlemiştir? İnsanın suçu, suçlanması nasıl başlamıştır ve esas suç kimdedir? Âdem’in yasaklı meyveyi yemesinde sembolize edilen nedir? Doğada nimetler yetersiz midir ki Âdem, meyvesinden yememesi öğütlenen ağacın meyvesine gözünü dikmiştir. Bu eylemin arzusunu tetikleyen, doğanın iç işleyişine müdahale etme arzusu ve ona hükmeden yasaları bir kenara koyup, doğayı bizzat kendi hükmü altına almak istemesi olamaz mı? Âdemin yaratılışında, bedenin/nefsin sınırlanabilirliği ile manevi/sezgisel gücünün sınırsızlığı arasında bir denge kurabilme yetisi başka türlü nasıl sınanacaktır? Sonuçta, doğayı kendi mülkü görme mantığı, nereden başlayıp bugün nerelere gelmiştir? Sorgulanması gereken, kendini merkeze alarak doğaya karşı bencilleşmeyi başlatan bu yanılgılı sürecin nasıl başladığı ve bu sapmanın nasıl sonuçlandırılması gerektiğidir.
Bugün bu suç, doğanın kendisini özgürce yenileyebilme ve sürdürebilme olanaklarını hiç önemsemeden, doğayı azgınca yönlendirip sınırlamaya çalışan ve tahakkümcü üretim ilişkileri içinde, doğaya karşı saldırgan bir savaşa giren egemen iktidarların barbarlığında aranmalıdır. Sadece yaratılışın bir yönünü yani insanların çıkarlarını ve aslında insanların da özellikle bir kısmının çıkarlarını gözetiyoruz çarpıklığı hoş gösterilmekte ve bu barbarlığın sürdürülmesi için elde tutulan zor aygıtları daha da geliştirilmektedir. Ancak esas suç, kötülüğü bilerek seçme suçudur. Bu durumu duyarsızca kanıksamak ise daha büyük bir suçtur. İnsanların çoğunluğu hala bu kanıksamanın ve duyarsızlığın dışına çıkıp, zorba hiyerarşik ilişkileri sorgulamak ve yeniden doğal ve gönüllülük ilişkileri içinde evrimleşen, sade ve yalın bir yaşama geçmek için, aktif bir mücadele sürecine dâhil olmamaktadır.
Hakk’ın varlık deryası olan insan, doğallığını yani özgürlüğünü yitiren, zorbalığa dayalı toplumsal biçimlenişte kavrulmuş ve teslim alınmış gibidir. Hakk’ın özgürlük deryasına değil de mülkiyet hırsına ve zorbalığa teslim olmak onursuzluktur. Bu teslimiyette az ya da çok bir payı olan her insan, Hakk’ın adaletine değil, kurnaz zalimlerin adaletsizliğine boyun eğmiş sayılır.
Yaratılışında hiçbir emeği olmadığı halde doğanın üzerinde mülkiyet hakkı olduğunu iddia eden ve bu “hakkı” meşru kılmak isteyen hiyerarşik devlet, insanı ürettiği ürüne zorla yabancılaştırmıştır. İnsanın yaratılış doğasını/fıtratını yani idrak edip seçme özgürlüğünü bozarak, bu fıtratı kendi çıkarına göre yeniden kurgulamaya başlamıştır. Böylece katılaştırılıp sabitlenen, vicdani doğal iletişeme kapatılan ve nimetlerin; adaletli paylaşım ve bölüşümünü reddeden, dayanışmanın; yapaylaştırılıp güdülendiği, çarpık bir ‘insan doğası’ söz konusu olmuştur.
Hâlbuki hem dış doğa, hem insanın kendi iç doğası ve hem de toplumsal ilişkilerin oluşturduğu çevrenin doğal ilişki ağı, karşılıklı iletişim yani etkileme ve etkilenme içinde özgür tutulabilirse, önem ve değer kazanır. Bu idrak ve muhakeme süreci, sürekli değişen ve farklılaşarak yeniden oluşan dinamik, bütünsel bir süreçtir. Hakkın sürekli oluş ve yaratış içinde var oluşu da bunu ifade eder. Buna karşın insanın Hakk ile hemhal oluşu yani Hakk’ın görünen güçlerinden biri olan doğa ve evren ile birlik oluşturması da tevhid inancını yani bir yönüyle kendisine tanınan özgürce seçme hakkı ile idrak edebilme yetisini geliştirmesi demektir. İşte köreltilmek istenen yeti budur. Bunun sonucunda ise insanlığa, adalet ve özgürlük çağrısı yapan uyarıcılar, yol göstericiler yani peygamber ve nebiler birbiri ardına, bu çürüme ve yozlaşmaya karşı mücadelelere başlamışlar ve kurutulmaya çalışılan insanlığın vicdani damarına, kan ve can vermişlerdir.
Doğaya karşı özgürleşmek vaadi ve bahanesi, aslında Hakk’a şirk koşmaktan başka nedir? Bu şirk inancı; Hakk’ın doğruluk, adalet, iyilik, güzellik vb. ölçüt ve değerlerine, zorbalık ve barbarlıkla isyan etmekten başka nedir? Kötülüğün çılgınlaşması; kötünün daha kötüyle evrimleşmesi ve her şeyi mülk edinip sahiplenen zalimlerin, kan emici bir vampire, yıkıcı bir virüse ve sonunda can çekişme halini sürekli yaşayan bir cehennem mahkûmuna dönüşmesi değil midir?
Doğadaki güçlerin azameti karşısında, her şeyi var eden Hakk’a değil de doğaya boyun eğme anlayışı, ilk inançların kökenidir. Doğanın güçlerinden korkan insan Hakk’a değil de mülkiyetçi egemenlere sığınmak kolaylığına kaçmıştır. Doğanın güçlerine itaat etme ruhu, doğanın gücünü sahiplenen ve zalimlikte sınır tanımayan otoritelere itaat etmeye dönüştürülmüştür. Hâlbuki her birisi Hakk’ın ayetleri olan doğadaki her şey, eşitlik içinde bölüşüldüğünde herkese yeten bereketiyle, bütün nimetleri insanlara sunmaktadır. Düzeni ve ölçüsü akıl almaz olan verimlilik gücüyle yaratılan doğa, insanın fiziki gücünün çok üstündedir ve doğanın, insana sunulan güçlü bereketi olmasa insan bir hiçtir.
Doğanın güçlerine başlangıçta hiyerarşik otoritenin en yücesinde yer verilmiştir. Bu amaçla doğayı kişileştirerek, doğayı kızdırmak istemeyen stoacılar, yaşama ilkesini ve ölçüsünü doğaya uygun davranmak olarak kavramışlardır. En ölçülü ve adaletli bölüştüren bir doğa tasarımı kurgulayan ve doğayı; gerekirci bir mantıkla kavrayan Stoacılardan başlayarak, doğalcı-natüralistlere ve gelecekteki ‘Özgürlükler Çağı’nın doğanın uyumuna uyum sağlamakla kazanılacağını savunan toplumcu-ekolojistlere kadar birçok felsefe, “yalansız, tahakkümsüz sade bir dünya mümkün” demektedir. Bu bakışlar, bir tür yalın doğaya, gerçekliğin doğal akışına doğru giden bir yönelimi savunmaktadır.
Doğayı tanrılaştıran düşünürlerin felsefi görüşlerinin omurgasını, doğayı gözlemleyerek, doğadan hareketle biçimlendirmeleri Orta ve Uzak Doğu’ da başlamış ve Antik Yunan’da yeniden bir sistem kazanmıştır. Aristoteles ‘in evreni hiyerarşik katmanlara ayırmasının eleştirildiği Rönesans döneminde doğa bilimleri hızla gelişmiştir. Evrenin ‘sonsuz ve sınırsız’ olduğu savunulmuş ve bu kez akıl ve bilimin araçsallaşmasıyla ‘bilim ve akıl’ Tanrılaştırılmıştır. Doğada gözlemlenen sistemin, evrenin muazzam karmaşık sistemiyle bir uyum içinde olduğundan hareketle, doğa-evren birliği düşüncesi gelişmiştir. Doğadaki, evrendeki her şeyin açık ve kesin bir şekilde neden-sonuç ilişkileriyle birbirine bağlandığı ve bu zorunluluklar zincirinin bir sonucu olarak evrenin var olduğu, böylece evrenin sürekli evrimsel bir oluşum, değişim ve sonsuzluk içinde ilerlediği anlaşılmıştır.
Buna karşın maddeci ve deneyci görüşler katılaştırılarak, toplumun dünyevileşmesi için sekülerizme zemin hazırlanmıştır. Bu sekülerizmin otoritesi, bugün daha uç noktalara taşınmıştır. Öyle ki 17.Yüzyılda klasik fiziğin bulguları, toplum mühendislerince topluma aktarılmış ve toplum mekanik bir işleyişe, makineleşmiş bir yaşama tekabül eden bir dönüşüme mahkûm edilmiştir. 20.yüzyılda kuantum fiziğinin bulgularıyla ‘kesinliğin sonu” diyerek açılan çağ, bu sefer toplumda, ucu açık bir kaosa mahkûmiyet zannını yaratmıştır. Böylece toplumun, geleceğin trajik belirsizliğine katlanabilmesi için olabildiğince duyarsız, duygusuz ve umursamazlık çemberinde yaşaması sağlanmıştır. İnançsızlığa, vıcık vıcık bir sanallığa ve çılgın bir tüketim hırsına sarmalanarak, belirsizliğin trajedisine katlanabileceğine inanan insanlar, giderek çoğalmıştır. Bunun yanında ‘kuantum sıçrama’ ile bireysel kurtuluş özlemleri ve değişik mistik tarikatlar, insanlığın bu koca evrende yalnızlığına bir çare gibi sunulup, yaygınlaştırılmaktadır. 17.yüzyılda klasik fiziğin bakış ve bulgularının toplumsal yaşama aktarılabilir olduğunu iddia eden mekanikçi ve olgucu toplum mühendisleri gibi, günümüzün toplum mühendisleri de Kuantum fiziğinin bakış ve bulgularını, birebir toplumsal yaşama aktarmak istemektedir. Hatta bu bulgular, kimi düşünürlerce özgürlüğün sosyolojisinde, insani ve toplumsal özgürlüğün düzenlenişi için maddi, bilimsel bir zemin ve dayanak olarak sunulmaktadır. (*1)
Hâlbuki özgürlüğü adaletle buluşturan insanlığın, vicdani-ahlaki ve doğal bir toplumsallık içinde yaşamaya başlaması bütün sorunları kökten çözecektir. Öte yandan toplum ve doğa ilişkisi, toplum ve doğanın birbirinden çok farklı özellikler taşımalarından dolayı bütünleştirilebilecek, eklemlenebilecek ve aynılaştırılabilecek bir ilişki biçimi değildir. Toplumsal sorunları, toplumsal ilişkileri, doğaya bakarak ve doğadan aktararak çözümleyemeyiz, çözemeyiz. Doğanın ‘sorunları’ çözmesi ile insanlığın sorunlarını çözme mantığı birbirinden farklıdır.
Evrende her şeyin birbirini etkilemesi ve karşılıklı etkilenmenin oluşması söz konusudur. Ancak bu çok yönlü etkilenmelerin de her zaman bir sınırı ve alanı vardır. Doğanın kendi iç işleyişi ile toplumsal ilişkilerin gelişiminde işleyen toplumsal doğanın iç işleyişinin ve iç çelişkilerinin farklı olması öncelikle göz ardı edilmemelidir. Bu etkileme ve etkilenme genel oluşumun sürekliliğinde ve bağımlılığında, önemlilik arz eder ama birbirlerini belirleme konumuna çıkmaz. Doğa, her bir insanın fiziki-biyolojik yapısını ve kimyasını mutlaka etkiler ama bahsettiğimiz toplumsal doğadır ve insanın, toplum halinde yaşamaya başlamasından itibaren oluşan, çok ayrı bir doğadır. “Kozmos-Makro evren, mikro evrende/insanda somutlanır” sözü doğru olsa da toplumsallık evreni, mikro evreni/insanı aşan ve farklı dinamikleri, kuralları olan bir alandır. Burada artık duygular, düşünceler, sezgiler, algılar, eylemler, arayış ve yönelişler karmaşık bir bütün oluşturur. Bu aşamadan sonra, çevresel dış doğa; içerdiği insanlığın doğasını doğrudan belirler demek ya da insanlık; doğaya baştan aşağıya öz ve biçim verebilir demek tamamen aşırı uçlara götürülen iktidarcı, tahakkümcü ve katı maddeci bir görüştür. Her şeyi madde ve enerji arasındaki dönüşümle sabitlemektir. Toplumsallığı, fiziki doğanın kanunlarına mahkûm kılmaktır. Toplumsal doğada oluşan, gelişen, sönen her şeyi dış doğaya/evrenin maddi yasalarına bağlamak yanlıştır. Son tahlilde bu anlayış, maddi-manevi her şeye, iktidarcı toplumun ve mülkiyetçi insanın gözüyle bakmak ve böylece topluma; doğanın işleyişine ‘uygun’ olabilecek bir zorlama ile indirgemeci bir mantıkla bütünselci/evrenselci ve değişmez bir tanımlama getirmek ister. Bu bakış, topluma; doğacı-mekanik bir şablon çizmek, toplumu; kalıplara, statükoya mahkûm etmek ve özgürlüğün yolunu en baştan kapatmak değil de nedir?
Toplum modellerini idealleştiren birçok düşünür, doğadaki yapısal ilişkilerin bir benzerini, organik ve mekanik bir bakışla topluma uyarlamayı pek severler. Onlar, doğa ilişkileriyle ‘uyumlu’, organik-toplumsal bir form önermişlerdir. Toplumun doğadan esinlenmekle kalmayıp, evrendeki ve doğadaki bilinebilir ve belirlenebilir düzenin, topluma aktarılabileceği, yani doğanın düzenlilik içeren yasalarının topluma indirgenebileceği olgucu/gerekirci bakışları beslemiştir. Üstelik doğa-toplum uyumluluğun, ancak katı bir hiyerarşiyle sağlanacağı ve korunacağı zannı hala yaygındır. Doğaya ve evrene olgucu/gerekirci bakışlar, zora dayalı hiyerarşinin temelini güçlendirmiştir. Hiyerarşinin ve iktidarın gerektiğinde her olasılığı dışlayabilen güçte bir zorunluluk ve toplumu ayakta tutan temel bir enerji ve güç kaynağı olarak, kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir unsur gibi görülmesini sağlamıştır.
Hâlbuki birbirlerine indirgenmesi olanaksız olan evren/doğa bütünlüğü ile toplum; amaçları, yapısallıkları, oluşum ve işleyiş yasaları bakımından birbirlerinden çok farklıdırlar. Üstelik doğada ve evrende zorunluluklar olduğu kadar, olasılıklar çerçevesinde düzensizlikler ve bilinemeyen yönler de vardır. Bilim ne kadar egemenlerin elinde bir silah olsa da doğanın ve evrenin düzensizlikten düzene değil, sistemli olarak cehennemi yok oluşa veya soğuyup sönümlenmeye yani düzenden düzensizliğe doğru gittiğine dair açık bilimsel bulguları saklayamamıştır. Fakat son bilimsel bulgular, bu yok oluşun evrenin bir yanında devam etmesine karşılık, başka bir yanında yeniden diriliş misali oluşan yeni sistemlerin varlığından da bahsetmektedir.
İnsan-doğa ilişkisinin, katı hiyerarşik bakış ekseninde, zora dayalı hiyerarşik-devletlerin dayatmasıyla, insan merkezci bir gelenek oluşturması, bu iki yönlü ilişkiyi tek taraflı bir ilişkiye döndürmüş, her iki tarafa da muazzam zarar vermiş, içselleşebilecek olan bu ilişkiler ayrışmış ve ilişki oldukça tıkanmıştır. İnsanın doğanın üstünde otoriterleşip tanrılaştırıldığı ve tanrı-kralların egemenleştiği ilk hiyerarşik devletçi toplumsallaşma yani doğaya ve topluma yönelik ilk karşı devrimler, ilk “Cennet Toplumu”nu yıkıp geçmiştir. Doğanın eko-sistemi otoriter hiyerarşik mantıkla çökertilmeye devam edildiği müddetçe, doğanın insanla tekrar buluşması olanaksızdır.
Doğanın ve insanın özgürleşebilmesi yani tekrar doğal ilişki bandına geçebilmesi için, insan merkezci geleneğin reddedilmesi ve doğa-insan ilişkilerinin katı hiyerarşik tahakkümlerden kurtulması ve varlıkların birliği ilkesine uygun olarak, doğayı ve insanı ayırmadan gözeten bir adalet ekseninde yeniden kurulması zorunludur. Doğa ile insanın ve toplumun barışması, iç içe geçmesi zorunluluğu stratejik önem arz etmektedir.
Doğa, sadece insana ait ve insanın hizmetinde nesneleştirilip köleleştirilmiş soyut bir unsur değildir. Doğa, kendi iç çelişkilerin sonucunda değişip evrimleşen, dağılıp birleşen, canlı dinamik süreçlerin ilişkisel bütünlüğüdür. Toplumsal bütünleşme ya da parçalanma da kendi iç dinamiklerinin gelişimiyle dönüşüp evrimleşmektedir. Bu iki ayrı dinamik güç arasında herhangi birinin nesnel yasalarının, diğerini belirleyecek ve kendine bağımlı kılacak güçte olduğunu söylemek yanlıştır. Bunun sonucunda ise farklı gerçeklikler ve farklı olgusallıklar içinde gelişen iç çelişkilerin, sadece kendilerine has olan belirleyicilik ilkesi bertaraf edilmiş olunur. Bu düz mantık, her olguda temel-tali ilişkisini dayatan gerekirci-indirgemeci mantığın bir sonucudur.
Bu mantık bizi, iç çelişkilerin hem dışarıdan hem de soyut ve başka belirleyici bir güç tarafından derinleştirilip tayin edildiği anlayışa götürür ve bizi idealist/metafizik felsefenin belirsizlik alanına geçmeye zorlar. Bu mantığa uygun düşen bir örnekle konuyu açıklarsak, denge sembolü ve unsuru olan bir terazi düşünelim ve terazinin iki kefesinin birine doğa güçleri/çelişkileri, diğerine toplumsal güçlerin/çelişkilerin konulduğunu varsayalım. Hangisinin daha güçlü, ağır ve belirleyici olacağına nasıl karar verebiliriz? Gerçekte bildiğimiz her terazinin bütün farklı kuvvetleri, değerleri tartabilmesi olanaksızdır.
Doğada şu anki bilimsel bulgulara göre dört kuvvet ve beş boyut olduğu (*2) bilinmektedir. Toplumda ise kuvvetler çoklu ve doğadaki kuvvetlerin oluşumundan farklıdır. O halde fiziki doğanın kuvvet ve değerlerini tartıp ölçen terazi ayrı, toplumun tarihsel değerlerini, yaratılarını ve kuvvetlerini ölçen terazi ayrı olmalıdır. Örneğin doğadaki elektromanyetik kuvvetin değerinin ölçümüyle, insanın tarımsal faaliyet içindeki emeğiyle açığa çıkardığı ürünlerin değeri veya bir sanat eserinin topluma verdiği yaşam kuvveti karşılaştırılamaz. Bunların hepsini karşılaştırabilecek bir terazi, apayrı bir soyutlukta, düşsel ve ütopik bir güçle tanımlanabilir. Her değeri birbirine dönüştürebilecek yapıda bütünsel karşılaştırıcı bir terazi tamamen hayal ötesi bir zorlama gerektirir. (*3)
Gerçekte ise doğa ve toplumun iç çelişkileri, dinamikleri, oluşum ve gelişim yasaları birbirlerinden farklıdır ve birbirlerine indirgenemezler. Elbette insan, makro ölçekteki doğanın mikro ölçekte tezahürü olabilir ama toplumsal ve tarihsel kuvvetlerin değerlerinin yapılaşması ve işlevselliği birbirinden tamamen farklıdır.
İnsanın muhayyilesi ve tahayyül gücü sınırsız gözükse de insan aklının bir sınırı vardır. Bir zaman ve mekânla sınırlanmayan sadece Hakk inancıdır. İnsan, bizim burada yaptığımız gibi, farklı toplumsal tasarımlar üretebilir fakat bir evreni bütünüyle tasarlaması, yönetmesi ve olabilecekleri bütünüyle öngörmesi olanaksızdır. Kendi iradesinin dışında var olan doğanın iç işleyişi, insanın iradi gücünün çok üstündedir. Toplumsallaşmanın belli bir aşamasında, insanların doğayla bütünleşme ve uyum sağlama arzuları, tüm arzuları yönlendirme ve saptırma tutkusuna sahip olanlarca kuşatılmıştır. Böylece hırs ve nifak kapısını açarak, nankör zorbalığı kurumsallaştırmada ve iktidarı mutlak kılmada her şeyi kullanan Sargon, Nemrud, Hammurabi vb. diktatörler tarih sahnesine çıkmıştır.
Bugünkü küresel kapitalist barbarlığın geliştirdiği toplumsal formun, o günden bu güne, doğayla uyum sağlayamadığı, aksine doğayı yıkıma uğrattığı için tıkandığı ve bu nedenle ekolojik bir toplum çağının açılmasının zorunlu olduğu savunulmaktadır. Adeta ‘toplumun özgürlüğü’ ile ‘doğanın özgürlüğü’ kavramları, iç içe geçirilmiştir. Bu kavramların birbirini karşılıklı koşullayarak bir bütünlük arz ettikleri iddia edilmiş ve bu kavramların iç içeliği, ekolojik topluma has yeni bir değerler sisteminin araçları olarak kurgulanmıştır. “Mevcut dünya toplumlarının, doğanın eko-sistemine uygun bir dönüşüme uğratılmaları sayesinde, hem doğanın hem de toplumlarının ortak özgürleşmesi sağlanabilir” denilmektedir. Çünkü bu anlayışa göre, doğanın eko-sistemini gözeterek ve doğayla bütünleşerek özgürleşmeyen bir toplumun asla tam anlamıyla özgürleşmesi mümkün değildir.
Bu bakış, tamamen otoriter ve hükmedici bir bakıştır. Burada doğanın kişileştirildiği yani özneleştirildiği açıktır. Bilim, doğayı; insanın aklına ve iradesine bağımlı olmayan, insan istese de istemese de kendisine özgü bir oluşa ve yönelişe sahip bulunan yani kendi iç dinamiklerine göre işleyen, apayrı bir güç olarak tanımlamaktadır. Sürdürülebilir bir kalkınma/ilerleme ekonomisi için ekolojik bir toplumun zorunlu olduğunu savunan sağ otoriter bakış, gittikçe azalan ve sınırlı bir hal alan doğal kaynakların bölüşülmesi noktasında merkezi bir karar organı olarak bir ‘Dünya Devleti’ bile önermiştir. Hiyerarşinin merkezi gücünü arttırmak için her düşünceden, her fırsattan yararlanmasını bilen iktidar güçleri yine pusudadır. Mevcut toplumların kendi özgürlüklerinden feragat etmelerinin sınırlarını çizen bu dünya devleti, çevresel felaketi önlemek bahanesiyle en yüksek otorite merkezi olarak toplumsal özgürlükleri sınırlama hakkını zorunlu görmektedir. İnsanların kendi yaşamlarına, aslında otoriter ve diktatöryal bir müdahale olan bu kısıtlamalara kendi istekleriyle boyun eğmeleri, bunu bir zorunluluk olarak görebilmeleri için, büyük çaplı ve merkezi bir propaganda aygıtı harekete geçirilmektedir. Böylece küresel kapitalist sistem, kendi özgürlüklerinden feragat etmeden aradan sıyrılacak ve kendi günahlarının kefaretini yine toplumlara ödetebilecektir. Bu mantık, toplumsal özgürlük ile doğanın özgün dengesinin korunması anlamına gelen sistem içi çevrecilik anlayışının örtüştürüldüğü bir mantıktır.
Günümüzün Yecüc Mecüc gücü olan küresel kapitalistlerin vahşeti, bütün pervasızlığıyla hem toplumu hem doğayı tam anlamıyla karşısına almış ve mümkün olan her kötülüğü pervasızca kuşanmıştır. Ancak bu modern haydutların, doğanın ve toplumun suyunu sıkıp posasını atana kadar uğraşmalarının da bir sınırı vardır. Doğayı korumak ve doğanın kendini yenileyebilmesine fırsat tanımak için önemli eksiklikler taşısa da küresel çaplı çevreci anlaşmalarla, yüksek bir otorite ve merkezi kontrol kurumları oluşturmuşlardır. Oluşturdukları bu yüksek otoritenin, kendi çıkarlarına uyumlu hale getirilmiş “çevreci bir etik” çerçevesinde, hiyerarşik bir tasarımı vardır. Öyle ki otoriter yeni bir “Dünya Hükümeti” kurularak merkeziyetçiliği geliştirebilmek, bireylerin ve toplumların yaşamlarına daha katı bir müdahaleyi meşru kılabilmek için, eko-sistemin çöküşünü durdurmak bahanesiyle, bireylerin/toplumların özgürlüklerinden “gönüllü” olarak feragat etmelerini sağlamak arzusundadırlar.
Ama esas amaçları, sömürü sistemlerinin sürdürülebilirliğini sağlama almak için birbirlerini denetleyebilmek ve sistemlerinin, hem ekolojik bir çöküşle hem de toplumsal çöküntülerle parçalanmasını engellemektir. Bunun için küresel sömürüyü katlanılabilir bir ‘dengede’ tutmak zorunda olduklarının bilincindedirler. Emperyalist güçler, sömürdükleri doğanın ve toplumun, kendilerini her geçen gün daha fazla zengin edebilmesi için, topluma ve doğaya bir miktar hak-hukuk tanımak zorunda olduklarını bilirler. Bu nedenle hiyerarşik tahakküm mekanizmalarında sürekli yeni kılıflar, esneklikler oluştururlar. Öte yandan verdiklerini misliyle geriye almak hırsıyla yanıp tutuştuklarından ve mülkiyeti, serveti daha da biriktirmek için çabaladıklarından ve bu tutkularından bir türlü vazgeçemediklerinden dolayı dünyayı; cehennemi bir azaba sürüklerler.
_____________________________________________________
(*1) Sonraki yazılarımız, özgürlüğün sosyolojisini daha derin ve ayrıntılı işleyen bir içerik ve mahiyette olacaktır.
(*2) Beşinci Boyut-Toygar Akman-Karacan Y.1981-Enlem, uzunluk ve yükseklik ile uzay üç boyutludur.
4.boyut zaman boyutudur ve yeni araştırmalarda insan bilinci de 5.boyut olarak görülmektedir.
(*3) Bu konuda Aşık Seyid Nesimi’nin: “
Gülden terazi tutarlar / Gülü gül Ile tartarlar
Gül alırlar gül satarlar / Çarşı pazarı güldür gül
Gülden değirmeni döner / Onun ile gül döverler
Akar arkı döner çarkı / Bendi pınarı güldür gül.” deyişiyle gülü gül Ile tartan gönül terazisinin, ne kadar hassas olduğunu ve Hakk’ın kapısının gönül kapısı olduğunu açıklaması dikkate şayandır.