- 8. Sev’etân Meselesi
- 8. 1. Kavramın Çarpıtılması
Sû’u (sev’etân),[1] insanı üzen, sıkıntıya sokan, bunalım yapan her türlü ekonomik, psikolojik ve bedensel kayıplar; sevilen bir yakının kaybedilmesidir. Araplar, “Ona hoşlanmayacağı bir şey yaptı, onun canını sıktı, onu gücendirdi, onun iğrenç veya kötü saydığı bir şey ona yapıldı.” derken sâe-hu kezâ;[2] “Filana kötülük yaptım, falana kötü davrandım.” derken “Ese’te ilâ fulânin” derler. Dönüp dolanıp işin sonunda kişilerin kendilerini üzecek, can sıkıcı bir durum ortaya koyacak olan hallere dâiretü’s-sev’i denir. Yüzü mutluluktan kedere, sevinçten üzüntüye, huzurdan moral bozukluğuna dönüşen için sîet vucûhu denir.[3] Sû kökünden türemiş olan seyyie, insanın çok kötü, çirkin ve fena bir duruma düşmesidir.
Âyetlerde geçen sevâtü-humâ ifadesini “O ikisinin çirkin yerleri” diye çevirmek inanılmaz bir ön yargıdır. Öncelikle sev’etün kelimesinin penis, vajina ve popo olduğuna dair bir çıkarım kelimenin kinayeli olarak bu anlamlara geldiği[4] üzerine yürütülen bir yoruma dayanır.[5] Bilindiği gibi kinâyeli anlatım, kelimenin gerçek ve mecaz anlamda birlikte kullanılması, ancak mecaz anlamının kastedilmesi sanatıdır. Örneğin “taş bağırlı dağlar” denildiğinde dağların taşlardan oluştuğu gerçeği ile aşılmaz, zorluklarla örülü bir yer olduğu mecazı bir arada verilir; ancak mecaz anlam öne çıkarılır. Fakat sev’etün sözcüğünden kinayeli bir biçimde nasıl çirkin yer anlamına gelerek popo, vajina ve penis anlamları çıkardılar, hayret doğrusu. Ayrıca penis, vajina ve popo neden “çirkin yerler” diye çevrilir, bu nasıl hastalıklı bir yaklaşımdır. Bedenin hiçbir yeri anatomik olarak çirkin değildir; çirkinlik ve güzellik kültürel kabulle ilgilidir. İnsanların güzellik anlayışları ve çirkinlik ölçüleri hem bireysel hem de toplumsal olarak farklıdır. Önceden din ve mezhepler eliyle, şimdilerde de medyanın gücüyle güzellik ve çirkinlik ölçüleri oluşturulmuştur. Tüm bunlar toplum mühendisliğinin sonuçlarıdır. “O ikisinin sev’eti nedir?” diye sorduğumuzda âyetten “ağaçtan zevkle yararlanmaları” yanıtını alırız, ancak bunun bir hata olduğunu fark edince kendini gizleme, utanma, sıkılma, bunalma, rahatsız olma durumları ortaya çıkar. Bu girizgâh[6] üzerinde giderek maksadı dikkate alan bir tercümede âyet, “O ikisinin kin, nefret, öldürücü rekâbet ve tahammülsüzlük gibi duygu ve bakışları onların sağlıklı düşünmesini engelledi ve aşağı çekti, kişilik kaliteleri düştü. Bunun üzerine paylaşmak yerine biriktirmeye, kendilerinde tutup başkalarından esirgemeye başladılar. Fakat ne yaptıklarını, nasıl bir hataya düştüklerini, nasıl bencilleştiklerini fark edince içlerinde sıkıntı, huzursuzluk, bunalım ve acı oluştu. Bu durumdan kurtulmak için kendilerini koruyan ve yaşatan ortamın değerlerine sarıldılar.”[7] diye çevrilmelidir. Klasik çevirmenlerin “Ağacın meyvesinden tadınca avret yerlerini gördüler ve cennetteki ağaçların yapraklarıyla avret yerlerini örtmeye koyuldular.” biçimindeki çevirisi âyetin maksadını öteleyen, sözcüklerin sembolik arka plânını görmezden gelen ve insanlığı bir hikâye kurgusuna odaklayan bir tercümedir. Hâlbuki Kur’ân, her kıssa[8] ve meseline[9] sembolik anlamlar yükleyerek mesajını verir. Bunu anlamanın yolu da Mezopotamya-Sâmi kültür çevresinde dilin kullanımını anlamaktan geçer.
- 8. 2. Kadın Anatomisine Hakaret
“Ey toprağın oğulları! Can sıkan, gücendiren, iğrenilen; mutluluktan kedere, sevinçten üzüntüye, huzurdan moral bozukluğuna götüren ancak içinden bir türlü çıkamadığınız durumlardan sizi kovayla su çeker gibi çözüme ulaştırdık; bir yerde konaklamanızı, sperminizi eşlerinize akıtmanızı, yağmurlarla ekinlerinizin boy vermesini sağladık.[10] Bunun karşılığında kuşun tüyü ve kanadı gibi insanı çepeçevre sarıp koruyan mal, eşya ve güzel elbiselerle ihtiyaç sahiplerini güçlendirin ve bolluğa kavuşturun, insanların hayatlarına bir güzellik katarak topluma karşı görev ve sorumluluğunuzu yerine getirin. Böyle davranmak mutluluk veren, iyililiği yayan, insanları sıradan biri olmaktan çıkaran, insan kalitesini yükselten, insanları aktifleştiren, mal ve serveti hiçbir baskı olmadan sırf iyilik olması için verdiren iyi, güzel ve faydalı eylemlerdir.[11] Vicdânın izini, sağduyunun işaretini ve aklın belirtilerini görerek insanlığın onurunu yükseltmek ve insanlığı anılmaya değer bir konuma çıkarmak isteyenler iyi, güzel ve faydalı işlerden asla el çekmesinler.[12] ”[13] âyetini dikkatle okuduğumuzda sevâti-kum sözcüğünü “çirkin yerlerinizi (ön ve arka avretlerinizi ve görüldüğünde şehveti ve fitneyi tahrik eden vücut bölgelerinizi)” diye çevirmek; popo, vajina kadın memesi ve penisi çirkin olarak nitelemek Kur’ân’a Hristiyan mantığını yamamaktır. Kur’ân’ın bu âyette ne demek istediğini antropolojik dil evreni[14] çerçevesinde yazdım. Başka bir çeviride insanın özel bölgeleri “şeytanın açmak istediği çirkin yerleriniz” denilerek çirkinlik yapılmıştır. Gelenekçi ulemâ hemen hemen her konuda olduğu gibi bu sözcüğün anlamlandırılmasında da sınıfta kalmıştır. Hâlbuki âyetin temaları paylaşmak, dayanışmak, iyilik ve güzelliktir. Cinselliği tabulaştıran[15] gelenekçi zihniyet, cinselliği şeytânî[16] bir eylem olarak görmüş olacak ki cinsel bölgeleri çirkin bir organ olmaktan kendini alamamıştır.
- 8. 3. Ayıplı Yaklaşım
“Ey toprağın oğulları! Öfke,[17] nefret,[18] düşmanlık ve kin[19] anne ve babalarınızı nasıl ki karmaşa, kışkırtma, işkence, saptırma, skandal,[20] terör[21] ve baskı ateşlerinin yakıcı ortamına iterek sevgi dolu, özgür ve eşit bir yaşamdan, şırıl şırıl akan pınarların arasında gezinmekten, sevinç ve huzurla yüksek yerlerde kurulmuş olan mekânlarda oturmaktan, aklı uyuşturmayan içki kadehlerini içmekten, fiziksel ve psikolojik bakımdan birbirine denk olan eşlerle birliktelikten; özgürlük, eşitlik, barış, kardeşlik ve kıst düzeninde bir hayat sürmekten soyup çırılçıplak bıraktıysa sizin nefret, öfke ve kinleriniz de sizi aynı sona ulaştırır. Bu duruma gelmenizde yasakları çiğnemeniz, suçları yasal kılıflara sokmanız, serbesti yasak yasağı serbest diye ters çevirmeniz, kötülük ve çirkinliği isteyerek seçmeniz ile can sıkan, gücendiren, iğrenilen; mutluluktan kedere, sevinçten üzüntüye, huzurdan moral bozukluğuna götüren eylemlerinizin yarattığı ekonomik, psikolojik ve bedensel sorunlar etkilidir.[22] Aranızda düşmanlık, öfke, nefret ve kin ateşlerini yakan ekipler ile onların lideri, önderi, ideologu;[23] ne zaman, nereye gitseniz, nerede bulunsanız; işte orada saygınlığınızı yok edecek ortamı hazırlama plânı yaparlar.[24] İnsanlar arasında öfke, nefret, kin ve düşmanlık yapmak için elinden geleni ardına koymayanlar toplumda güvenilmeyenlerin ortağı, yakını, dostu, iş birlikçisi; birbirinin sorumluluğunu yüklenen, birbirini kötülükte izleyen ve yeri geldiğinde birbirine de sırt çeviren tiplerdir.”[25] âyetinde geçen sev’âti-hima “o ikisinin çirkin yerleri, kötü yerleri, ayıp yerleri” diye çevrilmektedir. Araplar hatalı veya kusurlu olan durum veya olaya ayıp der. Kadın anatomisinin doğal biçimi olan meme, popo ve vajinayı çirkin, kusurlu, kötü, hatalı ve kusurlu organlar olarak düşünmek hastalıklı bakıştır. Fizyolojik hastalıklar başkadır, uzuvların çirkin olduğunu ve bu nedenle örtülmesi gerektiğini savunmak başkadır. İnsan türünün devamında ve kadın bedeninin silüetinde[26] Tanrısal bir mühür olan organların hiçbiri çirkin, kötü ve pis değildir. Bedene nereden baktığınız önemlidir. Kadını aşağılayan ruhban bakışı[27] maalesef Kur’ân’a da taşınmış ve âyetler rayından çıkarılmıştır.
İbn-i Kudâme,[28] sev’etân kelimesinin popo, vajina ve penis için kullanıldığını belirterek şeriatın[29] belirlemediği diğer bölgelerin örfe[30] başvurarak belirleneceğini, bu durumun da farklı avret tanımları doğurabileceğini belirtmiştir. Yani İbn-i Kudâme, penis, vajina ve popo dışındaki bölgelerinin avret kabul edilerek örtülmesini kültür, gelenek ve toplumsal kabullere bağlar.
Seyyid Kutup,[31] elbisenin İslâmî olanı veya İslâm dışı olanı diye bir kıyafet ayrımına gitmenin İslâm’da olmadığını düşünür. Erkek egemen bir toplum yapısında kadının sürekli karıştırıcı (fitne) unsur olarak görülmesi İslâm hukûkçusu denen gelenekçi mezhepçi ulemâyı daima kadın karşıtı hükümler arama yoluna itmiştir. Hâlbuki Kur’an kadın ve erkeği birbirine velî yapar. Yani dost, sahip çıkan, yardımlaşan ve sorumlulukları karşı cinsin lehine üstlenen kişiler diye rota çizer.
Mâlikî fıkıhçı Şâtibî’ye göre namazda kadının örtünmesi bir erkek olmadığı durumda farz olmayıp kadının zarifliği ve nazikliği gereğidir. Kadının ritüel anında başını mutlaka örtmesi diye bir emir İncil’de geçer.[32] Bu bağlamda “Allah, ergenlik çağına girmiş kızın başörtüsüz namazını kabul etmez.”[33] rivâyetinin hadisleştirilmiş bir uygulama olduğuna dair önemli ipuçları vardır. Çünkü bu hadis Abdürrezzâk’ın Musannef’inde[34] mürsel haber[35] olarak aktarılırken öte yandan Mücâhid’in[36] görüşü olarak da aktarılır.
Yukarıda bahsettiğimiz amaç-araç ilişkisi dikkate alındığında başörtüsünün iman ve ritüel alanıyla değil sosyal ve hukûkî alanla ilgili bir konu olduğu zaten bilinecektir. Nur-31. âyeti tarihsel koşulları ve sosyolojik ortamıyla ele aldığımızda başın örtülmesi vesâildendir;[37] sadece özgür kadınların korunmasına dönük kendi tarihi içinde köklü bir geleneği olan önlemdir. Dinde esas olan “sâbit din, dinamik şeriat“ ilkesidir. Bu ilke “Tüm yasama, yürütme ve yargılamalar birer araçken adâlet, hayır ve barış içinde yaşatan birliktelik ruhuna dayalı bir toplum inşâ etmek amaçtır.” anlamını taşır. Kadın başörtüsü de amaca hizmet eden kültürel bir araçtır.
Kadını koca dayağından kurtarmayan, kadını çocuk doğurmayla sınırlandırıp kocaya mutlak itaate mecbur eden ve kadının siyasal, sosyal, ekonomik hareket kabiliyetine engel olan bir araç amaca yani kadın özgürlüğü ve onuruna hizmet etmiyorsa değiştirilir; amacı ayakta tutmak için araçlar zaman ve şartlara göre değiştirilebilir. Cilbâb ve başörtüsüne böyle bakılmalıdır.
- 9. Esir Kadınlar
İnsan aklına şöyle bir soru gelmektedir: Kur’ân özgür kadınların hakkını korurken câriye veya esir kadınları unuttu mu? Böyle bir şey olmadı. Fakat fıkıh (Mezheplerin ortaya koyduğu hukûk) geleneğinde câriyeler hakkında konulan hükümler tamamen tarihsel perspektiflidir ve fıkıhçılarımız Kur’an’ın amaç-araç ilişkisine dayalı tarihsel hükümlerini değil kendi tarihsel tecrübelerini din yapmışlardır. Mesela İbrâhim en-Nehâî câriyenin peçeli namaz kılmasını çirkin ve yakışıksız bir davranış sayar ve yaşlı câriyenin başörtüsü örtmemesini savunur. Hatta efendisinden çocuk doğuran câriyenin esirliğinin devam etmesi gerektiğini düşünür. Atâ, ancak özgür bir erkekle evli olan câriyenin başını örtebileceğini savunur. Hasan el-Basrî, Kadı Şüreyh ve İbn-i Cüreyc’e göre câriye günlük normal hayatında olduğu gibi ritüellerinde de başını örtemez. İbn-i Abbâs, câriyenin diz kapağı ile göbek arası dışındaki yerlerine bakılabileceğini söylerken İbn-i Ömer, câriyenin her yerine dokunulabileceğini savunur. Halîfe Ömer, câriyelerin cilbâbla sokağa çıkmalarını yasaklar. Bunlardan farklı olarak Endülüslü bilginlerden İbn-i Hazm ile Ebu Hayyan, örtünme konusunda özgür-câriye ayrımının olamayacağını savunurlar.
Esir kadınlar (esîre) konusunda verilmiş tüm hükümler Kur’ân dışı, ancak gelenek içi hükümlerdir. Maalesef bu kararlar din diye asırlardır uygulanmıştır. Günümüzde İran, Arabistan ve Taliban Afganistan’ında bu anlayış sürdürülmektedir.
İslâm tebliği[38] başladığı dönemde kadınların câriyelikten kurtarılmasında güncel yaşamın uygulamalarını dikkate alan hükümler uygulanmıştır. Câriye ile nikâhsız cinsel ilişki kurmak Bizans, Sâsânî ve câhiliye Arap geleneğiydi. Bu sebeple câriyeler, cinsel ihtiyaçlarını fuhuş yoluyla karşılıyorlardı. Kur’an cariye sahibinin zaten var olan câriyesiyle cinsel ilişki özgürlüğünü nikâha bağlayarak nikâh şartı getirdi ve câriyenin cinsel ihtiyacının fuhuştun uzak biçimde doyurulması gerektiğini dillendirdi. Eskiden var olduğu gibi çocuk doğuran câriye satılmıyordu ve efendisi ölünce özgürlüğüne kavuşuyordu. Nisâ suresi câriyeye günün şartları içinde çok önemli olan yarım bir eş olma statüsü de kazandırıyordu. Köleci toplumda câriyenin yarım eş haline getirilmesi eş ve nikâhı da ortaya çıkarıyordu; çünkü kadını eş yapan konumu nikâhtır. Câriyenin nikâhlanmasının dolaylı yollardan sağlanmaya çalışılması ise karanlıklar çağında muhteşem bir dönüşümün ayak sesleriydi.[39] Nisâ suresi, bu konuda araç hükümler niteliği taşıyan ve câriyeliği kaldırmaya yönelik örfî düzenlemelerle doludur.
______________________________________________________________________
[1] سوء
[2] A’raf, 177.
[3] A’raf, 22.
[4] İsfehani, S-V-E mad.
[5] Mecâzu’l-Kur’ân, 1/162.
[6] Girizgâh: Giriş, söze giriş, kaçacak yer, sığınak.
[7] A’raf, 21-22/Ve gâseme-humâ innî le-kumâ le-mine’n-nâsihîn(e) fe-de’l-lâ-humâ bi-ğurûr(in) fe-lemmâ zâga’ş-şecerate bedet le-humâ sev’âtu-humâ ve dafigâ yahsifâni ‘aley-himâ min veragi’l-cenne(ti)
[8] Kıssa: Bir şeyin izini takip etmek, izlemek, öykülemek, hikâyeleştirerek anlatmak, makaslamak, olayların çarpıcı yanlarını gösteren bir fragman biçiminde anlatmak. (Örneğin her konuya uygun gelecek biçimde Musa’nın yaşamından farklı bir kesit anlatmak.)
[9] Mesel: Masal, misal, örnekleme, benzeterek anlatma, kurgulama, kurmaca. (Gerçek yaşamda karşılaşılan olay ve durumlara benzeterek yaratılan olay ve kişiler üzerinden anlatma. Bir film çekme, bir tiyatro oynama gerçeğin benzerini yaratarak anlatmadır; yani meseldir. Anlatıcının gerçek hayata benzeterek anlatmasına mesel, yaşanmış olaylardan belli bölümleri keserek anlatmaya kıssa denir.)
[10] Yâ benî âdeme gad enzel-nâ ‘aley-kum libâsen yuvârî sev’âti-kum
[11] ve rîş(en) ve libâsu’t-takvâ zâlike hayr(un)
[12] zâlike min âyâti’l-lâhi le-’alle-hum yezzekkerûn(e)
[13] A’raf, 26.
[14] Antropoloji(k):İnsanbilim, insan bilimi. İnsanlığın dil ve inanç başta olmak üzere her türlü kültürel ve biyolojik evrimini dikkate alarak inceleyen bilim dalı (na ait).
[15] Tabu: Belli davranış, yaklaşım, açıklama, yorumlama veya sözlerin tehlikeli sayılması ve çeşitli zorlamalarla yasaklanması. Yasaklanarak korunan nesne, kelime veya davranış. Kutsal sayılan bazı insan ve hayvanlara dokunulmasını ve bazı nesnelerin kullanılmasını yasaklayan, aksi yapıldığında zararı dokunacağı düşünülen inanç. Nedeni bilinmeyen yasak, düzendışı, yasak. (Tabulaştırmak: Bir inancın gereği olarak sorgulamadan yasaklamak)
[16] Şeytânî: Şeytanla ilişkili, şeytana ait. Kin, öfke, nefret ve düşmanlık (la ilgili).
[17] Öfke: Kızgınlık. Engellenme, incitilme veya korkutulma karşısında gösterilen saldırgan tepki.
[18] Nefret: Bir kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu isteme. Tiksinme, ürkerek veya tiksinerek uzaklaşma/uzak durma.
[19] Kin: Öç alma isteği, intikam alma isteği.
[20] Skandal: Utanacak bir halin ortaya çıkmasından doğan durum, rezalet, tuzak, faka basmak. Büyük yankı uyandıran, utanç verici ve küçük düşürücü olay ve durum.
[21] Terör: Bir amacı gerçekleştirmek için güvensiz ve can tehlikesi yaratan bir ortam oluşturmak.
[22] Yâ benî âdeme lâ-yeftinenne-kumu’ş-şeytânu kemâ ahrace ebevey-kum mine’l-cenneti yenzi’u ‘an-humâ libâse-humâ li-yuriye-humâ sev’âti-himâ
[23] İdeolog: Bir ideolojinin akıl hocalığını yapan, ideolojiyi yaratan.
[24] İnne-hu yerâ-kum huve ve gabîlu-hu min haysu lâ-teravne-hum
[25] A’raf, 27.
[26] Silüet: Bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle beliren görüntüsü, gölgenin dış hatlarını izleyerek yapılan çizim, bir nesnenin gölgesinin dış çizgileri.
[27] Ruhban: Rahipler. Cehennem ve günah korkularıyla korkutarak dindârlık üretmek isteyen din anlayışının sahipleri.
[28] İbn-i Kudâme (ö. H 620/M 1223): in Hanbelî mezhebinhukûkçusu. Hanbelî mezhebine bağlı olmakla birlikte fıkıhla ilgili eserlerinde mezhep taassubundan kaçınmaya çalışmış, kendi görüşüyle mezhepte yerleşik görüşün birbirine uymadığı durumlarda kendi görüşünü esas almıştır. Ancak kendi görüşleri de mezhep içi bir tercih niteliğindedir (Hanbelî mezhebindeki yerleşik görüşlere aykırı bazı ictihadları hakkında bk. Abdülazîz b. Abdurrahman es-Saîd, s. 88-92, TDV İslam Ansiklopedisi).
[29] Şeriat: Toplumdaki geçerli hukûk.
[30] Örf: Pratik tecrübe ile öğrenilen (şeyler), günlük yaşamda uygulanan töre, yükselti, tümsek, yele. [(Örfî: Örfe ait, günlük hayatta uygulanan davranış biçimi (yle ilgili)].
[31] Seyyid Kutup (1906-1966): Mısırlı düşünür ve aksiyon adamı. Fî Zılâli’l-Kurʾân (Kur’ân’ın Gölgesinde) adlı tefsiri yazdı. 29 Ağustos 1966’da Cemal Abdünnâsır’ın emriyle idam edildi ve cesedi bilinmeyen bir yere gömüldü.
[32] İncil, Pavlus’un Korintliler’e I. Mektup XI. Bölümü.
[33] Ebu Davut, Salat, 84.
[34] Musannef: Hadisleri konularına göre sıraya dizen hadis kitabı.
[35] Mürsel hadis: Tabiînden (sahabeden sonraki nesil) birinin sahâbe zincirini atlayarak Peygamber’den aktardığı söz. Genelde zayıf hadis kabul edilir.
[36] Mücâhid b. Cebr el-Mekkî el-Mahzûmî (ö. 103/721): Peygamber’i görmeyen ancak Peygamber Dönemi’nde yaşamış kimseleri (sahabe) gören (tâbiîn) dönemin ünlü hadis ve tefsir bilgini. İslâm dünyasının ilk tefsircilerinden sayılır. Mücâhid, ibn-i Abbas’tan ders almış ve hadis öğrenmiş, onun aktardığı hadisleri Buhari, Sahih adlı kitabında (Sahîh-i Buhârî) yayımlamıştır.
[37] Vesâil: Vesileler, araçlar, teferruat, ayrıntı, inancın/inanmanın dışında kalan konular.
[38] Tebliğ: Taşıma, alma, teslim etme, ilan etme, ulaşma. (Tebliğ etmek: Ulaştırmak, teslim etmek, teslim almak)
[39] Nisâ, 25.