- 2. Arap Toplumunda Câriye
Arap toplumu tarihsel şartların getirdiği sosyal ve ekonomik bir etik olarak köleciliği önemseyen bir yapıya sahipti. Köleciliği diri tutan ana kaynak savaştı. Çünkü gâlip taraf mağlup tarafın her şeyine sahip çıkardı. Arapların kız çocuklarını istememesinin bir sebebi de onların câriye durumuna düşerek şereflerinin çiğneneceğini düşünmeleriydi; ama başkalarının onurlarını bu kadar dikkate almıyorlardı.
Araplar, küçük yaşta gelmiş olup da efendisinin hizmetini gören erkek köleye gılmân, kadın köleye de vildân derdi. Bir câriyeye birden fazla kişi aynı anda ortak olabilirdi. Câriye sahipleri esirelerinin evlenmesini zora koştuğu için câriyelerin fuhuş yapması yaygın bir davranıştı. Bir efendi istediği kadar câriye alabilir, onlarla nikâhsız cinsel ilişki kurabilir ve onlar hakkında her istediği davranışı gerçekleştirebilirdi. Yani bir köle, alınıp satılabilen taşınır (menkul) bir mal hükmündeydi, bu sebeple miras olarak bırakılır, satılır, hatta kiralanabilirdi. Özgür bir erkek, özgür bir kadın alamadığı durumlarda bir câriye alıp cinsel ihtiyaçlarını giderir ve hizmetinde kullanırdı. Sonra da isterse satardı.
Efendisinden çocuk doğuran bir câriyenin bebeği özgür sayılırdı; bu çocuğa annesinden dolayı da melez anlamına gelen ve hakaret içeren hecin kelimesi kullanılırdı. Ancak daha tuhafı bir câriyenin evlendiği özgür kocasından olan çocuk köle sayılırdı. Şu çelişkiye bakın ki bekâr câriyenin efendisinden doğurduğu çocuk özgür olurken, efendisiyle evlenen câriyenin çocuğu köle sayılıyordu. Burada câriye ile evlenmenin önüne geçilmesi veya esir kadınlarla ancak evlilik dışı ilişki kurulması geleneği ve ön yargısı ortaya çıkıyordu. Hatta câriyeyi insan yerine koymama ve onu eş olarak değil zevk kadını olarak algılama tavrı yansır.
Efendisinden nikâhsız biçimde bir çocuk doğuran câriyeye ümmü’l-veled[1] denir ve bu câriyenin satılması, kiralanması bitirilirdi; daha da önemlisi efendinin ölümü üzerine bu câriye özgür kadın konumuna geçerdi. Ancak efendisiyle evlenen câriye aynı haklara sahip değildi. Çünkü toplum câriyelerle evliliği henüz onaylayacak bir seviyede değildi. Zira câriye elden ele dolaşan bir mal olmaktan öteye geçmeyen ekonomik araçtı.
- 3. Araplarda Örtü
İslam’dan önce Arap kadınları pek çok örtü kullanıyordu. Arap kadınlarının hımâr,[2] nikâb,[3] kınâ[4] ve mıknâ[5] adında örtüleri vardı. Ayrıca Arap kadınları cüppe denilen ve genellikle câriyelerin giydiği geniş elbise yanında lihâf (milhâfe),[6] izâr,[7] dır’[8] ve sirval[9] giyerlerdi. Bunların yanında değişik formatları olan bir cilbâb vardı ki bu da farklı tarzlara sahip bir dış giysiydi. Sadece başa alınan dış örtü anlamında atkı türü cilbâb, belden yukarısını örten ridâ türü cilbâb, hımardan geniş ridâdan küçük olup sırt ve göğüs bölgesini örten çar türü cilbâb kadınların kullandığı diğer giysi çeşitleriydi.
Cilbâb, genelde kadının güzellik ve kışkırtıcılığını, cinsel çekiciliği ile vücut güzelliğini saklayan ve geniş olan bir dışarı örtüsünün adıydı. Köle kadınların cinsel tahrik gücü ve albenisi sürekli göz önünde tutularak ticari meta olarak gösterilmesi gerektiğinden onların güzelliklerini saklaması yasaktı. Bu nedenle de câriye ve esir kadınlar cilbâb giyemezdi. Örtünmek İslam öncesinde sosyal, siyasal ve etik bir değer olarak anlamlar kazanmıştı.
Elbise ya vücudu örtmek ya süslenmek ya soğuk-sıcaktan etkilenmemek ya da kötü kimselerin veya yabancıların rahatsız etmesinden korunmak amaçlarıyla tercih edilen bir beden kılıfıdır. İnsan olmanın en doğal sonucu olan elbise giymek, tarihsel süreçte farklı anlamlandırmalara sebep olmuştur. Örtü ve elbisenin geçmişini bilmeden İslâm’daki yerini de bilemeyiz. Esasında bu tarz bakış, İslam tefsir geleneğinde hayli yer kaplamasına rağmen gözden kaçırılan ciddi bir ayrıntıdır.
- 4. Cilbâb
“Ey vicdan, akıl ve adâlet habercisi Muhammed! Eşlerin, kızların ve senin temsil ettiğin değerlere güven duyanların kadınları evden dışarı çıktıklarında dışarı giysilerini[10] üzerlerine örtsünler. Böyle davranmaları onların tanınmalarını sağlar[11] ve rahatsız edilmelerini engeller. Dışarı giysilerini üstüne örterek dışarı çıkanlar toplumdan sevgi görür ve toplumun onları tolere etmesini sağlar.[12]”[13] âyeti ilk tesettür[14] âyeti olması yanında dış giysi giymenin, tesettüre girmenin toplumsal gerekçesini dillendirerek tesettürlü gezmenin kendi çağı içindeki sosyolojisini dile getirir. Çünkü köleci Arap toplumunda özgür kadın ile köle kadını (câriye) dış giysi ayırdığından özgür kadınların kendilerini saldırgan erkeklerden korumalarının yolu da dış giysiyi giymekten geçiyordu.
Yukarıdaki âyet yeni bir hüküm koymak yerine kadınların bilindik sosyal statülerini bir kez daha dikkatlere sunarak korunmaları yönünde hatırlatmada bulunuyor. Âyette cilbâbın gerekçesi “tanınmak, eziyetten kurtulmak“ biçiminde sunuluyor. Yani illet[15] kadının korunması iken aracı hüküm cilbâb giyme biçiminde veriliyor. Burada kadının korunması asıldır; cilbâb, sosyal statü gereği toplumsal bir önlem alma aracıdır. Amaç kadınların rahatsız edilmemesi; araç, cilbâbın giyilmesidir. Bu nedenle kadınların güven içinde dolaştığı toplumlarda cilbâb türü elbiselere gerek kalmaz.
Ahzâb-59. âyetin konusu başörtüsü değil cilbâbtır. Bu âyetle ilgili tüm rivâyetler benzer bir noktaya parmak basar. Rivâyet kaynaklarından biri olan Şii tefsirci Kummî’ye göre kadınların akşam, yatsı ve sabah namazlarını Peygamber’in arkasında kılmak için sokağa çıktıklarında rahatsız edilmeleri sebebiyle bu âyet kayda geçmiştir.[16] “Onların özgür kadınlar olduğu saldırgan kimseler tarafından bilinsin ve böylece tâcizden korunsunlar.” diye dış giysilerini giysinler, biçiminde bir hatırlatma yapılıyor. Bu hatırlatma zaten var olan ve özgür kadınları ayırt eden dış giysi giyme geleneğinden başka bir şey değildir. Ayrıca Hanefî bilgini Cessâs’ın Ahkâmu’l-Kur’an’ı,[17] Ferra’nın Meâni’l-Kur’an’ı,[18] Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ı,[19] İbn-i Kesir’in Tefsir’i[20] ve Beğavî’nin Meâlimu’t-Tenzîl’i[21] irdelendiğinde şu olgu âyetin yazılış sebebi olarak muttefekun-aleyh[22] biçimde aktarılır:
Peygamber’in Medîne’ye geldiği dönemde Müslümanlar henüz tam bir yerleşik ev hayatına geçmemişlerdi. Çadırlarda veya dar evlerde oturuyorlar, tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için geceleri açık araziye çıkıyorlardı. Bu durumda Medine sokaklarında kadınlara laf atan ve tacizde bulunan serseriler oluyordu. Bu olgunun Peygamber’e şikâyet edilmesi üzerine cilbâb âyeti duyuruldu.[23]
Farklı bir kaynak olarak da İbnu’l-Arabi’nin Ahkâmu’l-Kur’an adlı eserinde âyetin yazılış nedeni şöyle izah edilir: “Ömer, bir kadını dövme gerekçesini ‘Üzerinde cilbâb görmediğim için câriye sandım.’ cümlesiyle açıklamış ve bu sebeple özgür Müslüman kadınların cilbâbsız dolaşmalarından duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. Bunun üzerine cilbâb âyeti kayda girmiş ve Ömer vahyin gelişine vesile olmuştur.”[24]
Suyûtî, Halîfe Ömer’in halîfeliği döneminde câriyelere özgür kadınlar gibi örtünmelerini yasakladığını ve örtünmenin özgür kadınları tâcizden kurtarmaya yönelik bir uygulama olduğunu hatırlattığını aktarır.[25]
Aktardığım bilgiler ışığında cilbâb Araplar arasında:
a. Dışarıda/sokakta özgür kadınları câriyeden ayırt eden bir dış giysidir.
b. Özgür kadınların tâciz edilmemesini sağlayan bir dışarı giysisidir.
c. Özgür kadınların kabîleleri tarafından korunduğunun işareti olan bir dışarı giysisidir.
Cilbâbın ne olduğu konusunda farklı tanımlamalar yapılmıştır. Unutmayalım ki sahabeler, Orta Doğu örf ve kültürünün canlı bir mirasçısı olarak gündelik hayatını yaşayan imanlılar topluluğuydu. Onların kültür kodları elbette coğrafyanın ciddi etkisini taşımaktaydı ve bu doğal bir olguydu. Bu bağlamda cilbâbı İbn-i Abbâs, “sol göz hariç tüm bedeni örten giysi“ diye tanımlarken Ubeyde es-Selmânî “Bir göz hariç tüm bedeni örten giysi“ diye tarif eder. Ayrıca Hasan el-Basrî, “Yüzün yarısını ve tüm bedeni örten giysi“ yaklaşımı sergilerken Katâde “Gözler hariç vücudu örten giysi“ diye tanımlar. Bütün bu tanımlamalar yerel, tarihsel ve örfî[26] yaklaşımlar olup amacın gerçekleşmesinde aracın niteliği ve ne olduğu üzerinde oluşan düşünce farklılıklarıdır ve hepsi Orta Doğu kültürünün İslâm biçimi almış yansımalarıdır.
Arap toplumunda sokağa çıkan bir kadının fâhişelik yapmadığını, câriye (esir kadın) olmadığını, kabîlesi tarafından korunan özgür bir kadın olduğunu gösteren; toplumsal etik değerlere uygun yaşadığını belirten tüm dış giysilere cilbâb denir. Ahzap-59’un yazılış döneminde halk ve bilginler tarafından dış giysi örf yahut kültürel kabul dikkate alınarak nasıl tarif edildiyse günümüzdeki normal bir kadının dışarıda giydiği dış elbise de cilbâbdır. Dış elbise plajda, yüzmede, spor yaparken, görev başında, ziyarette ve gezide değişebilir. Elbisenin bedeni kaplaması veya açıkta bırakması hem ortama hem de kültüre göre belirlenir. Arap kültüründe özgür kadının onur, saygınlık, güven ve rahatı cilbâb ile sağlandığından Kur’ân’da cilbâb giyilmesi gündem yapılmıştır. Bu hükümKur’ân’ın tarihsel hükümler içeren bir kitap olduğunu da gösterir.
Cilbâbla ilgili olarak Kur’an’da “Kadınlar içinde cinsel çekiciliğini kaybetmiş olanların bedenlerini dikkat çekme aracına dönüştürmeme koşuluyla örtünmeden sokağa çıkmalarında bir sakınca yoktur. Ancak sakınarak dışarı çıkmaları kendileri için daha iyi olur.[27] Unutmayın ki vicdân, akıl ve sağduyu niyetlerinizi biliyor ve içinizden geçirdiklerinizi duyuyor. İçinizden geçenler ve niyetleriniz toplumun gözünden kaçmaz.”[28] denilir. İlgili âyetin cilbâb hakkında getirdiği yeni düzenleme cilbâb hükmünün sosyolojik ve tarihsel sebeplere dayandığını göstermektedir. Kadında cinsel çekicilik kalmadığı bir dönemde kadın, erkeklerin şehvet[29] isteklerine muhatap olmaz; hatta insanlar tarafından saygı görmeye başlar. Bu durumda da genç, doğurgan, cinselliği aktif ve cinsel çekiciliğini koruyan kadınlara ait korunma zırhı olan cilbâba gerek kalmaz. Ancak her olasılığı göze alan Nur-60 yaşlı kadınların yine de şehveti tanrılaştıran bir toplumda titiz davranmaları gereğini vurgulayarak nadiren gelebilecek tâcizlerden onların korunmasına yönelik bir yönlendirmede bulunuyor. Böylece cilbâbın vazgeçilmez bir kıyafet olmadığı; asıl meselenin kadının korunması ve kollanması, kadın hukûku ve onurunun ayakaltında ezilmemesi olduğu vurgulanıyor.
Arap kültürünün geleneksel uygulaması olan pek çok âdetin fıkıh hükmü olarak İslâm’a taşınması bizi şaşırtmamalıdır. Sonuçta din de yerel, bölgesel ve kültürel bir çevrenin karakterine göre şekillenir. O nedenle dini öğrenen her toplum kültürel olanla dinsel olanı birbirine karıştırmamalı, Kur’ân’ın Arap kültürüyle ilişkili yerel çözümlemelerini evrensel yöntem olarak görmemelidir. Kadının korunması, kollanması ve onuruyla yaşaması hususunda gereken titizlik ortaya konmalı; ancak bunu kendi kültürel ve tarihsel koşullarımıza göre yapmalıyız. Kadınlarımız, Araplar gibi cilbâb giymek zorunda değildir. Bir Arap bilgin olan İbn Şihâb ez-Zührî’ye[30] göre evli bir câriye sadece başını örter ama asla cilbâb giyemez. Çünkü cilbâb özgür kadının tâcizden korunma garantisidir.
Cilbâbın tarihsel, psikolojik ve sosyolojik gerekçelerini ilgili tanımlama ve yaklaşımlarla açıkladıktan sonra Buhârî’nin libas bahsinde geçen “Nice giyinikler var ki elbiselerine rağmen çıplaktır.”[31] hadâsini hatırlatmakta yarar vardır. Günümüzün bir kısım başörtülü kadınlarının dar kotlar ve taytlar, göğsü tüm ihtişamıyla belli eden gömlekler giyerek sokakta gezip de kendilerini tesettürlü zannetmeleri herhalde cilbâbın amacının ve ne olduğunun anlaşılmamasıyla ilgilidir. Ayrıca bu tarz bir giyim tesettürü başörtüsünden ibaret zannetmenin ahmakça bir yanılgısıdır. Hâlbuki cilbâb, başörtüsünden farklı ve daha önemli bir gerekçeye dayanan sokak giysisidir. Türkiye toplumunda da Arap toplumları gibi cinsel dürtülerini kontrol edemeyen, cinsel açlık çeken, cinsel sapkınlıklara eğilimli ve kadını sadece cinsel bir metâ gibi gören kalabalık bir erkek nüfusu var. Çünkü geleneksel din kültürü altında yetişen veya o kültürün kodlarını taşıyan toplumun bir bireyi olan çoğu erkek “Kadın sesi, kadınla tokalaşma, kadın-erkek aşkı ve kadınla arkadaşlık haramdır.” diyen sözde İslâm kültürüyle bir şekilde büyütüldüğünden ve İslâm’ı kadın-erkek çelişkisi üzerinden okuduğundan dolayı hem cinsel açlık çekmekte hem de kadını konum, kimlik ve kişiliği ile değerlendirmekten uzak kalmaktadır. Bu nedenle İslâm ile Arap kültürünü ayırmada oldukça özürlü olanların yaşadığı Türkiye toplumunda kadınlar kendilerini korumak için dış giysilerine dikkat etmeli; nerede, hangi ortamda ve ne tür erkeklerle beraber eğlence ve sohbetlere katılacaklarına iyi karar vermelidir.
“Erkekler kendi dikkat etsin, istediğim gibi giyinirim; benim bedenim, benim tercihim.” diyen bir kadın elbette haklıdır, ancak vahşi ve aç kurtlar arasında gezen masum bir kuzu “İstediğim gibi otlanırım, dilediğim gibi zıplarım, arzularıma göre gezip dolaşırım.” diyemez. Öncelikle erkeklerin kadına bakışı çocukluktan itibaren düzeltilmeli; penis sahibi olmanın bir üstünlük olmadığı, kadın ve erkeğin eşit varlıklar olduğu, iyilikte ileri olanın daha üstün olduğu eğitimi verilmelidir. Bu eğitim bebeklikten itibaren erkek ve kızlara verilmelidir.
Devam edecek…
___________________________________________________________________
[1] Ümmü’l-veled: Çocuk anası.
[2] Hımâr: Başın tamamını ve yüzün bir kısmını örten örtü.
[3] Nikâb: Burun kemiğine kadar çıkan örtü.
[4] Kınâ: Sadece baş ve yüz örtüsü görevi üstlenen örtü.
[5] Mıknâ: Kınâdan daha küçük örtü.
[6] Lihâf/Milhâfe: Vücudu örten şal tarzı elbise.
[7] İzar: Etek türü olup belden bağlanarak aşağı sarkıtılan elbise.
[8] Dır: Diz veya topuklara kadar uzatılabilen entari tarzındaki elbise.
[9] Sirval: Elbise altına giyilen şalvar türü giysi.
[10] Celâbiybi-hinne
[11] Zâli ednâ en yu’rafne
[12] Ve kâne’l-lâhu ğaf’ûren-rahiymen
[13] Ahzab, 59.
[14] Tesettür: Gizleme, örtme, örtünme, saklanma.
[15] İllet: Bir şeyin ortaya çıkmasını sağlayan sebep; bir şeyi doğal yolundan saptıran şey, kaza, kusur, hastalık, sebep. (Alîl: Kusurlu, hastalıklı)
[16] Ebu’l-Hasan Ali bin İbrahim el-Kummi, Tefsiru’l-Kummi, İstanbul, 2005.
[17] Ebubekir el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’ân, 8 cilt, çev. Mehmet Keskin, Ravza Yayınları, İstanbul, 2018.
[18] ktp2.isam.org.tr/Doküman dosyası PDF formatındadır.
[19] Zemahşerî, el-Keşşaf, 7 cilt, çev. Harun Ünal, Ekin Yayınları, İstanbul, 2016-2023.
[20] İbn-i Kesîr Tefsiri, 12 cilt, çev. Savaş Kocabaş, Beşir Eryarsoy, Polen Yayınları, İstanbul, 2022.
[21] Ebu Muhammed Muhyissünne el Huseyn b. Mesud b. Muhammed el-Ferrâ, Meâlimu’t-Tenzîl, 8 cilt, çev. A. Alpaslan Tunçer, Nurgül Özdemir, Ayşegül Özdemir, Polen Yayınları, İstanbul, 2018.
[22] Muttefeku’n-aleyh: Üzerinde birleşilen, üzerinde fikir birliği edilen.
[23] Hayrettin Karaman, Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İslam’da Kadın Hakları, Ankara, 1993.
[24] İsmail Hakkı Ünal, Hadislere Göre Kadının Örtünmesi, İslamiyat-IV, 2001.
[25] Suyuti, Ed-Durru’l-Mensur Fi’t-Tefsir Bi’l-Mesûr, Çev. Hasan Yıldız, Hüseyin Yıldız, Zekeriya Yıldız, Ocak Yayıncılık, İstanbul, 2012.
[26] Örf(î): Yazılı bir yasa ile belirtilmediği halde halkın kendiliğinden uyduğu âdet/gelenek, hukûk ve din yönünden bir zorlama olmamasına rağmen pratikte yürütülen alışkanlık. Pratik bilgi, örnek ve deneyimlerle öğrenilen şeyler, yükselti, tümsek, yele. Günlük yaşamda uygulananlar. (Gelenek, eskiden eklenerek gelen âdettir; örf, şimdi uygulanmakta olan âdettir. Şimdiki âdet bir geleneğin devamı da olabilir, yeni bir uygulama da olabilir.)
[27] Ve-en yeste’fifne hayrun lehunne
[28] Nur, 60.
[29] Şehvet: Şiddetli istek/arzulama. Karşı cinse şiddetli biçimde duyulan cinsel ilişki kurma arzusu. Yeme, içme, uyuma, konuşma ve cinselliği aşırı isteme.
[30] 678-742= 64 yıl. Zührî’nin Emevî idarecileriyle yakınlığı nedeniyle Saîd b. Müseyyeb ve Mekhûl b. Ebû Müslim gibi çağdaşları tarafından eleştirilmiş, Mâlik b. Enes tarafından para karşılığında rivâyetlerde bulumakla suçlanmış ve yaşadığı dönemde Emevî iktidârına yalakalık yaptığı suçlamasıyla emirlerin sümük mendili yakıştırmasına uğramıştır. (TDV, İmam Zührî, 44. Cilt, 2013)
[31] Bûhâri, Libas, 59.