Kaybettiğimiz kardeşlerimizin hayallerindeki o güzel geleceği istiyorsak önümüze umudu koyalım. 11 yıl önce bir parkta ektiğimiz umut bize inat büyüyor. Baksanıza Gezimiz 11 yaşında! İyi ki doğduk hep birlikte!
Cansu Yapıcı – Mücella Yapıcı’nın kızı
Merhaba,
Bu sayfada ikinci kez buluşuyoruz. İlk mektubumu Gezi Davası’nda hukuksuzca cezaevine atılmış bir annenin kızı olarak yazdım. Annem ve Hakan tahliye oldu. Ben de teknik olarak baktığınızda artık tutuklu yakını değilim. Yine de kendimi hâlâ ne içeride ne de dışarıda hissediyorum. İkinci mektubumu da bu kafa karışıklığı halinde Gezi’nin bir tanığı ve emektarı olarak yazıyorum.
Ne oldu 11 yıl önce? Ağaçlarımıza, parkımıza ve hayatlarımıza sahip çıktık birlikte. Mayıs 2013’ün son günlerinde doğan bir güneşle. Film izledik, forumlarda tartıştık, basın açıklaması yazdık, çok fazla basın açıklaması yaptık, bir sürü basın açıklaması yaptık, öyle böyle basın açıklaması yapmadık. Kandil kutladık, halay çektik, şarkı söyledik. Sadece bu mu? Mizahı tekrar keşfettik, sloganlar ürettik, kimseyi ötekileştirmeyen yeni bir dil kurduk. Birbirimizle tanıştık ve barıştık.
Vücut kondisyonumuz bile şaşırttı bizi o günlerde. 100 metre koşmayı beceremeyen ben Kurtuluş’a koştuğumu hatırlıyorum. Yüksek lisans ödevimin son düzeltmelerini bu koşu sırasında gazdan dolayı sığındığım bir apartmanda yaptım. Aynı zamanda İstanbul sıra evleri üzerine bir araştırma yürütüyordum. Rölöve için Tarlabaşı’na gitmemi isteyen hocama, “Burası bildiğiniz gibi değil şu anda, TV’yi açarsanız insanlar köprüden yürüyor.” dedim. Aynı proje için bir önceki hafta Tarlabaşı’nda bir binayı çiziyordum. Binada oturan Nazan abla ile birlikte çay içtik. Gezi zamanı tesadüfi bir şekilde 4 gün aynı nezarethanede kaldık. Nazan abla beni sesimden tanıyınca seslendi; “Cansu sen elinde kitap defter gezen bir kızdın. Nasıl düştün buraya? Bir de annen çok şen kadın. Çıkınca bana çaya gelin!” Gözaltı koşulları nedeniyle yemek almayı reddettiğinizde o da katıldı bize. Sloganlar attı, şarkılar söyledi. Birkaç sene sonra o çayı birlikte içtik.
Benzer şekilde normal hayatın gidişatında anlam veremeyeceğiniz “bağzı” şeyler oldu o dönem. Sadece Beyoğlu’nda oturdukları için tanımadığımız insanların evlerinde sabahladık. Gözlerimize limon sıktık, mide ilaçlarının farklı kullanımları konusunda uzmanlaştık. Şu anda akıl almaz bir yasayla öldürülmelerinin yasallaştırılması konuşulan sokak hayvanlarının, dostlarımızın gözlerine de sürdük o ilaçları. Gazdan etkilendikleri için onlara su içirmeye çalıştık. Kollarımıza kan gruplarımızı yazdık.
Peki, bunları neden yaptık? Çünkü anayasal haklarımızı kullanırken şiddet gördük. Birimizin daha canı yanmasın istedik. Birbirimizi gözettik. Tüm bu dayanışmaya rağmen şiddet sarmalında kardeşlerimizi kaybettik. Senelerce şehir şehir adalet aradık. Cezasızlığı ve hukuksuzluğu bulduk. Beklediğimiz cezalar mahkemelerden çıkmadı. Bambaşka mahkemeler delilsizce yakınlarımızı tutukladı.
Bunlar neden oldu peki? Çok basit. Biz –bir- parkı- savunduk. Hukuksuzca yapılmak istenen bir inşaatı durdurmaya çalıştık. Tüm baskıların üst üste geldiği bir dönemde özgürlüğümüzü savunduk.
11 yıl uzun zaman. Malum hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Geçmişimiz her koldan unutturulmaya çalışılıyor. Televizyondan çıkan yüksek ses belki de inandırıyor; 18 yaşındakileri bizim terörist olduğumuza. Birileri bu unutuşun bedelini çok ağır şekilde ödüyor.
Eskiden herkesin bir Gezi anısı vardı. Beşiktaş’ta şöyle oldu, parka şöyle bir dolma geldi, eve bir anda şu ünlü geldi. Bambaşka bir şey anlatmaya niyetlendiğimizde dahi Gezi’ye dönerdi cümlelerimiz. O sesler her şeyin kötüye gittiğine dair anlatılara döndü. Hiçbir suçu olmayan insanlar, hukuksuzca cezaevine atıldı. Kendimiz ve geleceğimiz için korktuk. Elimizden bir şey gelmediğine inandırıldık. Suçlu hissettik. Birbirimizden uzaklaştık. Yalnızlaştık. Sonra sustuk. Martt beri hatırlamaya, umut etmeye başladık gibi geliyor bana.
O umudu ben Ses Tiyatrosu’nda yaptığımız Berkin anması ile tekrar hatırladım. Yasımızı tutarken hatırladık birbirimizin omzunu ve gücümüzü. Berkin ve o gün yanımızda olan ailelerimiz hatırlattı bize kim olduğumuzu ve sorumluluğumuzu. Biz, Gezi’yi anlatmak, deneyimlerimizin üzerine üretmek, yeni yollar kurmak zorundayız.
Bunu tüm haksızlıklar altında nezaket ve asalet nedir bize gösteren Osman Bey’e;
Saatlerce her şey hakkında konuşmak ama şu sıralar özellikle Kızıl Goncaları birlikte değerlendirmek istediğim canım Çiğdem’e;
En yakın arkadaşlarımdan biri olan kızı Su’yu bana hediye eden ve görüşlerde her an aklına hayran kaldığım Mine’ye;
Sakinliğini, çalışkanlığını ve zekâsını her gün ofisinin önünden geçerken hatırladığım Tayfun’a;
İsyanı, muzurluğu ve kötü şakaları kulaklarımdan gitmeyen Can’a borçluyuz.
Önümüzde iki seçenek var. İlk yol, hafıza kaybından doğan yalnızlık ve korku sarmalında kalmak. Burada inatçıysak ilk mektupta yazdığım cezaevi yönergesini ara sıra okumakta fayda var. Hiçbirimiz güvende değiliz. Hazırlıklı olalım.
Ben ikinci seçenekte ısrarcıyım. Gezi’yi hatırlayalım. Nostalji tuzağına da düşmeden.
Birbirimizle konuşalım, farklılıklarımızı dinleyelim, birbirimizden öğrenelim ve birlikte üretelim. Unutuşumuzun bedelini ödeyen haksızca cezaevlerinde olan tüm dostlarımıza bunu borçluyuz. Kaybettiğimiz kardeşlerimizin hayallerindeki o güzel geleceği istiyorsak önümüze umudu koyalım. 11 yıl önce bir parkta ektiğimiz umut bize inat büyüyor. Baksanıza Gezi’miz 11 yaşında! İyi ki doğduk hep birlikte!
Not: Bu yazı da özlediğimiz üretim sürecinin bir parçası olarak yazıldı. Vardal Caniş çizgileriyle Gezi’yi resmetti. Didem Gençtürk okurken dinlemeniz için size şarkılar seçti. Eğer imkânınız varsa okurken dinlemenizi isterim, o günleri tekrar hatırlamanız için…
https://open.spotify.com/playlist/51sjqkdKDkLwQtkqDmGTor?si=uxXJsqvhRJyVPZOzoMslYQ&pi=e-LH0KMNCVSzyA