Dış ticaretin etkileri
Bölüşümde adaleti ve insanî çalışma şartlarını gözeten politikalar önerirken, bu önerileri ülkemizin dünya ekonomisi ile ilişkileri çerçevesinde tartmak gerekir. Türkiye kapitalist dünya sistemi içindedir. Dış iktisadî ilişkileri gözden geçirmeksizin yurtta bölüşümde adaleti sağlamak zordur.
Kapitalist dünya sistemi, bizimki gibi ekonomileri ticaretle etkilemektedir. Bu yazıda dış ticaretin etkileri üzerinde durarak, yurtta âdil bölüşüm için gereken ticaret politikasını irdeleyeceğiz.
İthalat serbestisi az gelişmiş ülkeler üzerinde birkaç menfi etki yapmaktadır. Birincisi, az gelişmiş ülkede ithalat serbestisi yeni sanayi iş kollarının kurulmasını köstekler. Çünkü az gelişmiş ülkede yeni kurulacak sanayi iş kolları gelişmiş ülkelerde aynı iş kolundaki şirketlerden yapılan ithalatın rekabetine dayanamaz. Önce kurulmuş firmalar, sonra kurulan rakip firmaları genellikle mamullerinin kalite üstünlüğü ve düşük üretim maliyetiyle ezip geçer. Önce kurulan firmalar sonra kurulanlara hayat hakkı tanımaz. Bu sebeple serbest ithalat, bizim gibi ülkelerde ileri teknolojili sektörlerin kurulmasına engel teşkil eder.
Az gelişmiş ülkede ithalat serbestleştirildiğinde mevcut üretim faaliyetlerinin bir kısmı da tasfiye olma tehlikesine maruz kalır. Türkiye’de birçok tarımsal faaliyette (örneğin şeker pancarında ve şeker sanayiinde) bu görülmektedir.
İthalat serbestisinin az gelişmiş ülkeler üzerinde ikinci menfi etkisi ödemeler dengesi üzerindedir. Az gelişmiş ülkenin dış ticaretinde açık varsa, yani ithalatı ihracatını aşmakta ise, halkı temsil eden devletin bunu sorun edinip dış ticareti dengelemeğe çalışması gerekir. Zira ithalat ihracatı aşmakta olan az gelişmiş ülkede ithalat fazlasının finansman kaynakları ne olursa olsun, hepsi tehlikelidir. Bu kaynak borçlanma olabilir. Bankalar, firmalar vs yurt dışında bankalara, firmalara borçlanarak ülkeye döviz sağlamakta, fazla ithalat bununla yapılmakta olabilir. Ya da yabancılar ülkemize döviz göndererek tesislerimizde hisse almakta, gayrimenkul, toprak vs. almakta olabilir. Bütün bunlara ‘ülkeler arası sermaye hareketleri’ denmektedir.
Bu tür sermaye hareketleriyle yani sermaye girişleriyle temin edilen dövizle ithalat yapmak tehlikelidir. Çünkü yabancılar umulmadık bir anda kredileri kesebilir, mevduatını çekebilir, ülkemizdeki varlıklarını satabilir; neticede tasarruflarını kendi ülkelerine transfer etmek için ellerindeki TL’yi dövize çevirmek isteyebilirler. Döviz talebi böyle aniden arttığı anda bu talep karşılanamaz, çünkü yabancıların yurda önceden getirdiği dövizin bir kısmı ithalatta çoktan harcanmış, bezledilmiştir; dövizin bir kısmını da varlıklı yurttaşlarımız çoktan yurt dışındaki varlıklarına katmıştır. 1994 ve 2001 döviz buhranları bu şekilde cereyan etti.
Toprak satarak, hisse satarak temin edilen dövizle ithalat fazlasını karşılamak, bir küçük grubun tüketim savurganlığı uğruna ülke üzerinde ipotek kurulmasına göz yummaktır.
İthalat serbestisinin üçüncü etkisi bölüşüm etkisidir. Bölüşüm deyince, en basitinden, toplumsal hâsılanın emekçilerle mülk ve yüksek tahsil sahipleri arasında bölüşülüşünü kastediyoruz. İthalat serbest olduğunda, ithal mallarla rekabet etmek mecburiyetinde olan sektörlerde üretim maliyetlerini rakip ithal mallarının fiyatlarına göre kontrol altında tutmak gerekir. İmalatta çoğu sektörde üretim maliyetleri içinde işgücü maliyetinin payı büyüktür. O hâlde ithal mallarının fiyatı ülkede ücretler, çalışma şartları üzerinde baskı oluşturur. Nitekim ücretlerin düşük olduğu, sosyal güvenliğin olmadığı, işçilerin ağır şartlarda çalıştığı Çin gibi ülkelerden yaptığımız ithalat, Türkiye’de işçi ücretleri, sosyal güvenlik uygulamaları ve çalışma şartları üzerinde baskı oluşturmaktadır.
İhracatı artırma gayreti da aynı etkiyi yapmaktadır. Türkiye ihracata dayalı büyüme politikası uygulandığından, ihracat sektörlerinde işçi ücretlerini, çalışma şartlarını ve sosyal güvenlik kurallarını tespit ederken benzer mallar ihraç eden rakip ülkelerdeki ücretleri, çalışma şartlarını vs. hesaba katmak icap etmektedir.
Gelişmiş ülke piyasalarına ihracat rekabeti, özünde az gelişmiş ülkelerde işçileri sömürme rekabetidir. Bu rekabetten gelişmiş ülke toplumları ile az gelişmiş ülkelerde burjuvalar kazanmaktadır. Gelişmiş ülke toplumları az gelişmiş ülkelerde ucuz işgücü maliyetiyle üretilen ucuz ithalattan (ucuz konfeksiyondan, ucuz elektronik ürünlerinden…) yararlanmaktadır. Az gelişmiş ülke burjuvaları ise bu ihracattan kâr, faiz, kira gelirleri sağlamaktadır. Otuz yıldır liberaliyle, muhafazakârıyla, milliyetçisiyle, solcusuyla sağcısıyla burjuva iktidarlarının bu politikaları kesintisiz uygulamalarındaki hikmet budur.
Çözüm
Bu durumdan çıkış yolu var mıdır? Adil düzen için çabalayanlar nasıl bir dış ticaret politikası hedeflemelidir?
Bir kere, ithalatı kontrol etmek gerekir. Devletin nelerin ithal edileceğini, ne miktarda ithal edileceğini tespit ederek gümrük vergileriyle ve gümrük dışı engellerle ithalatı düzenlemesi gerekir. Halkın refahı ve ekonominin işlemesi için elzem olmayan ithalattan vazgeçildiğinde hem yurdumuzda neyin üretilip neyin üretilmeyeceğine karar verebiliriz; hem dış ödemelerimizi dengeleyebiliriz; hem de bölüşümde adaleti köstekleyen rekabet ortamını (en azından) hafifletebiliriz.
İhracat rekabeti de yurtta bölüşümü kısıtladığına göre, ihracatı ne yapacağız? İthalatımızı kontrol ettiğimizde ihracat yapma baskısı azalacaktır. Ama yine de Türkiye’nin enerji, yatırım malları ve yarı mamuller ithal etmeğe ihtiyacı vardır. Bu ithalat için gerekli dövizi borçlanmadan, ihracatla kazanmak gerekir. Ne var ki, gerekli dövizi kazanmak için bütün sektörleri ihracata teşvik etmek makul değildir. Şimdi olduğu gibi bütün sektörleri ihracata zorlamakla bütün sektörlerde işçi ücretleri ve çalışma şartları dış rekabetin baskısına maruz bırakılmış olur. Yapmak gereken, üç-beş stratejik sektörü ihracat sektörü olarak tespit etmek, ekonominin kalan sektörlerini yurt içi piyasaya üretmeğe teşvik etmek, ihracat baskısından korumaktır. Devlet, seçilen ihracat sektörlerinde rekabet gücünü artırmak ve maliyetleri düşürmek için yatırım vs. gibi tedbirler alıp, bu sektörlerin ihracat yapabilmesi için gerekiyorsa firmaları sübvansiyonlayabilir. Bu suretle bu sektörlerde ihracat yapmak için işçilere zulmetme gereği kalmaz. Japonya, büyük ihracatçı ülke mertebesine 1960-1980 yıllarında otomotiv, fotoğraf malzemesi gibi az sayıda sektörü ihracata yönlendirerek geldi. Diğer sektörlerini ithalattan ve ihracattan korudu.
Burjuvaların telkinleri
Yukarıdaki önermelere karşı malûm çevrelerin beylik itirazlarını sayıp tartalım. Mevcut düzenin sahipleri, Türkiye’nin dış kredilere, yabancı kaynaklara muhtaç olduğunu iddia eder durur. Oysaki Türkiye’nin dış ticaretinde yapısal, müzmin bir açık sorunu olduğu iddia edilemez. İthalat serbestisi ve sermaye giriş serbestisi uygulanan bizimki gibi bir ülkede dış ticaretin açığının başlıca sebebi bu politikalardır.
Ülkeye giren yabancı tasarrufların sağladığı döviz, ithalatı kışkırtmakta, ihracatı kösteklemektedir. Bu döviz, TL’yi dolar karşısında kıymetlendirmekte, ithal malları yerli mallara kıyasla ucuzlatmaktadır. Türkiye’de doların kuru 2002’den beri neredeyse sabit: 1.5 TL/dolarda duruyor. Oysaki her yıl Türkiye’de üretilen malların, hizmetlerin fiyatları ortalama yılda 8-9 artmaktadır. Türkiye’de firmalar ihraç ettikleri malların dolar fiyatlarını yılda yüzde 8-9 artırsa, satamazlar. İhracat yaptığımız ülkelerin çoğunda o kadar enflasyon yok. Bu yerli fiyat artışlarına rağmen ihracatımız kesilmediğine göre ihracat yapan firmalar maliyetleri düşürmenin çaresini buluyor demektir. Elbette ki bu çarelerin başında işçiyi daha yoğun, daha uzun mesailerde çalıştırmak, ücretini bastırmak, sigortasından tasarruf etmek gibi zulüm uygulamalarıdır.
Bu rezaleti önlemek için kontrolsüz ithalata son vermenin yanı sıra kontrolsüz yabancı tasarruf girişini (sermaye girişini) önlemek gerekir. Bu tedbirlerle dış ticaret dengelenebilir. Döviz buhran tekerrürü için zemin de kalmaz.
İthalatı kontrol etmekten bahsedince zulüm düzeninin sahipleri “Tüketim özgürlüğümüze dokunuyorsunuz” diye haykırır. İthal peynir, ithal cilt kremi ve ithal otomobil tüketmenin refaha katkısını anlatırlar.
Herkes hayatî bir siyasî tercih yapmak zorundadır: alış veriş merkezlerindeki ithal mal çeşitliliğini ve emekçilere uygulanan zulmü mü tercih ediyoruz? Yoksa yerli mallar tüketmeyi, adaletin ve insanî değerlerin gözetildiği bir toplumu, insanların yarınına güvenle bakabildiği bir düzeni mi tercih ediyoruz? İkisinden birini seçmek zorundayız.
Zulüm düzeninin sahipleri, ithalatı kontrol etmekten bahsedince başka ülke devletlerinin buna tepki göstereceğini söyleyerek, bu tepkileri âdetâ kendileri tehdit olarak kullanırlar. Oysa ki bütün küreselleşme propagandasına rağmen, gümrük vergileri, ithalatta gümrük dışı engellemeler, ihracatta sübvansiyon, sermaye hareketlerini kısıtlama politikalarını Çin’den Brezilya’ya, Rusya’dan Malezya’ya, Şili’ye kadar nice devlet başarı ile uygulamaktadır. Türkiye’nin imzaladığı Dünya Ticaret Örgütü anlaşmalarının bu politikaları kısıtladığı doğrudur; ama anlaşmalara taraf olan (ABD başta olmak üzere) birçok gelişmiş ve az gelişmiş ülke bunları sık sık ihlal edilmektedir. Bir devlet bu “yasaklanmış” politikaları uyguladığında başka bir ülke zarar gördüğü takdirde beriki devlet öteki devleti Dünya Ticaret Örgütüne şikâyet etmektedir. Davalar hakemlere havale edilmektedir.
Kaldı ki DTÖ üyeliği de hayat memat meselesi değildir; hâlen İran ve Rusya ve 10 kadar başka ülke DTÖ üyesi değildir. Çin DTÖ’ye 2001’de, Vietnam 2007’de üye oldu. DTÖ dışında kalıp pekâlâ ticaret yapmak mümkündür. Ne var ki zulüm düzeninin efendileri “İçimize kapanırız. Dünyada tecrit oluruz. Kuzey Kore’ye benzeriz. Başımıza bombalar yağar” diyerek, başka ülkelerde uygulanan en ‘ılımlı’ makul iktisat politikalarının bile uygulanamazlığına yurttaşları inandırmaktadır.
Sonuç
Elbette ki kapitalist dünya sisteminde dış iktisadî ilişkileri düzenlerken düşmanların, zalimlerin muhtemel tepkilerini hesaplamak gerekir.
Ancak Türkiye’de burjuva sınıf iktidarlarının 1980’den beri uyguladığı sistemle tam bütünleşme stratejisi ile bunun tam zıttı olan kendi kendini tecrit etme stratejisi arasında muazzam bir makul hareket alanı var. 70 milyon nüfuslu, ilkeler uğruna zor şartları aşma birikimi olan bir toplumun hareket sahası çok geniştir. İstiklâl Harbinde yaptığı gibi, Anadolu halkı, üzerindeki deli gömleğini yırtıp âdil bir düzene doğru bir dönüşüm başlattığında, dayanışma ruhu olağanüstü bir maddî güce dönüşebilir. Böyle bir hamlenin bölgemizde görülmedik bir sinerji fırtınasına yol açması da mümkündür.