“Çözüm süreci” ilerlerken, Obama’nın İsrail ziyaretine paralel olarak yaşanan önemli bir gelişme daha oldu: İsrail, Mavi Marmara yardım gemisindeki 9 Türk vatandaşını öldürmekten dolayı özür diledi.
Hatırlayalım: Türkiye-İsrail ilişkileri Mavi Marmara gemisine İsrail tarafından gerçekleştirilen saldırı nedeniyle dondurulmuştu. İsrail 9 Türk vatandaşını öldürmekle yetinmemiş, bu saldırıyı ısrarla savunmuş, Türkiye’nin özür talebine de son derece küstahça karşılık vermişti. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Ayalon’un, Oğuz Çelikkol’u makamına davet edip, kendisininkinden alçak bir koltuğa oturtarak İsrailli gazetecilere İbranice olarak, “Görüyorsunuz, o bizden aşağıda oturuyor, biz yüksekteyiz ve burada sadece İsrail bayrağı var” dediği unutulacak gibi değil. Vandallıkta ısrarın İsrail’i zor durumda bıraktığı da sır değil.
İsrail günden güne değişen Ortadoğu ayaklanmalarının oluşturduğu belirsizlik ikliminin olası tehditlerini ensesinde hissediyordu hissetmesine ama sorunları “Demir Kubbe”lerle, “Dökme Kurşun”larla çözme alışkanlığından mütevellit hastalıklı bir akla sahip olduğu için giderek marjinalleşmesinin önünü alamıyordu.
Bu durum Ortadoğu’daki tek koşulsuz müttefiki İsrail olan ABD’nin İsrail’i savunabilmesini, ona göğüs gerebilmesini de zorlaştırıyordu. Üç yıl boyunca İsrail’le ilişkilerini düzeltmesi yönündeki “tavsiye”lere maruz kalan Türkiye ise her defasında aynı “üç şart”ı ileri sürdü. Özür dilenecek, Mavi Marmara’da şehit olanların ailelerine tazminat ödenecek, Filistin/Gazze’ye uygulanan ambargo kaldırılacak.
Gelinen noktada İsrail’in bu üç şartın hepsini karşıladığı bildiriliyor. Tazminat ödemeye daha önce de yakın durmuştu. Yeni olan “özür dilemesi” ve tüketim mallarının sadece Gazze değil tüm Filistin topraklarına ulaşmasını engelleyen “ambargo”yu kaldıracak olması.
Şimdi, evet, bu büyük bir diplomatik başarı. Buna kimsenin kuşkusu yok, olmamalı da. 20 yıl öncenin Türkiye’sinde yaşamadığımızın en iyi delili, “Biz ne yapsak Türkiye’ye yediririz” diyen bir İsrail’den, “Ne yapsak da Türkiye ile aramızı düzeltsek” endişesiyle geçtiğimiz iki yıl boyunca çalınmadık kapı bırakmayan bir İsrail’e gelinmesidir. Gelinen nokta, İsrail’in değişimiyle ilgili değil, değişen Türkiye’nin algısıyla ilgilidir.
Ancak acaba Türkiye’nin elinde İsrail’in özrünün sahiciliğini test edecek imkânlar yok mudur? Türkiye’nin İsrail’e özür dileten ülke olması ne kadar büyük bir başarı ise, özrü kabul etmek de Türkiye’nin üstlenmesi gereken bir büyüklük. Eyvallah. Ancak, Doğu Akdeniz’de bulunan yeni gaz rezervleri, İsrail’in ya da İsrail ile barışmamızı kendi meselesi yapan ABD’nin niyetleri belirene kadar bekleyemez denilmiyorsa eğer, aceleye gerek yok.
Zira İsrail’in özür dilemesinin masumiyetine inanmamak için çok neden var.
Şimdiden birçok soru gündemde. “Bu özür, İran’a yapılacak olası saldırıya Türkiye’den verilecek bir vizeyi garanti altına almayı mı amaçlıyor?” sorusu en kayda değer olanı.
İkinci önemli soru: Bu özür ve kabul süreci, Türkiye’nin Suriye’de aldığı pozisyonu savunmasını zorlaştıran boyutlara neden olur mu?
Malum: Türkiye, Suriye’de muhaliflerin yanında konumlanarak, İran-Esad çizgisine karşı safta yer aldı. Bu karşıtlık retorik bazda demokrasiyi seçmek ve diktatöre itiraz etmek anlamına gelse de, reel politika alanında tekabül ettiği yer, Türkiye’nin İsrail’e karşı başarılı savaşlar vermiş olan Lübnan Hizbullah’ını da karşısına almış sayılmasıdır.
İsrail ile yaşadığımız “küslük” hali, “Türkiye’nin Suriye’de muhaliflerden yana tavır alması İsrail’e yarıyor” tezlerini hükümsüz bırakması açısından anlamlıydı.
İran-Hizbullah çizgisini dolaylı olarak karşısına almış olan Türkiye, bu seçimiyle İsrail’i desteklemiş olmadığını, İsrail ile “küs” kalarak anlatmış oluyordu ve bunun bölge ülkelerindeki Müslüman kamuoyu nezdinde bir manası vardı.
Şimdi ise, “üç şart” karşılığında yeniden büyükelçi atayacak bir Türkiye var gündemde ve uluslararası platformlarda İsrail’e karşı yaptığı tüm vetolardan ve Mavi Marmara için operasyon emri veren tüm İsraillilere karşı açılan davalardan vazgeçmesi de istenmekte. İşin ilginci, devlet olarak davalardan vazgeçmesinin yetmediği, kurbanların aileleriyle görüşülerek onların hukuki haklarından feragat etmelerinin istendiği biliniyor.
Velhasılı, söz konusu diplomatik başarı ne kadar heyecan verici ise, bu başarının getirebileceği siyasi, hukuki, manevi hezimet o derece tedirgin edici.
(HT)