Özgürlüğünü yitirmiş, huzurunu kaybetmiş kavgalı coğrafyada dindarların adalet timsali, barış elçileri olmak gibi bir misyonları vardır.
Muhammed Salar
Şüphesiz din; ahlak ve adalete indirgenemez. Onun iman ve ibadet gibi varoluşsal çok önemli maksatları var ki bunları paranteze alan veya görmezlikten gelen yaklaşımlar derinlik ve ciddiyetten uzaktırlar. Ne var ki; ahlak ve adaletten soyutlanmış bir din anlayışı da sorunlu olup kapsayıcı bir mahiyette yaratılan insanın özellikle sosyal problemlerine deva olamaz.
Birinci anlayış, seni Ahiret saadetinden mahrum bırakırken ikinci anlayış da müntesiplerini dünya mutluluğundan eder.
Hakka-hukuka duyarsız, ideal bir toplumsal ahlakı temsil edemeyen ve krallarının yolundan giden Tr dahil günümüz İslâm Toplumunun hal-i pürmelali buna şahittir.
Yaşadığımız ülke özelinde söylersek; Türkiye İstatistik Kurumunun paylaştığı resmi verilere göre;
Son 10 yıl içerisinde Türkiye’de suç oranlarında bir patlama yaşanmış;
Hırsızlık 7 kat, kaçakçılık 9 kat, cinayet 6 kat, cinsel suçları 10 kat artmış!
Tüm bunlara; sıradanlaşan keyfi gözaltıları, gözaltında çıplak aramaları, uzun tutukluluk sürelerini, hapishanelerdeki tutsak anne ve bebeklerini, sistematik işkence ve kötü muamele gibi insanlık suçlarını ve yükselen gökdelenlerle birlikte derinleşen yoksulluğu eklediğimizde mevcut iktidar tarafından nasıl yönetildiğimiz iyice açığa çıkıyor.
Evet; Kürd Meselesi, eğitim, sağlık, yoksulluk, çoğulculuk, kadına yönelik şiddet, yeşil alan ve çevre gibi ülkenin temel sorunlarını çözemeyip üstüne üstlük bunca sorun ekleyen bir yönetimi başarılı bulmak mümkün olmadığı gibi dindar olarak nitelemek de mümkün değildir.
Kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı, demonize edici zehirli bir dilin, otoriter despot pratiklerin, yüzde yüz artan suç oranlarının dindarlıkla sahici bir ilişkisini kuramazsınız.
Yalan, israf, savurganlık, kibir, riya ve zulmün İslâm’ın temel referanslarına zıt olduğu apaçık ortadayken mesela bir ilahiyatçı vaktiyle; ”Zalimlerle savaş halindeyiz. İktidara-lidere zarar verecek ve iç-dış mihraklara yarayacak şekilde, yönetenlerin yanlışlarını dile getirmek meşrudur diyemem, zamanı değil..” mealinde bir şeyler yazmıştı. (Y.Şafak, 14.06.2019) Tabi bu bakış açısı ve değerlendirme o yazara mahsus değil. Koca Diyanet ordusundan, basın-yayın camiasına, akademiyadan tutun nice tarikat ve cemaatlere kadar teoride-pratikte bu zihniyeti paylaşan büyük bir kesim var.
Dindar değil, dinci-milliyetçi bir koalisyon veya (yeşile boyanmış olsa da) kendi deyimleriyle kızıl elmacı bir koalisyonun, ülkedeki sayısız zulüm ve haksızlıklara ya taraftar olarak ya da sessiz kalarak payanda olan bu çoğunluğun bir an önce İslam’ın özü olan doğruluk ve hakperestlik yani dindarlıkla yüzleşmeleri gerektiğini ısrarla vurgulamak lazım.
“Zulme rıza zulümdür!” diye haykıran bir dinin nice hak-hukuk, mücadele, fazilet fışkıran ilkelerini bildiği halde onlara aykırı davranan müslümanların zalim bir topluluk veya Farabî’nin deyişiyle fasık bir topluluk olmaktan öteye geçemeyeceklerini hatırlatmak lazım. “Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun.” (Maide: 8)
“Allah ise zalimleri hidayete erdirmez!” (Cuma: 5)
“Allah ise fasıkları hidayete erdirmez!” (Saff: 5)
Şimdi; toplumun kahir ekseriyeti dediğimiz müslüman camianın dinin iman hakikatleri ve şekilci ritüelleriyle (taklidîliği istisna ediyorum) bir sorunlarının olduğunu zannetmiyorum.
Sorun; Kur’an’ın emrettiği bu doyurucu, sorun çözücü evrensel hukuk ve güzel ahlak prensiplerini görmezlikten gelmelerinde veya özümsememelerinde.
İnsanlara örneklik teşkil edebilecek “ideal toplumu” ve insanlığa güven verecek “barış coğrafyalarını” inşa edememelerinde. Çünkü; bu hedefe şahsi, ailevi ihtirasları tatmin etmeye matuf saltanatçı veya ulusal çıkarları merkeze alıp devlete toz kondurmayan milliyetçi-devletçi bir paradigmayla ulaşılmaz. Ancak; dinin her türlü imtiyazları rafa kaldıran evrensel hak-hukuk-adalet-liyakat ilkeleriyle ve büyük insanlık dediğimiz doğruluk, şeffaflık, diğerkâmlık, çoğulculuk, mazlumun yanında zalimin karşısında olmak, meşveret ve hürriyet gibi evrensel erdemleriyle ulaşılabilir. Bu perspektif mevcut siyasal iktidarda yok ve onu destekleyen tabanda da oldukça cılız.
Dini, siyasete ve iktidara alet etmenin önünde engel olan ahlak ve adalet ilkelerini ıskaladığınız zaman sadece dünya rahatından mahrum olmakla kalmaz artık fasıklaştığınız veya zalimleştiğiniz için saf-duru halis bir dindarlıktan da bahsedemezsiniz. Dini sevip ona hizmete bedel dini kendi çıkarlarınıza basamak yapmış veya onu kendi siyasal ajandanızın hizmetine almış olursunuz. Böylece hangi niyetle yola çıktığınızdan bağımsız olarak dindarlığınız dinciliğe dahası dinbazlığa evrilmiş olur. Dinin evrensel amaçlarına tamamen zıt bir şekilde toplumu etnik, mezhepsel ve siyasal kamplara ayrıştırma siyaseti de güdüyorsanız bunun faturası beklenenden ağır olacaktır. Ben, sadece din ile ilgili sonucu söyleyeyim;
İnsanlara bırakın dini sevdirmeyi, onlara rol model olmayı, örnek olmayı; onlara açtığınız koca koca camileri, kıldığınız namazları, tuttuğunuz oruçları, gittiğiniz hac ve umreleri de bir süre sonra sorgulatmaya başlarsınız. Attığınız kandil mesajlarınız, verdiğiniz vaazlar, okuduğunuz hutbeler heyecan vermediği gibi bağlı bulunduğunuz cemaat ve gruplar da cazibesini kaybetmiştir artık…
Evet, insanların büyük çoğunluğu tahkik ehli değildir. Hakikatı okuyup araştırarak bulmak yerine gördükleriyle yetinip yorum yapmak kolaycılığına kaçarlar. Adeta dinin anlam bütünlüğünden kopuk bir tutum sergilemek adına; camiye, umreye gidip namazında-niyazında ve(ya) başörtülü olmakla gözleri önündeki devasa yoksulluğa, insan kaçırmak, KHK mağduriyetleri, belediyelere kayyum atamak gibi keyfiliklere özetle; hukuksuzluk, çirkinlik ve adaletsizliklerle yıkılan hayatlara uzun süre sessiz kalmak arasındaki çarpıklığa itikat-adalet-ahlak birlikteliğinin hayati önemine atıfta bulunmadan kendilerince dini-felsefi bir anlam yüklemek isteyeceklerdir.
Önce; etraflarında olup-bitenleri sorgulamayan dindarlar sorgulanmaya başlanır. Sonra teori ve pratik arasındaki makas açıldıkça; Dünyayı dört tarafı mamur bir barış kentine çeviremeyen söz konusu Müslümanların kendileri değil, inançları sorgulanır ve insanların kabirden önceki sosyo-ekonomik-siyasal nice sorunlarını çözemeyen bir dinin; kabirden sonraki hayata dair verdiği mesajlarını da bir yanılsama olarak çok önemli ve anlamlı bulamayabilirler…
Onun için; insanların Dünya-Ahiret mutluluğuna kefil olan bir dinin anlam bütünlüğüne müdahale ederek onu ahlak ve adaletten uzak, kaba-saba şekilci bir dincilik ve dinbazlığa indirgeyen iktidarlara veya siyaset sınıfına gönüllü olarak tabi olma gafletinden bir an önce uyanmaları gerekiyor dindarların. Aksi takdirde, inandırıcılıklarını tamamen kaybedip insanları kafile kafile Allah’ın Din’inden soğuttuklarının farkına vardıklarında vakit çok geç olacaktır.
Özgürlüğünü yitirmiş, huzurunu kaybetmiş kavgalı coğrafyada dindarların adalet timsali, barış elçileri olmak gibi bir misyonları vardır. En azından temiz İslam’ın kurnaz, yalancı, oportünist siyasetçilerin elinde halkları uyutmak veya “ötekilere” karşı tabanlarını mobilize etmek için başvurdukları kullanışlı bir meta derecesine düşürülmesine izin vermemek gibi öncelikli bir vazifeleri olmalıdır.