Sevgili dostlar,
Depremin tarihi, insanlıktan eski…
İnsanoğlu, altındaki zeminin titrediğini hissettiği ilk andan itibaren ona gerekçeler üretmiş. İlk çağlarda dünyayı başının üzerinde taşıyan boğanın boynuzlarını salladığına inanırlarmış. Sonra, zelzeleyi “Tanrı’nın gazabı” sayanların devri başlamış. Cami ve kilise, yaygınlaşan günahların cezası olarak görmüş sarsıntıları… “Takdir-i ilahi” yorumunu yapmış hep… Bizim dinciler hala öyle görüyor ya…
18. yüzyıldan itibaren Batı’da aydınlanmacıların etkisiyle akılcı düşünce başlamış. Fransız devriminden bir süre önce,1755’teki Lizbon depreminden sonra aydınlanmanın büyük düşünürü Voltaire, kilisenin “Tanrı böyle istedi” yorumuna karşı çıkmış, “Ölen çocuklar ne suç işledi de Tanrı cezalandırdı” demiş. Bir başka aydınlanmacı Rousseau, “Tanrı öldürmez, ihmal öldürür” diyerek katılmış tartışmaya…
Sonra 19. yüzyılda dünya yeniden sallandığında bu kez Marksistlerin yorumu gelmiş:
“Aslında ne Tanrı öldürüyor, ne de ihmal; öldüren yoksulluk” demişler. Çünkü herkesi vuran depremde ölenler, hep yoksullarmış.
Bu tartışmanın 21. yüzyıl versiyonunda herhalde şunu demek gerekecek:
“İhmalin ve yoksulluğun öldürdüğü doğru… Ancak insanları bunlardan çok, sermayenin rant iştahı öldürüyor.”
O iştah, sadece malzemeden çalmakla kalmıyor, toplanma alanlarına AVM’ler inşa ederek, sarsıntıya dayanıksız gökdelenler dikerek, şehri betona gömerek, depremdeki kitlesel ölümlere davetiye çıkarıyor. O yüzden mesela Japonya’da kimsenin burnunu kanatmayan zelzele, Türkiye’de onlarca cana malolabiliyor.
Tanrı’ya yakarabilirsiniz, önlem alabilirsiniz, yoksullukla savaşabilirsiniz; ancak görünen o ki hepsinden önce yapmamız gereken, sadece betona ve paraya tapan azgın rant sınıfını ve onların iktidardaki işbirlikçilerini alaşağı etmek… Yaptıklarının cezası olarak da ellerine birer balyoz verip onları kaçak yapılarının yıkımında ve yerine yapılacak toplanma parklarının inşaatında çalıştırmak…